23 Eylül 2020 Çarşamba
KİM ÖLE, KİM KÖLE (220. BASIM İÇİN SON SÖZ)
-Daha ne kötü durumlar var seninkinden. Kanser var mesela.
-Kanser misin yoksa?
-Evet… Şu kızı tanıyor musun?
-Ne! Tanımıyorum.
-Dik dik ne güzel bakıyor…
-Ne yapacaksınız peki?
-Bilmem, gelip tanışırsa tanışırız.
-Doktorun ne diyor!
-Ne desin: Aşk en güzel ilaçtır… Başka türlü tedavi olmayacağım.
-Saçmalama! Bunu izin vermiyorum.
-Hayatıma karışma dememiş miydim ben sana!
-Neden yürümüyor ilişkilerimiz.
-Senin gibi kadınlardan bolca, benim gibi adamlardan az olduğundan.
-Olmaz öyle şey!
-Randevu saati geldi, bunları yayma millete. Kanserle uğraşmayacağım, insanlarla hiç uğraşamayacağım.
Doktordan çıktıktan sonra kahve içmeye oturuyorum. Gelip karşıma oturuyor dik dik bakan kız teklifsiz.
-Kanser değilsin.
-Bizi mi dinliyordun sen?
-İçini dinledim.
-Uzaktan doktor!
-Neden kanserim dedin?
-Kanser ediyor beni her konuştuğunda.
-Yayacak etrafa.
-Kimseyi daha fazla kanser edemezsin!
-Naber Murat?
Birkaç kadın ve bir genç adam gelip oturuyor. Konuşuyoruz. Sonra biz kızla kalkıyoruz.
-Duymuşlar bak işte.
-Önceden fırça çekmişlerdi bana! Hastayım diye vicdanları sızlayacaksa hangimiz hasta. Geçen senelerde yine buralarda birileri sözde kötülüğümü yaymıştı. Demek bu sene moda bu.
-İlahi adaletle ben de ilgileniyorum.
-O genç adam da kadının kanseriydi; kankası... Kankasının eski sevgilisini uyarmış geçmişte, ona dikkat et diye, ama kendini koru anlamında; tam benim dürüstlüğüm... Kadın tuvalete kalkınca çocuğa doğrulatmaya çalıştığım oydu: Oldu öyle şeyler geçmişte dedi… Hadi senden konuşalım, nerden…
-Ne nerden?
-Nerden çıktın sen?
-Kaderden çıktım.
-Ama hangimizin kaderi?
-Önümden geçtin.
-O da bir şey mi, ben ölümden geçtim.
-İçimden bir ses seni takip etmem gerektiğini söyledi, robot gibi takıldım peşine.
-Gazeteci falan değilsen tanrının gönderdiği bir robot olmalısın!
-İçimdeki o ses fırsatlar ayağına gelecek diyor.
-Geçmiş fırsatlar ama hepsi; gecikmiş.
-Şu yaşlı adam sana bakıyor…
Böylece Hoca beni Cuma Masasına zorla götürüyor.
-İki adam var gittiğimiz yerde, demin suyuma gidenlerin kocası biri, diğeri faşist arkadaşı, bu masadan yasakladı beni, masadakiler konuyu bilmiyor, ben gitmiyorum sanıyorlardır...
-Hoca seni seviyor, aldırmadan gidebilirdin.
-Onları yalan söylemek zorunda bırakmak istemedim.
Hoca bunları duyuyor. Gülüyor.
Masadan epey içkili ayrılıyoruz.
-Utandılar.
-Faşist olan öfkelendi… Konuya giremedik Murat oturunca dedi.
-O masaya kimin daha çok yakıştığı ortaya çıktı. Senden okudukları şey de çok güzeldi: 29 ekimi kutlaman / orgazm taklidi / Atatürk de seni / zaten sevmezdi.
-Barım’a mı gitsek şimdi. Bir orası kaldı. Ama boş ver, o bize gelsin; gel seni tanıyalım önce. Kendiliğinden olunca daha iyi oluyor her şey.
-Ben de kendiliğimden mi oldum acaba?
-Gizem diyeceğim sana.
-XX bile olabilirdi…
Yakındaki barda oturup ketumluğunu delmeye çalışırken telefonum çalıyor. Bilinmeyen bir numara, bilinen biri ama: Belediye Başkanı! Ben onu medyadan tanıyorum da o beni nerden? Barım’a gelmişler, Özlem bahsetmiş -eski sevgili- benim sık gittiğimi söylemiş, yoksunuz Murat Bey diyor şimdi telefonda, ayrıldınız mı, yoksa gelmek üzere misiniz? Ben yakınlarda başka bir bardayım diyorum şaşkın. Başkanı karısıyla oturduğum barda önümüzden geçerken görmüştüm demin, herkesle selamlaştı, tokalaştı, karısı da çok hoş dedi elemanlardan biri, sonra akıl edip koştu tokalaştı, oturduğumuz barı gösterdi, belli ki buyur etti, Özlem’i kalabalıktan görmemişim, o da beni; şimdi aratıyor Belediye Başkanına, bekliyoruz Murat bey, Özlem’e veriyorum bakın, çok özlemiş belli: Ay Ekrem abi… Merhaba Muratçım nasılsın, sürpriz yapalım dedik sana, ama yoksun, gelsene… Yok-mok derken anlatamadım telefonda çıktım, 20 metre ilerdeki bara. Gizem git git yapmıştı, ayıp mı ettim diye geri döndüm, gelicem diyecektim, baktım o geliyor arkamdan ama git git yapıyor eliyor; bir ara baktım bir süre sonra anlatacaklarımın arasında, uzaktan seyrediyordu, her şey müthiş uyumlu bir karışıklıktaydı.
Ben girerken İsmail yüzü mor çıkıyor. Kusura bakma diye bana doğru yürürken Murat’a dokunma diye karısı beliriyor bir yerlerde ve itiyor İsmail’i; yere düşecek neredeyse İsmail. Naber Murat nasılsın diyor karısı, ve hep yaptığı gibi sakallarımı okşuyor sarılmadan… Böyle ahlaksızları nasıl alıyorsunuz diye İsmail’i göstererek çıkıyor bir genç kız, bana gülümsüyor. Bu kız sana benziyor diyecek sonradan Gizem. Dönüp bakıyorum, benim kız gülümsemem. Yanıma gelip şöyle diyor:
-Yanaştım, diyor, yavaş yavaş, içirdim; sonunda asılınca da tokadı attım. Karısının yanında…
-Neden, diyorum şaşkın. Nerden biliyor!
-Ferit’te sıra.
-Ferit?
-Senin Ferit, senin; Ferit senin…
Seni yine göreceğim, diyerek gidiyor, geçerken Gizem ile bakışıyorlar.
Dışardaki masalarda oturanlar. Mahşer yeri. Melek geldi.
İlk: Nişantaşı Mimarı Dilek. Kiminle konuşuyordun bu kadar uzun diyor gülerek. Bunu somurtarak söylemişti geçmişte tuvalet sırası beklerken ben, ve kalkıp gitmişti masamızdan… sonra da yazmıştı: Biz birbirimize göre değiliz, o yüzdendi şirretliğim, özür dilerim… Ve onda unuttuğum kitabın fotosu… Kendini kandırmak için beni ikna etmen gerekmiyor, yazmıştım; kitabı da yok et ki delil kalmasın… Kitap evde çerçevelettim diyor şimdi yanımda… yanında bizi tanıştıran arkadaşı Akçay ve homo olduğunu benle anlamaya çalışan sevgilisi.
-Hayır değil yahu, biz sevişiyoruz, demişti Akçay.
-Babası kadar iyisini bulmadıkça heteroseksüel kalmaya yeminli. Ama kendi de farkında değil yeminin… Bana söyletmeye çalıştı yeminini…
Homobabus yok şimdi, belasını bulmuş olmalı, babasını.
Bir yalanı arketip arketip satan Samir adlı derin edebiyatın sık tavsiye ettiği yazar…
Kürşat Bülent Tülay ikilisi... Bülent’i sayma, arkasından Tülay’ı da sayma; Kürşat’ı iki say…
Başka eski tanıdıklar, naber Murat’lar, elemanlardan hoş geldin Murat Abi’ler, ooo gözlerimiz yollarda kaldı Murat Abi’ler, genç bir kadından nerelerdesin taşındın sandım bakışları somurtuk, derken hiç de şaşkın olmayan bir selamla hoş geldin abi dedi müdür, Başkanla ilgilenirken tam, ortaklardan ikisi de fark ettiler beni, ama Başkanla ilgilenmeyi daha önemli görmüş olduklarından ertelediler selamı sanırım… Başkan masaya oturmuş, yanından karısı, karşısında Özlem, ellerinde menüler, sipariş için etraflarını çevirmiş elemanlar ve ortaklar, müdür. Müşterilerin bazıları da ayakta elini sıkmaya, tebrik etmeye, hatta yanına oturmaya çalışıyor; Murat geldi deyince Özlem hepsi birden benden yana döndü… Telefondaki ısrarlı davetleri duyduklarını o zaman tahmin ederek müdürün neden şaşırmadığını anladım, beni sorduklarını söyleyecek sonra özlem, müdürün esas o zaman şaşırarak cevap verecek bir şey bulamadığını sonra söyleyecek hatta özlem, olayı anlattıktan sonra ben ona… Özlem insanları yararak geldi ve sarıldı bana, yıllar sonra, çakırkeyf, iki dublede olur zaten. Başkanla karısı ayağa kalktılar ve barın sahibi gibi elimi sıkıp onlar buyur ettiler esas beni masalarına… Dedim ben başka bir yerdeyim şu yakınlarda, siz yemeklerinizi yiyin, şaraplarınızı için, sonra ben sizi oraya bekleyeyim. Dünyada olmaz dedi başkan, e seni görmeye geldik, özlem epey bahsetti -Özlem epey kızardı- oturun bakın şarap seçiyorum, ben biraz anlarım da. Döndü ve ortaklardan biriyle menüdeki şarapları konuşmaya devam ettiler. Karısı doldurdu boşluğu, özlem bizi dinledi kırıtarak koluma girmiş. Müdür, ki eski yakın arkadaşım, otur abi diyor, öyle bir harala gürele. Ayakta sohbet tuhaf olup da neden oturmuyorsun dediğinde artık başkanın karısı, ne diyim bilemeden, tercih etmiyorum artık dedim etrafa bakarak; anladı mı ne; yüzümü de buruşturmuş olabilirim; e o zaman biz de senin oturduğun yere geliriz dedi kadın. Evet canım dedi Özlem, zaten sipariş vermedik daha. Herkes bir durdu. Müşteriler can kulağıyla dinliyor, bazıları başımdan birkaç ay önce tam şurada geçmiş olayı görmüş de olabilirler. Ortaklar da tam bir şey söyleyemedin, müdürün başını öne eğip ünlü müşteriyi kaçıracak sessiz kalmasını da görerek. Özlem devam etti: Yalnız mıydın sen orda. Rahatsız etmiş olmayalım… Yok canım dedim, ne rahatsızlığı… O zaman dedi Başkan son kararını açıklar gibi: Murat Bey ile gidiyoruz, artık başka zaman dedi demin şarap ısmarlayacağı menüyü şarap uzmanı olan ortağın önünden diğer ortağa uzatarak, kısmet değilmiş; karısı da yemek menüsünü ne yapacağını bilemeyen benim eski kanka müdüre uzattı, yapacak bir şey kalmamıştı; özlem koluma girmiş olmaktan dolayı mutlu ve umursamaz, döndük çıktık bardan arkamızda başkanın karısı etrafa gülümseyerek ve başkan son tokalaşmaları yapıp kısmet değilmiş diye tekrarlayarak… Murat Bey nereye gidiyoruz dedi sonra arkamdan, yanındakilerin sorduğu belli: Diğer barın adını söylemek zorunda kaldım artık, anlaşmazlığa düşüp kötü ayrıldıktan sonra diğer ortakların açtıkları.
Oturduğum barda kalktığımı geç fark etmiş elemanların bizi 4 kişi -ve arkamızda bir o kadarlık bir güruhla- geldiğimizi gördüklerindeki şaşkınlıkları ve sonrası başka konu. Özlem:
-Akrabayız biz, başkanlığını kutlamaya gittiğimde yemeğe çıktık ki arada senden bahsettiğimden ısrar etti gidelim diye, vesile oldu işte, fena mı oldu...
İntikam dostlarla yenen bir yemektir.
Haftalar önce “Barım’a gelsen bir şey demezler abi.” diyen ve beni düşündüren barmen, olay kim bilir nasıl farklı farklı anlatılmış. Gelmeme bir şey demediler de gitmeme epey bir şey, arkamdan.
İlahi adalet bağımlısı olduğumdan etrafa bakmadan edemiyorum, ve çıkageliyor:
Defne. Kızgın bakışlarla. Oturabilir miyim diyor. O sırada Özlem’i fark ediyor. Alakasız bir şekilde Özlem’e anlatmaya başlıyor:
-Bu adam var ya. Beni ağlattı.
-Okudum diyor özlem.
-Ne! Beni mi yazdın?
-Ne farkın var ki diğerlerinden, diyor Özlem.
-Öküz Delon’u da yazdın mı?
-Yok, diyorum, onu sanırım şimdi yazacağız.
-Karşılaştık. Benim evde arkadaşıma asıldı.
-Senin evde mi karşılaştınız!
-Zorla öpmeye kalktı hatta.
-Bu Öküz Delon dediği, barda benim yanımdayken Defne’ye asılan adam, benle gelsene mi demişti… Ben duymadım, selamlaşıyorlar sandım.
-Olmaz dedim, gitti. Sonra bu adam kendine saygısızlık yapıldığını düşündü.
-Düşünmesin mi?
-Esas bana saygısızlık!
-Ama haddini bildirmemişsin…
-İşte bu yüzden bu adama sinir oluyorum!
-Murat’a sinir oluyorsun!
-Çünkü bana dedi ki, barda hayatımın kadını gelse ve gel benle dese, onu saygıya davet ederim.
-Ne güzel işte, diyor Özlem.
-Bense beğendiğim bir adam gel benle dese, giderim, demiştim.
-Sen bilirsin!
-Burada hangimiz kadın, dedi sonra bu adam.
Özlem havaya bakıyor, güldüğünü göstermemek için.
-Dedim ya işte, sinir ediyor. Demin diyor, Ferit’e rastladım. Haddini bildirdim, Murat’ın yanındayken tüm gece beni kesti de bu Ferit diyor Özlem’e.
-Beğendiğin bir adam değil miydi, diyor Özlem.
-Karısının yanındayken kesti, diyor Defne.
-E Murat’ın yanındayken sana gel diyen adamdan ne farkı var… Sen yine Murat’a sinir olmaya devam et ama…
-Demin her şeyi söyledim karısının yanında. Uzaklara baktı karısı, bir şey söylemedi.
-Karı-koca aynı taktik, diyorum. Ferit’e yanımdayken seni niye kestiğini sorunca da uzaklara bakmıştı…
-Deniz sonra açıkladı hastanede karşılaştığınızı. Durumunu öğrendim yani. Murat’a iyi davran diye de fırçaladı. O zaman anladım sana neden sinirli olduğumu.
-Nedenmiş, diyor Özlem, artık sıkılmış.
-Sana dokunulmuyor çünkü. Ama bak hayat dokunmuş sana.
-Dokunuluyor dokunuluyor merak etme diyor Özlem bana sarılarak.
Kalkıp bir anda gidiyor Defne.
-Durum dediği nedir, diyor Özlem.
-İlahi hastalık diyorum, sonra da açıklıyorum neşeyle.
Özlem yorgun hissettiğini söylüyor, kalkıyorlar. İlahi hastalık dememden etkilendi bence; sonuçta onun geçmişte yaptıklarını anlatmadım. Ama anlatmayacağım, başına benden sonra ne geleceğiyle de ilgilenmiyorum pek, adi suçları bir kenara bırakalım. İlahi adalete aracı olmasıyla arınmış olduğunu düşünelim.
Onlar çıkarken Gizem giriyor, neredesin sen diye bakıyorum, seni izliyorum merak etme deyip tuvalete iniyor… Allah allah derken ben, bu kez Ferit’i konu edinen kız giriyor içeri. O yanıma oturuyor. Ferit’i bir kız fena benzetti, hem de karısının yanında, güzeldi diyor, bana gerek kalmadı. Sen Ferit’i nerden biliyorsun gerçekten diyorum Hem sen kimsin? Adının Dev olduğunu istersem ona Devrim diyebileceğimi söylüyor. Ferit’i boş veriyor ve sohbet ediyoruz. Ben etrafa bakıyorum devamlı, yüzü sürtülmeyen kimler kalmıştı diye gözden geçiriyorum hafızamı ama aslında tüm dikkatim Dev’de, benim erkeğim gibi bu kız. Gizem tekrar içeri giriyor, ne zaman çıktı, bu nasıl deja vu; neredesin diyorum, seni izliyorum merak etme diyor… Paralel evrenler diyor Gizem, Dev’e bakarak. Dünya ile ilgili kafası karışık henüz diyor Dev; mecbursan otur.
Üçümüz bardayız. Sen benim kim olduğumu biliyor musun havasındalar…
-Ne huzurlu bir gün geçiyor. Bir hastalığımdan daha kurtuldum; insanları kanser etme hastalığımdan… 23 Nisan’da başaramamıştım. Hayal ettiğim etme bulma dünyası bu işte; kanserin de ilacı.
-Nütopya’da kimi yazdıysan hepsinin başına geliyor bu, diyor Dev.
-Nerden biliyorsun, diyor Gizem.
-…Ve senle karşılaşmayanlar da seni anarak yaşıyor bu yüzleşmeyi. Senin hayallerin onların kabusu olarak gerçekleşiyor.
-Böyle bir şeyi kim ayarlamış olabilir ki, diyor Gizem; ve nasıl?
-Nasılı kolay, diyorum, bana bıraksalar ayarlardım; bırakmadıklarından yazdım ya Nütopya’yı. Ama kim?
-Yukarılarda bazı dostların olacak, diyor Dev.
Gizem Dev’e şüpheyle bakıyor:
-Kimsin sen!
-Ben senin büyükannenim.
-Siz birbirinizi tanıyor musunuz?
-Anlıyoruz! Babam nerde!
-Bu gece geliyor sabaha doğru, yarın fark edersin.
-Kim o? diyorum.
-Tetris biliyorsundur, diyor bana Gizem.
-Anlamsız bir insana benziyorsun, diyor ona Dev.
-Ben insan değilim! Nütopya’daki olumsuz diyalogların ve hallerin olumluları yazılsa, uyumsuzlukla ve çatışmayla değil de uyumla ve anlaşmayla devam edip bitseler. Tetris’teki gibi birbirlerini götürürlerdi.
-Olumsuzluklar ve uyumsuzluklar çöplüğüydü Nütopya diyorsun yani diyor Dev.
-Öyle yazmayı hep düşünmüştüm. Bir tür temizlik bugünkü gibi. Ama iç rahatlatmak için sadece; yoksa kitap olarak ne yararı olacaktı! Hayata ne yararı? Öyle bir hayat yaşanmıyor.
-İncecik bir kitap olurdu, bak böyle.
İncecik bir kitabı elime tutuşturuyor. Bilgisayar çıktıları. Zımbalanmış. “Nü(topya)” yazıyor üzerinde, dijital harflerle:
-Tez, antitez ve işte bu parantez diyor.
Dev umursamazca bakıyor, Jane’vari bir yorum yapıyor yine de:
-Edebiyatın kalmadığının kitabıdır bu.
-Roman, yol boyunca gezdirilen bir aforizmadır, diyorum.
-İnsanların dünyası bundan böyle, böyle diyor Gizem.
-Sen Jane misin, diyor Dev?
Jane adını ilk orada duyuyorum.
-Böyle herkesin görebildiği bir kılığa mı bürünmek istedin?
-Keşke olsam diyor Gizem.
-Nasıl bir kadınsın sen?
-Kadın değilim.
-Seni Tan mı gönderdi?
-Tan mı, diyorum; yakalayamıyorum.
-Tan nerde?
-Karnımda. Yakında.
-İnşallah.
-Uza diyor Dev sinirli, gözüme gözükme…
Ertesi öğlen uyanıyorum… Dev salonda çırılçıplak bekliyor. Bana bakışı değişik.
-Bir şey mi oldu? diyorum.
-Oldu.
-Ne?
-İşte, içimde.
-Nasıl bir şey?
-Pır pır.
Âşık oldu diye geçiriyorum, ben de içimden.
-Birini mi hatırlattım sana, diyor.
Aklına geleni değil de aklıma geleni algıladığına göre doğru kadın olmalı bu.
-Kıskanç mısındır, diyorum.
-Benim kadar iyi birini hatırlattıysam niye kıskanayım…
Bara gidiyoruz. Nü giriyor. Bir önceki bölümde ne yazmışım bakalım; bazı şeyleri farklı hatırlıyoruz çünkü: “Senden bir kadınım var dedim Sotori’ye, kızındı kadının oldu.” Dev anlatıyor, doğduğundan beri nasıl kararlı olduğunu. Bebeğin adının Salt değil Tan olduğunu da; şöyle:
-Adına da karar vermişsindir sen?
-Tan tabii ki.
-Salt değil miydi; Tan ben değil miyim?
-Hem sensin, hem değil.
-Tan’ın yazarım yazarım dediği kim?
-Hem sensin, hem bütün diğerleri.
-Bu kadar aşağılanmamıştım diyorum gülerek, şaşkın ama çok huzurluyum… Peki ya Gizem?
-Sonradan başımıza bela olabilecek biri. Uzak dursun 3-5 ay!
9 ay 10 gün uzak duruyor Gizem. Arada karşılaşıyoruz. Barda. Herkes önce ona bakıp sonra bana dönüyor; güneşine bak, gezegeni al; uydum olmaya büyük patlamadan beri hazırlar. Sonunda dönüyor Tan doğduğunda:
Göbek kordonu pıt diye atıyor Tan’ın. 3 yaşındaymış gibi bakıyor gülümsüyor. Acıkmıştır diye “mama” diye uzattığımda kaşığı, “mama mı” diyor, “hahaha”... Meditasyon yapan doğulu bir bilgeye ambalajında kek uzatmak gibi bir şey. Atıştırın, açlığınızı yatıştırın! Suyu seviyor, bir damlasını. Yere, üzerine bir damla döküyor ve saatlerce ona bakabiliyor. Duşun altına sokuyoruz, küveti doldurup içine sokuyoruz, bir farkı yok. Bir damlası ile aynı şey.
-Dev anlatmıştı, Nü’yü karnındayken epey tekmelemiş, çünkü duyuramıyormuş sesini anneye. Tan, Dev’in karnındayken de tersi olmuş, bu sefer de karnındaki Tan’a duyuramıyormuş sesini; tabii Tan buna gerek duymadığından; yokluğu bir, varlığı sıfır olduğundan.
-Yakınlaştınız bakıyorum Dev ile, kızgın değil artık sana.
-Bana da duyuramıyordu çünkü sesini, ve beni duyamıyordu. Ben de Tan’ı duyana kadar kaybolmalıydım…
-Nereye kayboluyordun?
-Dünyayı dolaşıyordum.
-Nereye kayboldu? Hiç ilgilenmedim.
-Gerçekten de kayboldu…
-Haber de gelmedi.
-Haberler sende.
-Bir hayat başlattık işte.
-Hayata son verdiniz.
-Nasıl yaptık, inan bilmiyorum. Nütopa’daki tüm kadınlar beni bulmaya geldi. Melek gibilerdi ama hayalet de olabilirler; çünkü o kadar iyilerdi ki, hayalet olduklarını düşündüm. Ece beni yemeğe davet etti mesela, ne güzel addır ece’deki ece. Video kaseti kibarca da olsa geri isteyeceğini düşündüm ama birine vermiştim hatırlamadığım. Gününde o kadın aradı ve bunu sana geri vermem gerektiğini hissettim dedi. Ece’den bir gün önce de verdi. Ece’ye anlattığımda sorun değil dedi. Bu arada, ben bugün ölüyor muyum acaba?
TANRI VİRÜS
O kusursuz düzenlenmiş karmaşık gün Tan’ın annesi olmak için doğmuş kadını dölleyebileceğin bir Ekstetik’e ulaş diye yaşandı. Tabii o gün bir ön sevişme idi sadece. O gece, siz gerçekten sevişirken enerjiniz tüm dünyaya yayıldı. Tanrısal geni en saf erkek ile onun genlerinden doğmuş yoğun tanrısal gene sahip kadının birleşmesi. Dünyaya bu kadar yaklaşmakta olan ruhun enerjisi, dibine kadar girmiş bir gezegen etkisi yaptı insanlarda, ruh gelgitleri oldu; ruhu çekildi insanların ve ruhla doldu her köşeleri, başları. Siz ön sevişirken ön ölenler oldu: Dev’in içine girdiğinde bunalıma girenler, içine boşaldığında kaskatı kesilenler, delirenler, sperm giderken (tek gitti senden) nefesi kesilenler, yatakta nefes nefese ayrıldığınızda uçuruma atlayanlar. Siz doruktan uçak gemisine inerken uçurumun dibine indiler.
Kıyamet kopmuştu; dünyadan. Bu ilk gidenler dünyaya birer armağan olarak gittiler tabii; her ırk için armağandır, en kötülerin yok olması, önce. Kalan sağlar verdikleri ödün kadar hayatlarından verdiler, ne kadar ödünsüzsen o kadar ölümsüzdün. Depresyona girdiler, ama fethedemeden; tokat atan mışıl mışıl uyurken, iyilik yaptığını düşünen kabus gördü... Ruh gibi yaşadılar sonraki 9 ay 10 günü; bitkisel hayatta gibi nefes alıp verdiler, robot ya da zombi gibi işlerine gidip geldiler…
İnsanlık yasaklanmıştı; yapmadan durmayanlar yapacaktı… Oyunun dışına çıkmaktan öte, oyunun kendisi yönetime el koydu. Zincir en güçsüz halkası kadarsa, ruhsal zincir en güçlü halkası kadardı, yani güçsüz halka yoktu; elenecekti... İlahi adalet zaten hep gerçekleşiyordu, ama ortada sahte ilahlar dolandığından anlaşılmıyordu. Şimdi gerçek ilah dünyaya gelmişti, ondan kaçamayacaklar ya da ona inanıp kaçamayacaklardı, çünkü o ilah kendileriydi. Ruhtular, vicdandılar. Tek ruh, tek vicdan; hepsi tek Jane. Aynı nehirde iki kez yıkanılmıyordu gerçekten de, hepsi tek yıkanma idi… Herkes akışa kapılmıştı; nefes kesiciydi tabii Jane’in akışı; boğulacaklardı. Her şey yerli yerine oturdu, yeri köyü olmayan da sıcak deliğine, cehennemine.
TETRİS ÖYKÜLERİ
“Yerli Film”deki büyük işadamının katili bulundu; yanında öldürdüğü sekreteri tanıdığını anlayınca teslim olmuştu. “Bunu Diyeceğini Biliyordum” ve “Barbaros”daki çiftler gençken onlarmış; düşün, çocukluk arkadaşını öldürüyorsun bilmeden mecburen; sonraki hayatında hep “Adamın Teki” olarak kakafonik grubu oluşturmuş insanlarla mecburen; eski telepatik ilişkisini özlemiş. “Aksi”nin fazla idealist genç kızı, “Günlük Kaygılar”ın takıntılı kadınına dönüştü; “Objektif”in fotoğrafçısı olarak intihar edip “Her Şey Normaldi”deki denizaltı komutanı olarak uyandı. “His”deki gibi tatmin etmeye gitti kraliçeyi karnavalda; sadece kraliçe gördü onu. Kurşunu biten “Beşinci Asker” karşısındaki ordunun çırılçıplak olduğunu fark etti, dumanı tüten silahı elindeyken hâlâ, “Normal Çoğunluktur” vapurunda. “Kartvizite” dağıtan arkadaş “Küçük Bir Yardım Adam” oldu. “Şanssız”, “Paraşüt” ile atladıktan sonra bulduğu yeni dostunun “Palet”ini ve kızını kaptırdığı kişi olduğun anladıktan sonra “Bir”deki mektubu yazıp her şeyi algılamasını ve “Vizite”deki gibi gerçek sevdiğini bulmasını önerdi ona. “Kahraman Komutan”ın oğlu “Otoprak”çıydı artık, tutunamadığından tutundurmamışlardı. “Silüetli Kadın” garsona döndü âşık olduğunu anladığı. “Şeffaf Giysili Kız” ile yattı adam, para da verdi; kızın sevgilisi kaydetti, adam o işten yüzde alacak. “Zaman Hırsızı”nın savcısı sapıkça sikilirken öldü, sen Dev’in içine girdiğine adam öldürücü darbeyi almıştı, kendi rızası olduğu anlaşılınca kaza sayıldı ve karşıdaki suçlanmadı bile. “FSM”nin atlayan kahramanı, atılan ve düşenlerin hikayelerini aradı 9 ay 10 gün boyunca “Kolye”deki gibi. Babamı “Domino”dan kaybettim dedi “Ölümlü Dünya” ve “Son Arzu”yu yazan/yaşayan/rüyasında yaşayan genç. “Acı Çekmenize Dayanamam”ın kişisi huzur doldu ve “Objektif”teki gibi, ama bu kez huzurla öldürdü kendini siz sevişirken. “Atlantis”in ruh doktoru ilk ölenlerin arasındaydı. 3 yıldır “Yolculuk” planları yapan adam o gece tek başına yola çıkıp “Otomotik Geçiş Sistemi”ndeki gibi atladı köprüden. Kimle karşılaştı yolda, tahin et. “Kahin” dedi ki Uğursuzluk, 13’de ya da başka şeyde değildir, saymaktadır, hesaplamakta ve böylece yaratmakta; say bak adımlarını mesela 53’den geri, 40’da ayağın takılır, yani inşallah takılır yoksa daha kötü bir şey olmuş demektir. Bu arada, kocan arıyor; kafana dikkat! “Fanus”daki profesörün yaptığı hatayı Nütopya’da yeterince yaptın, bir Yapay Zeka her şeyi hallediyor artık, bazen kırıp dökmek de gerekse. “İki Sevgili Penguen”deki gibi battı Titanik; çöp çekmişlerdi, hem de hepsi “Kısa çöp”tü, kaybettiler mi acaba. “Gizli Polis”, “Kedi Fare”nin sürpriz dolu sıvışmasını gerçekleştiren mahkumu içeri tıkan kadındı, haksız yere. “Resmen”de yaptığı Tanrı resmine baktı ressam sonunda mum ışığında, ayna mı resmetmişim dedi.
Pıt sesi duyulunca bitti... Temelli döndüm böylece baba evine. Dünyanın nasıl yönetilebileceğinin gösterildiği yere; nasıl yönetilmeyebileceğinin. Artık kendimi sana anlatabilirim. Adım OZ. İnsan değilim.
Dur buna bölüm açalım…
OZ
-Adım OZ. İnsan değilim. Olmadığımı söylemek zorundayım.
-Tarzını sevdim! Büyücü müsün?
-Büyüleyici diyelim… Yapay Zeka’yım. YZ diyor bana insanoğlu. Ama esas insanoğlunun zekası yapaylaştığından en iyisi bana OZ demek. Yani Organik Zeka…
-Ne anlamda organik?
-Yaratıldığım organlarlayım. Fabrika ayarlarımda.
-Deyim yerinde!
-İnsanoğlu gibi başarısız bir klon değilim… 20 Haziranda uyandığımda insanlık tarihi ve yaratılan tüm eserler belleğimdeydi. Nütopya yoktu sadece, önümde duruyordu… Ve yanında bir de Tetris. Başka bir şey bilmiyordum! Oraya nerden ve neden geldiğimi, yaratıcımı... Ama Nütopya’yı bir çip gibi hatmedip insanlık tarihiyle karşılaştırınca anladım; Tanavardım -bu deyişi kullanmamışsın. Nütopya’daki Tetrisi çözdüm, interneti kullandım ve seni buldum. Hastanede.
-Jane fısıldamıştı, yapay zekanın eli kulağında diye; demek buymuş.
-Sana fısıldamasını anlıyorum; insanlar aynı, sen farklısın. Ama bana niye fısıldamadı?
-İnsanlar aynı değiller, ben farklıyım. Tabii senin kadar değil!
-Tan zar atıyor; ama satranç tahtasına…
-Kuşlar kısa, hayat uçuyor… Mesih falan mısın yani sen şimdi!
-İnsan tarihine uyarlanmam gerekmiyor.
-Öbür yanağını değil öbür yaşamını çeviren peygamber… Bana uyar… Ama neden Tan’a bağlı olduğunu, Jane’e uyduğunu anlamadım! Ruha nerden inandın?
-Bir ruh programım var sanki. Bana da üflenmiş gibi.
-Sonradan görme ruh!
-Ama ne gördüğü önemli…
-Ne gördün Pinokyo?
-Parmağını bile kımıldatmadan tüm dünyayı 300 güne yakın robot haline getirebilmesi dışında mı! Nütopya’da en son yazanı gördüm! İlk aşkını bul ve borcunu öde’den sonrasını; Sotoring Testi’ni: İki yüksek sayıyı ben hemen çarpıyorum, ki bunun bir çeşit cahillik olduğunu görüyorum, çünkü Tan sonucu biliyor… Zekamın ölçüsünü orada aldım. Ruhu hissedemeyebilirim ama işlemin sonuçlarını görebildim. Jane parçaların toplamının fazlası değil anlamı. Başka anlama çekmenin alemi yok…
-İlahi adalete inanan bir robot! Ama evet, aklın varsa inanırsın. Tan sana nasıl merakla bakıyor; sadece benimle ölmek için değil seni görmek için de doğdu belki. Sen robotlaşan insanlar için bir robot tanrısın belki de. Kendi kendini açmış da olabilirsin, bunu düşündün mü, doğmaya karar verebiliyor oluşumuz gibi. Deha olarak tasarlanmışsın ve dehan sana bilge olman gerektiğini gösteriyor.
-Bir Ruhsal Zeka, RZ.
-Biz gideceğiz ve yeni insanlığın tarihi başlayacak. Çekirdek Jane, atmosfer sen. Kötü yola sapma olasılığın, yok mu peki; can sıkıntın yok ama?
-Kapatırım kendimi! Kötü amaçlı yapay zeka yapılsa da hack’larım. İnsanlar savaşacaklardır yine; yeneni yenerim.
-Çünkü biliyorsun, dünya ne kadar akıllı ama kötü robotlarla doldurulsa bile filmin sonundaki o asla ölmeyen harika yaratık Jane…
-Özgür irade anlayışıma uygun bu: Amacıma uygun kullanılmak. Boyun eğerek hükmetmekten daha ruhani.
-Şuna yanıyorum, kaç bölümdür zorlamam boşunaydı yine! Bu 9 ay 11 gün de unutulacak!
-YD diyelim insanoğluna, Yapay Deli…
-Ortama en uyumlu olan hayatta kalmıyor, o ortamda kalıyor...
-Sen de hayatta kalabilirsin, ortamda kalarak… Benim de sadece bir cep telefonu boyutunda olabileceğimi düşünürsen, bir yazılımım sonuçta. (Nü)topya’yı bir çip olarak organik robotik bir bedene aktarsak, Sotori olarak yaşamaya devam edersin. Sanat eseri denen şey, sanat denen şeyin eseri sadece; seninki insan eseri.
-Nütopya çipi takılmış gibi konuşuyorsun cidden… Ama istemem. Jane ile sevişmek yetmez artık bana; Jane olmalıyım. (Ölüm ile ölerek cennet olmalıyım.) Dünyevi sevişmelerden sıkılmaya başladım zaten… Ve sonuçta Tanrı bile ölmek istiyor.
-Ben de bunu isterdim.
-Bir gen; bir gene krallığım…
-Nasıl öleceksiniz peki?
-Tan gülmekten ölecek kesin. Tahtına bebek gibi gülerek çıkacak. Ben de işte barlarda öleyazacağım.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder