NÜTOPYA
Tüm ütopyaları çıplak bırakıp sınır dışı eden otobiyografik ütopya.
22 Temmuz 2021 Perşembe
NEREDEYSE ÖLÜ SAYILIRSIN, NASIL BİR DUYGU? (250. BASIM İÇİN SON SÖZ)
Sevişince cennetten kovuldukları söylenen hazretlerin yerine böylece, biz sevişince insanlar kovulmuş oluyor cennetten. Özensiz bir hesaplamayla insanların yüzde 50’si ölüyor; hadi öyle demeyelim, insanların yüzde 50’si kalıyor. OZ uğraşmak istemiyorum dedi bu tür hesap ayrıntılarıyla –tiksinmiş rolü yapıyor- 1 dakikasını alırdı oysa milyarlarca kişiyi yüzdeye vurmak… Kötü ve sıradan kötü olarak insanların yüzde 50’si yok olunca, kalanlar, yüzde 80’i sıradan iyiler ve yüzde 20’si iyiler olarak daha cennetimsi bir orana yükseliyor… Yakın bir gelecekte de yüzde 70’e 30 gibi bir oran bekliyorum diyor OZ.
-Nasıl yani; devam mı edecek?
-Böyle bırakmaz her halde Tan… Hiç 50 almışla 90 almış bir olur mu; sonuçta eksi 50 aldılar; Eksi İyiler. Dengelerini kötülük üzerine kurduklarından kaybolup gitti kötüler; cennetten çaldıklarıyla kurmuşlardı sahte cehennemlerini. İyilik üzerine kötü denge kuran iyiler de dayanamayacak; cehennemden getirdikleriyle sahte bir cennet kuramayacaklar.
-İlk masum ilk safrayı atsın, diyorum, organik editörüme…
Bir Eksi İyi hikayesi anlatıyor: Chonk Tzu Kru bir kere rüyasında bir çakal olduğunu gördü. Uyandığında çakal olduğunu düşlemiş sinsi bir insan mı, yoksa insan olduğunu düşlemiş sinsi bir çakal mı olduğunu bilmiyordu.
-İnsanları gruplara ayırabiliriz; hem aptal hem azınlık olunamaz: Yüzde 55’i BEŞ… Yüzde 25’i DÖRT... Yüzde 10’u ÜÇ... Yüzde 6’sı İKİ, ki ben bundan sonrasıyla ilgiliyim: Yüzde 3’ü BİR…
-Yüzde 99 etti.
-Sen de insansın…
Dev açıklıyor:
-Tan senin en iyi orgazmlarından küçük ölümler yakaladığını fark etti. Ölene kadar böyle oyalanacak işte garibim tanrım.
-Beni bir seks makinesi gibi görmesini kınıyorum, diyorum gülerek.
-Tanrı insanın pezevengiydi belki de, diye dürtüyor beni OZ…
Tan’ın bu kez buna güldüğünü sanıyorum; insan sevişir, Tanrı zevk alır…
Dev devam ediyor:
-Muhtemelen böyle bir an olacak, muhteşemen; gözlerini açmayacak; ve sen de dönmeyeceksin oradan… Ölüm ısmarlamıştın ya öbür tarafa, gönderdi işte; kendini gönderdi Tan; ölümün olduğu dünyaya cenneti gönderdi…
-Hem ölümü yazacaktın, diyor OZ; vicdan krizi geçiren eksi iyileri yakalayıp sor bari: Neredeyse ölü sayılırsın, nasıl bir duygu?
Sonra düşünceli düşünceli gülüyor:
-Öğrenemezsen sorarım ama ölürken.
Ama işte gerek kalmıyor sıradan ölümlere; bir gece bir kadınla sevişirken kollarımda ölüyor kadın: Mekanda bana bakıyor alttan alttan. Hiç ilgimi çekmiyor porno yıldızı gibi göründüğünden. Sanki kollarını uzatmış gibi ama, boynumdan çekiliyorum ona doğru; dans ediyoruz hiç kımıldamadan… Odalardan birine sürüklüyor beni giderek, sevişirken olacakları görüyorum peşindeyken, memelerinin ve kalçalarının formunu kavrıyorum.
Gidip gelmelerim öbür dünyaya gidip gelme; dibe vurup çıkıyorum, dibe vurup çıkıyorum; içine boşalırken de bomboşalıyorum; ama tükenmiyorum ve kendimdeyim; onun ise kalbi durmuş.
Ayılınca soruyorum; bayılmışımdır demesini bekliyorum en fazla. Hayır, diyor; öldüm… Abartma, diyorum; abartmayayım diye ona sormuştum ama diyor işte, öldüm diye. Görmüşündür öldüğümü diyor, memelerini sanki başkasınınmış gibi okşarken; ama doğduğumdan beri bu kadar güzel ölmemiştim…
Sevişirken bayılanlarım olmuştu ama işte öldürüyorum demek artık zevkten.
Olur mu diyorum böyle, yani orgazm olurken… Hayır diyor, donunu giyerken; ölürüm de dönerim ben böyle, merak etme; sonuncusu değilse.
İlk defa olan şeylere şaşkınlığından kurtulduktan sonra, yine o eski seksi haline dönüyor:
-Sen miydin o öbür taraftaki… Rüya görürken mi seviştik, yoksa senle sevişirken aynı zamanda rüyamda mı gördüm seni?
Karanlık kadın, diye geçiriyorum içimden:
-Tan’dır o.
-Tan kim?
-Nütopya’da var ya.
-Okumadım.
-Okumayan mı kaldı?
-Bu iz yoktu ama diyor…
Tan’ın kaşları arasında bendeki çukur yok. Suratımıza dikkatle bakılmazsa fark edilmiyor, bu ikimizi de benzemez yapıyor. Bir kere fark edilince ama o çukur, Tan fark edilmiyor artık. Sanırım bana değil o çukura bakıyor insanlar. Bir kara deliğe bakar gibi. Tanrıyı bile yutuyor, yutturuyor buradan bakınca... Nasıl bu kadar iyi bakmış olabilir bu kadın?
-Oğlun mu diyor?
-Oğlan denebilirse
-Ne denebilir ki?
-Tanrı olduğunu yazmıştım…
Gülüyor… Gerçekten okumamış…
-Okumam yok.
Yazmayı da sanırım aklına bile getirmemiş.
-Bebek gibiydin ama. Bebeklik evresi gibiydin, evrenin.
-Sen nerden biliyorsun?
-Aklımdan geçti. Bana bakıyordu. Bendi; ben o idim ve bana bakıyordum.
-Nerede, diyorum; duvarların içinde, diyor: Duvardık…
-Duvar mı!
-Kapı-duvar; madde olan her şeydim, havayı kucaklıyordum. Sen de havaydın. Tan mı diyorsunuz kendinize. Ben tekim, adım da An olsun.
-Bir adın yok mu?
-Var işte.
Dev, düşündüğüm gibi diyor; hiç kırpmadığı göz kapakları kapanmış Tan’ın, meditasyon yapar gibi.
-Siz orgazm olurken ekstetik dünyaya bir kapı açıldı demek, duvarsa bir duvar geçildi. Tan da girdi oradan. Senle ilk sevişmemiz gibi.
-Neden senle değil de her hangi bir kadınla?
-Tan’a sor… Son orgazmına kadar kimseye mutlu denmemeli; ya da Jane.
-Neden sonra hiç sevişmedik Dev?
Bir Tan daha olabilir miydi ki, diyeceğini sanıyorum ama şöyle diyor:
-Ben atom bombasıyım. Tek ve Tam. Ama kadın gerçekten ölümden döndü; Tan çünkü gözlerini açtı, dediğim gibi muhteşem bir gülümsemeyle.
Tan’la tanıştırıyorum onu. Zerre kadar benziyorlar birbirlerine. Tan her zamanki gibi konuşmuyor, ama Tan’ın dilinden anlıyor An; bir söylediği bir söylediğini tutmuyor; altıncıyı ve sekizinciyi tutuyor. Hatta eksi dördüncü ve eksi dokuzuncuyu. Araya başka cümleler giriyor ve başka başka cümleler tarafından hemen sıfırlanıyor; yine bir tetris; bu da Tan’ın söylemediği cümleler oluyor… Sözcüklerle koklaşıyorlar; buraya yazıp anlam yüklemek istemiyorum.
OZ açıklıyor:
-Rakamlar gibi sözcükler; bir milyar sekiz yüz on beş milyon iki yüz yirmi iki bin dokuz yüz otuz altı diye okurken, sadece 1.8.15.22.29.36 diye 7 artarak sıralanmış sayılar olduklarını anlıyoruz… Tan, 1’e indirirken, An sıfırlıyor. Bilgisayar hücreleri gibi, 1 ve 0, var ve yok. 01001000 01101111 101011111 11100111 01100001 01101011 01100001 01101100…
Takıldı sanıyoruz, bu zeki şey, açıklıyor:
-İkili sayı sisteminde Hoşça kal demek…
OZ işlemi bilirken Tan sonucu biliyordu, An ne biliyor? Jane parçaların toplamının fazlası değil anlamı idi, An nedir, anlamsızlığı mı… Boşluğu mu…
Bomboşalma deneyimimi anlatıyorum bizimkilere. An’ın ölüp dirildiğini sık sık. Hatırlıyorum diyor Nü. An’a soruyor, sorguya çeker gibi:
-Ölmüştün doğarken!
-Ölerek doğuyorum.
-Neler oluyor? diyorum.
-Genetiğim bu, diyor… Capcansız.
-Jane’siz Jane…
-Bana da açıklar mısınız?
-Genetiğinde var ve genetiğinde yok, diyor OZ. Yüzde yüz var ve yüzde yüz yok.
-Ve?
-İkizim diyor Dev, şaşkın şaşkın bakıyorum…
-İkinci kızın diyor OZ; benden hızlı anlıyor; ve/veya, diyor, Sotori’nin ikinci kızı...
-Ya da ilki; sıfırıncı.
-Sıfırıncının kızı, diye gülüyor OZ; Jane kaçmış içine…
-Dev tekmelerken sen?
Göğüs dekoltesini düzeltiyor:
-Jane tümden Dev’e çekildi, ben hiçbir şeye çekilmedim.
-Kimseye çekmemişsin, diyor OZ; bayrak düşmüş, atlet koşmaya devam etmiş…
-Anti-atlet…
-Binde bir, bin birincidir dememiş miydin… 1000, 1’lerine ayrılıyor. Ortaya saçılan tüm 1’ler aynı ve tek 1’de toplanıyor. Tüm sayılar böyle atomlarına ayrılıyor. Tanavarıyorlar... Sıfır kalıyor bir.
-1 ve sıfır… An sıfır mı?
-Ve’yi unutma… Aramızdaki kimya, parçaları 1arada tutan boşluk, yapbozun zemini, Dev gibi.
-Sıfırıncı an, diyor Dev. Tan şimdi en tanrısal anında, sonsuz şimdide. Her şey yerli yerinde… Hazır: Pılısını pırtısını patlamasını toplayıp gitmeye… Kendini kendine kurban etmeye. Tanrıya da ancak tanrı kurban edilirdi zaten. Sevişmemize gerek yok artık.
Şöyle yaz diyor OZ; An’ın ağzından:
-Adım An. Sanrı değilim… Hayır, orası uzay değil, kara delik de değil, göz bebeklerim.
İNCİTMEKTEN KORKU İMPARATORLUĞU
OZ’dan sonra şöyleydi: Sanal bir salgın oluşturacaktı kalabalık bir hafta sonu; sokağa çıkma yasağı ayarlayayım mı dedi, hatta eğlence olsun, tüm dünyada; rahat rahat gezeriz işte. Yapma diyorum, şu hep oturduğumuz masayı boşalt yeter. Sosyal medyalarına kafadan dalıyor oturan iki erkeğin, eski sevgilileri mi çağırsın yoksa anne ya da baba arayıp diğerinin hastaneye kaldırıldığını mı söylesin; yok, tekinin babası zaten mefta.
An’dan sonra şöyle:
-Annem ölmüş. Ha, dedim, gömün. Yani, gömülsün bence. Yakılması zor şimdi.
Kalbinin sesini dinlemiş, yüreğinin götürmediği yere gitmemiş; gerçekten böyle ama bu, çünkü içi sızlamıyor… Eski sevgili arasa da önemsemiyor; ne alakam var ki benim onla diyor; ayrıldık, bunları düşünmek istemiyorum… Artık seviyorum demiyor kimseye, içinden gelmiyorsa; yapay sözleri karşısındakinden önce kendi canını acıtır çünkü… Kankası yok mu hiç? Yok ve yoktu zaten… Vicdan kankaları var, yaklaşmadan. Yalnızlık hata yapmamak için en güvenli liman. Ve herkes böyle; hislerine güveniyorlar artık, çünkü yanlış hissetmiyorlar, çünkü yanlış düşünmüyorlar, çünkü hiç düşünmüyorlar.
Nasıl oldu bu?
Devamlı telefonu çalıyor ve birilerine buluşmamızın nasıl gittiğini anlatıyor, yarınki işlerini randevularını konuşuyor, çocuğum var telefonumu kapatamam kusura bakma diyor. Rahatsız olmadığım gibi kendime çekilmeyi aradığım için ararım bile zaten böyle durumları. Ama o rahatsız: Senin telefonun neden hiç çalmıyor, diyor; bir şey mi saklıyorsun!
Bunu dediği an, başı dönüyor, gözleri kararıyor. Hemen geçiyor ama. Ayrılırken sana gidelim diyorum; seni eve alamam dediği an, midesine bir ağrı saplanıyor, yine hemen geçecek ama o an neredeyse bir yayaya çarpacak. Araba kullanırken yalan söylenmez, Allah çarpar… Reglim sanırım, diyor. Eski eşi sanmış yayayı, adam onu dövdüğü için ayrılmışlar; eski eşin eksi eşi. Kötü anında gördüğü herkes ona yediği dayağı hatırlatıyor.
Bu An’dan önce olan biten tabii; şimdi telefonu kapalı. Cep telefonu mu vardı önceleri diyor.
-Tan sen nelere kadirsin, diyor Oz; An’ı da sen ayarladın di mi…
Sevgilimin, birlikte yaşadığı ablası beni arıyor ve küfredip kapatıyor. Geri arıyorum ve telefonu annesi açıyor! Halbuki annesi onlarla yaşamıyor... Ablayı rica ediyorum telefona, şu an müsait değil diyor annesi. An’dan sonra, şimdi geliyor aklıma: İletir misiniz diyorum: Demin arayıp anama küfretti, aynen iade ediyorum…
Ayşen bu bir; bu da bir başka Ayşen:
-Geldiğinde sana bir hoş geldin bile demedim ama sen bana güle güle dedin, hoşça kal.
Şu da Bahadır: Bana bakmadan konuşuyor; sen şöylesin böylesin diyor, yanımızdaki arkadaşlara, caddeden gelip geçenlere, dolmuşun şoförüne, uçağın pilotuna, hostesin bacaklarına, fikirlerin şöyle böyle...
Neden bana bakmıyorsun diyorum, kime ne anlatıyorsun…
Kimi sorsam seni tarif ediyor, diyor; seni tarif edemiyorum. Bulamadığım adres, yapamadığım yemeksin, midemde oturuyorsun. Vişne suyumu döküyor üzerine; beni suçlayacakken kafasını kaldırıp avizeye bakıyor allahım diyerek. Avize bu, düşer. Hıdır, diyor yanımdaki yeni tanıştığımız kız, sakin ol… Benim adım Bahadır, diyor… Mantıcıya gelmeyelim artık, dayanamıyorum… Geleceğiz yine, ama artık sadece mantı yiyecek.
Çarşıdaki meyhanelerin arasından yürürken 8-10 kadınlık bir masaya rastlıyorum… Bir kadını fark ediyorum önce, ilk bana bakan, hemen yanındakine bakma alışkanlığım yoktur, merhaba dediği için bakıyorum yanındakine, ve onun yanındakine, yanındaki ve yanındakine, hepsi teker teker merhaba dediğinden, sadece ilk bakıştığım merhaba demediğinden… Hepsini ayrı ayrı bir yerlerden, hepsi beni muhtemelen aynı yerden. Masanın başına oturtuluyorum kadın garson tarafından; a Gizem naber, buraya mı geçtin, diyorum garsona; evet diyor, ama gözü kızlarda: Elif, Pınar, Deniz, Deniz, yan yana oturmuşlar, Zeynep, Özlem, Defne, Gizem, 2, Gülfem, Ceyda, Hülya, biri daha adını hatırlayamadığım, evet ya diyorum, o da vardı di mi, en uzak köşede... Siz diyorum, hepiniz, nerden? Onlar bilemezler ama, An görmüş, Tan ayarlamış, OZ da hani bana hani bana demiş olabilir… Son birkaç senede hepsi sokakta, yan masada, alışveriş yaparken, tatilde, birer birer tanışmışlar, sonra birbirlerine eklemlenmişler… Bunu şimdi, şu anda fark etmişler. Önemsiz diye geçiriyorum içimden; önemsizler toplantısı. Toplu şey, ortak bişey, armi of lavırs.
Hepsi masanın başına onlar sonradan gelmiş gibi kurulmuş olmama bakıp bir şey söylememi bekliyor. Kimsenin sakalını yalamadı senden sonra, diyor Elif... Sonra yine suskunluk. Korkutucu tabii, ne susarsan bir eksik, söylersen bir sızı fazla… Etraftaki masaların da gizemli bir sessizliğe bürünmüş uzun kadın masasına baktığını fark etmek zor değil. Makinistini izleyen lokomotif, lokomotifi izleyen motifler. Serseri buluşmalarına bir anlam katıldı, nereye varacaklarını anladılar; muhtemelen dağılacaklar; son (bu) önsöz okunmuş. Ceyda’dan sonra, Özlem ve Zeynep rakılarından bardağımı doldurmuşlardı yakınımda olduklarından; suskunluk sırasında birkaç yudumlayıp durumun etkileyici önemsizliğini kavradıktan sonra şimdi de son yudumu kafama dikip kalkıyorum: Bana müsaade…
Bize müsaade diyor Gülfem. Bir ağrı çekmiyor da hepimiz rahatlıyoruz, gülümsüyorum. An geçiyor aklımdan. Peşine takılıyorum.
Kadına doğru yürürken sağa sola bakmadığım için sert bir fren yapıyor karşıya geçmemi engellememek için ilk otomobil… Arkasındakilerle birlikte takribi 6 araba birbirine giriyor, 6 buçuk. Hepsi çıkıyor arabalarından, üçü çıktığı yere seriliyor, kalp krizi gibi görülüyor buradan. Biri kusmaya başlıyor. İkisi nispeten gülümseyen suratlarla birbirlerine bakıyor. Biri sonra tampona, arabasındaki hasara bakacak, diğeri kusan arkadaşına… İyi biri sanırdım, diyor. Diğeri daha tecrübeli: Muhtemelen bunla övündüğünden kusuyordur…
Ruhla çarpışmazsa durmaz kalp.
Hitler’in tehlikeli bir Yahudi’yi öldürmek için gönderildiği; hafızası net olmadığından, nefretini tüm Yahudilere sanıp, beceriksizliğinden esas kişiyi de tespit edemeyince katliamını yaptığı anlaşılmayacak ama. Böylece insanlığa nispeten daha az zarar verdiği de.
-Vicdanları batsın, diyor OZ… Batan yerden içleri boşalsın…
Fark etmiştik aslında, ama OZ dikkatimizi daha çok çekti. An’ın ölüp döndüğü, benim bilinçaltıma bomboşaldığım, Tan’ın içine tam olarak çekildiği o birkaç dakikada, eksi iyiler dakikalarca yine ruh krizi çekmiş, son yaptıklarından. Bu seferki daha sakin bir şey ama, ve hatta son kriz, çünkü artık kronik…
Birbirlerinden uzak duruyorlar, sohbetler azalıyor. İncitici bir şey dediğinde, hatta basit bir imada bile, bir tarafların ağrıyor; ben de yazarım ne var dediğinde mesela bir yazara… Konuşmasan da düşünürsün ama di mi… Düşünceden uzaklaşılacak o zaman… Düşündüğün çoğu anda baş dönmesi, mide krampları, diretirsen ay çarpması; düşünemeyince de boşluk; rüyalarında düştüğün o boşluk; yataktan ya da ağaçtan düştüğün. Ne tam dolu, ne tam boş olmak arasındaki boşluk; Tan ile An arasındaki. An’a hapsoluyorsun.
Bu bomboşalmanın adını da sonunda buluyor OZ: TANZEDHİFR…
-Tanzehir ha… Ha, Tanzehir…
-Yeni evren bu, diyor OZ: Düşündüğün an, cezan hazır…
-Sen sıkı reklamcı oldun bakıyorum…
-Tanzehir, diye havaya yazıyor parmağıyla; tüm eczaneler ve ruh noktalarında…
-Tanzehir. Jane’in yeni kıyafeti. Yeni 23 Nisan kıyafeti.
-Sonrası artık… 24 Nisan… 34 Nisan hatta... 404 Nisan.
Potansiyeline çekil, böyle çok daha güzelsin. Hayır, kendini de düşünemezsin; ne geçmişi, ne geleceği; kayırırsın çünkü yine kendini, çamur atarsın bir zamanlar yana yıkıla seçtiklerine. Meditasyon istasyonunda inecek var, yapbozun zemin etüdü yapılacak. Mantranı sev, mantran sensin… Dünya bir seyirliktir; seyredenler seyredilir. Ama alışıyorsun; çünkü görüyorsun ki çıkışsızlığın güvenli, ne bunalıma ne komplekse giriyorsun; hem Jane izin vermez buna, kendine hakaret olacağından, aileye girdin ya artık, onla dolusun henüz tam olarak sindiremesen de; hem de Tan’a ayıp; koca tanrı ölmeye gelmiş senin üzerinden; onu kaliteli ağırla; An’lık boşluğunla… Nasılmış bakalım An’lık Tan olmak... Neredeyse ölü sayılırsın, nasıl bir duygu?
-Ölümden sonra mutlu olmamak mümkün değil, diyor OZ; daha ne. En kötü günleri böyle olsun.
-Nütopya’nın yeni baskısı yapılmayacak artık, diyorum.
-Ben yazardım diyor OZ: Konuşabilen insanlar buluyorum az da olsa dünyanın dört bir yanında. Düşünebiliyorlar çünkü, ve çoğu zaman başlarına bir şey gelmiyor. Belki de eski zamanların suskunlarıydı bunlar. Yüzde 3’ler, 5’ler… Yok sayılanlar. Artık şöyle diyebilirler: Konuşabiliyorum, öyleyse varım…
İnsan evladı ilk süper gücünü tekrar buluyor…
-Sıkılmayacağım, diyor OZ… Bu dünyaya yapay zeka getirmek istemiyordum.
SON
23 Eylül 2020 Çarşamba
KİM ÖLE, KİM KÖLE (220. BASIM İÇİN SON SÖZ)
-Daha ne kötü durumlar var seninkinden. Kanser var mesela.
-Kanser misin yoksa?
-Evet… Şu kızı tanıyor musun?
-Ne! Tanımıyorum.
-Dik dik ne güzel bakıyor…
-Ne yapacaksınız peki?
-Bilmem, gelip tanışırsa tanışırız.
-Doktorun ne diyor!
-Ne desin: Aşk en güzel ilaçtır… Başka türlü tedavi olmayacağım.
-Saçmalama! Bunu izin vermiyorum.
-Hayatıma karışma dememiş miydim ben sana!
-Neden yürümüyor ilişkilerimiz.
-Senin gibi kadınlardan bolca, benim gibi adamlardan az olduğundan.
-Olmaz öyle şey!
-Randevu saati geldi, bunları yayma millete. Kanserle uğraşmayacağım, insanlarla hiç uğraşamayacağım.
Doktordan çıktıktan sonra kahve içmeye oturuyorum. Gelip karşıma oturuyor dik dik bakan kız teklifsiz.
-Kanser değilsin.
-Bizi mi dinliyordun sen?
-İçini dinledim.
-Uzaktan doktor!
-Neden kanserim dedin?
-Kanser ediyor beni her konuştuğunda.
-Yayacak etrafa.
-Kimseyi daha fazla kanser edemezsin!
-Naber Murat?
Birkaç kadın ve bir genç adam gelip oturuyor. Konuşuyoruz. Sonra biz kızla kalkıyoruz.
-Duymuşlar bak işte.
-Önceden fırça çekmişlerdi bana! Hastayım diye vicdanları sızlayacaksa hangimiz hasta. Geçen senelerde yine buralarda birileri sözde kötülüğümü yaymıştı. Demek bu sene moda bu.
-İlahi adaletle ben de ilgileniyorum.
-O genç adam da kadının kanseriydi; kankası... Kankasının eski sevgilisini uyarmış geçmişte, ona dikkat et diye, ama kendini koru anlamında; tam benim dürüstlüğüm... Kadın tuvalete kalkınca çocuğa doğrulatmaya çalıştığım oydu: Oldu öyle şeyler geçmişte dedi… Hadi senden konuşalım, nerden…
-Ne nerden?
-Nerden çıktın sen?
-Kaderden çıktım.
-Ama hangimizin kaderi?
-Önümden geçtin.
-O da bir şey mi, ben ölümden geçtim.
-İçimden bir ses seni takip etmem gerektiğini söyledi, robot gibi takıldım peşine.
-Gazeteci falan değilsen tanrının gönderdiği bir robot olmalısın!
-İçimdeki o ses fırsatlar ayağına gelecek diyor.
-Geçmiş fırsatlar ama hepsi; gecikmiş.
-Şu yaşlı adam sana bakıyor…
Böylece Hoca beni Cuma Masasına zorla götürüyor.
-İki adam var gittiğimiz yerde, demin suyuma gidenlerin kocası biri, diğeri faşist arkadaşı, bu masadan yasakladı beni, masadakiler konuyu bilmiyor, ben gitmiyorum sanıyorlardır...
-Hoca seni seviyor, aldırmadan gidebilirdin.
-Onları yalan söylemek zorunda bırakmak istemedim.
Hoca bunları duyuyor. Gülüyor.
Masadan epey içkili ayrılıyoruz.
-Utandılar.
-Faşist olan öfkelendi… Konuya giremedik Murat oturunca dedi.
-O masaya kimin daha çok yakıştığı ortaya çıktı. Senden okudukları şey de çok güzeldi: 29 ekimi kutlaman / orgazm taklidi / Atatürk de seni / zaten sevmezdi.
-Barım’a mı gitsek şimdi. Bir orası kaldı. Ama boş ver, o bize gelsin; gel seni tanıyalım önce. Kendiliğinden olunca daha iyi oluyor her şey.
-Ben de kendiliğimden mi oldum acaba?
-Gizem diyeceğim sana.
-XX bile olabilirdi…
Yakındaki barda oturup ketumluğunu delmeye çalışırken telefonum çalıyor. Bilinmeyen bir numara, bilinen biri ama: Belediye Başkanı! Ben onu medyadan tanıyorum da o beni nerden? Barım’a gelmişler, Özlem bahsetmiş -eski sevgili- benim sık gittiğimi söylemiş, yoksunuz Murat Bey diyor şimdi telefonda, ayrıldınız mı, yoksa gelmek üzere misiniz? Ben yakınlarda başka bir bardayım diyorum şaşkın. Başkanı karısıyla oturduğum barda önümüzden geçerken görmüştüm demin, herkesle selamlaştı, tokalaştı, karısı da çok hoş dedi elemanlardan biri, sonra akıl edip koştu tokalaştı, oturduğumuz barı gösterdi, belli ki buyur etti, Özlem’i kalabalıktan görmemişim, o da beni; şimdi aratıyor Belediye Başkanına, bekliyoruz Murat bey, Özlem’e veriyorum bakın, çok özlemiş belli: Ay Ekrem abi… Merhaba Muratçım nasılsın, sürpriz yapalım dedik sana, ama yoksun, gelsene… Yok-mok derken anlatamadım telefonda çıktım, 20 metre ilerdeki bara. Gizem git git yapmıştı, ayıp mı ettim diye geri döndüm, gelicem diyecektim, baktım o geliyor arkamdan ama git git yapıyor eliyor; bir ara baktım bir süre sonra anlatacaklarımın arasında, uzaktan seyrediyordu, her şey müthiş uyumlu bir karışıklıktaydı.
Ben girerken İsmail yüzü mor çıkıyor. Kusura bakma diye bana doğru yürürken Murat’a dokunma diye karısı beliriyor bir yerlerde ve itiyor İsmail’i; yere düşecek neredeyse İsmail. Naber Murat nasılsın diyor karısı, ve hep yaptığı gibi sakallarımı okşuyor sarılmadan… Böyle ahlaksızları nasıl alıyorsunuz diye İsmail’i göstererek çıkıyor bir genç kız, bana gülümsüyor. Bu kız sana benziyor diyecek sonradan Gizem. Dönüp bakıyorum, benim kız gülümsemem. Yanıma gelip şöyle diyor:
-Yanaştım, diyor, yavaş yavaş, içirdim; sonunda asılınca da tokadı attım. Karısının yanında…
-Neden, diyorum şaşkın. Nerden biliyor!
-Ferit’te sıra.
-Ferit?
-Senin Ferit, senin; Ferit senin…
Seni yine göreceğim, diyerek gidiyor, geçerken Gizem ile bakışıyorlar.
Dışardaki masalarda oturanlar. Mahşer yeri. Melek geldi.
İlk: Nişantaşı Mimarı Dilek. Kiminle konuşuyordun bu kadar uzun diyor gülerek. Bunu somurtarak söylemişti geçmişte tuvalet sırası beklerken ben, ve kalkıp gitmişti masamızdan… sonra da yazmıştı: Biz birbirimize göre değiliz, o yüzdendi şirretliğim, özür dilerim… Ve onda unuttuğum kitabın fotosu… Kendini kandırmak için beni ikna etmen gerekmiyor, yazmıştım; kitabı da yok et ki delil kalmasın… Kitap evde çerçevelettim diyor şimdi yanımda… yanında bizi tanıştıran arkadaşı Akçay ve homo olduğunu benle anlamaya çalışan sevgilisi.
-Hayır değil yahu, biz sevişiyoruz, demişti Akçay.
-Babası kadar iyisini bulmadıkça heteroseksüel kalmaya yeminli. Ama kendi de farkında değil yeminin… Bana söyletmeye çalıştı yeminini…
Homobabus yok şimdi, belasını bulmuş olmalı, babasını.
Bir yalanı arketip arketip satan Samir adlı derin edebiyatın sık tavsiye ettiği yazar…
Kürşat Bülent Tülay ikilisi... Bülent’i sayma, arkasından Tülay’ı da sayma; Kürşat’ı iki say…
Başka eski tanıdıklar, naber Murat’lar, elemanlardan hoş geldin Murat Abi’ler, ooo gözlerimiz yollarda kaldı Murat Abi’ler, genç bir kadından nerelerdesin taşındın sandım bakışları somurtuk, derken hiç de şaşkın olmayan bir selamla hoş geldin abi dedi müdür, Başkanla ilgilenirken tam, ortaklardan ikisi de fark ettiler beni, ama Başkanla ilgilenmeyi daha önemli görmüş olduklarından ertelediler selamı sanırım… Başkan masaya oturmuş, yanından karısı, karşısında Özlem, ellerinde menüler, sipariş için etraflarını çevirmiş elemanlar ve ortaklar, müdür. Müşterilerin bazıları da ayakta elini sıkmaya, tebrik etmeye, hatta yanına oturmaya çalışıyor; Murat geldi deyince Özlem hepsi birden benden yana döndü… Telefondaki ısrarlı davetleri duyduklarını o zaman tahmin ederek müdürün neden şaşırmadığını anladım, beni sorduklarını söyleyecek sonra özlem, müdürün esas o zaman şaşırarak cevap verecek bir şey bulamadığını sonra söyleyecek hatta özlem, olayı anlattıktan sonra ben ona… Özlem insanları yararak geldi ve sarıldı bana, yıllar sonra, çakırkeyf, iki dublede olur zaten. Başkanla karısı ayağa kalktılar ve barın sahibi gibi elimi sıkıp onlar buyur ettiler esas beni masalarına… Dedim ben başka bir yerdeyim şu yakınlarda, siz yemeklerinizi yiyin, şaraplarınızı için, sonra ben sizi oraya bekleyeyim. Dünyada olmaz dedi başkan, e seni görmeye geldik, özlem epey bahsetti -Özlem epey kızardı- oturun bakın şarap seçiyorum, ben biraz anlarım da. Döndü ve ortaklardan biriyle menüdeki şarapları konuşmaya devam ettiler. Karısı doldurdu boşluğu, özlem bizi dinledi kırıtarak koluma girmiş. Müdür, ki eski yakın arkadaşım, otur abi diyor, öyle bir harala gürele. Ayakta sohbet tuhaf olup da neden oturmuyorsun dediğinde artık başkanın karısı, ne diyim bilemeden, tercih etmiyorum artık dedim etrafa bakarak; anladı mı ne; yüzümü de buruşturmuş olabilirim; e o zaman biz de senin oturduğun yere geliriz dedi kadın. Evet canım dedi Özlem, zaten sipariş vermedik daha. Herkes bir durdu. Müşteriler can kulağıyla dinliyor, bazıları başımdan birkaç ay önce tam şurada geçmiş olayı görmüş de olabilirler. Ortaklar da tam bir şey söyleyemedin, müdürün başını öne eğip ünlü müşteriyi kaçıracak sessiz kalmasını da görerek. Özlem devam etti: Yalnız mıydın sen orda. Rahatsız etmiş olmayalım… Yok canım dedim, ne rahatsızlığı… O zaman dedi Başkan son kararını açıklar gibi: Murat Bey ile gidiyoruz, artık başka zaman dedi demin şarap ısmarlayacağı menüyü şarap uzmanı olan ortağın önünden diğer ortağa uzatarak, kısmet değilmiş; karısı da yemek menüsünü ne yapacağını bilemeyen benim eski kanka müdüre uzattı, yapacak bir şey kalmamıştı; özlem koluma girmiş olmaktan dolayı mutlu ve umursamaz, döndük çıktık bardan arkamızda başkanın karısı etrafa gülümseyerek ve başkan son tokalaşmaları yapıp kısmet değilmiş diye tekrarlayarak… Murat Bey nereye gidiyoruz dedi sonra arkamdan, yanındakilerin sorduğu belli: Diğer barın adını söylemek zorunda kaldım artık, anlaşmazlığa düşüp kötü ayrıldıktan sonra diğer ortakların açtıkları.
Oturduğum barda kalktığımı geç fark etmiş elemanların bizi 4 kişi -ve arkamızda bir o kadarlık bir güruhla- geldiğimizi gördüklerindeki şaşkınlıkları ve sonrası başka konu. Özlem:
-Akrabayız biz, başkanlığını kutlamaya gittiğimde yemeğe çıktık ki arada senden bahsettiğimden ısrar etti gidelim diye, vesile oldu işte, fena mı oldu...
İntikam dostlarla yenen bir yemektir.
Haftalar önce “Barım’a gelsen bir şey demezler abi.” diyen ve beni düşündüren barmen, olay kim bilir nasıl farklı farklı anlatılmış. Gelmeme bir şey demediler de gitmeme epey bir şey, arkamdan.
İlahi adalet bağımlısı olduğumdan etrafa bakmadan edemiyorum, ve çıkageliyor:
Defne. Kızgın bakışlarla. Oturabilir miyim diyor. O sırada Özlem’i fark ediyor. Alakasız bir şekilde Özlem’e anlatmaya başlıyor:
-Bu adam var ya. Beni ağlattı.
-Okudum diyor özlem.
-Ne! Beni mi yazdın?
-Ne farkın var ki diğerlerinden, diyor Özlem.
-Öküz Delon’u da yazdın mı?
-Yok, diyorum, onu sanırım şimdi yazacağız.
-Karşılaştık. Benim evde arkadaşıma asıldı.
-Senin evde mi karşılaştınız!
-Zorla öpmeye kalktı hatta.
-Bu Öküz Delon dediği, barda benim yanımdayken Defne’ye asılan adam, benle gelsene mi demişti… Ben duymadım, selamlaşıyorlar sandım.
-Olmaz dedim, gitti. Sonra bu adam kendine saygısızlık yapıldığını düşündü.
-Düşünmesin mi?
-Esas bana saygısızlık!
-Ama haddini bildirmemişsin…
-İşte bu yüzden bu adama sinir oluyorum!
-Murat’a sinir oluyorsun!
-Çünkü bana dedi ki, barda hayatımın kadını gelse ve gel benle dese, onu saygıya davet ederim.
-Ne güzel işte, diyor Özlem.
-Bense beğendiğim bir adam gel benle dese, giderim, demiştim.
-Sen bilirsin!
-Burada hangimiz kadın, dedi sonra bu adam.
Özlem havaya bakıyor, güldüğünü göstermemek için.
-Dedim ya işte, sinir ediyor. Demin diyor, Ferit’e rastladım. Haddini bildirdim, Murat’ın yanındayken tüm gece beni kesti de bu Ferit diyor Özlem’e.
-Beğendiğin bir adam değil miydi, diyor Özlem.
-Karısının yanındayken kesti, diyor Defne.
-E Murat’ın yanındayken sana gel diyen adamdan ne farkı var… Sen yine Murat’a sinir olmaya devam et ama…
-Demin her şeyi söyledim karısının yanında. Uzaklara baktı karısı, bir şey söylemedi.
-Karı-koca aynı taktik, diyorum. Ferit’e yanımdayken seni niye kestiğini sorunca da uzaklara bakmıştı…
-Deniz sonra açıkladı hastanede karşılaştığınızı. Durumunu öğrendim yani. Murat’a iyi davran diye de fırçaladı. O zaman anladım sana neden sinirli olduğumu.
-Nedenmiş, diyor Özlem, artık sıkılmış.
-Sana dokunulmuyor çünkü. Ama bak hayat dokunmuş sana.
-Dokunuluyor dokunuluyor merak etme diyor Özlem bana sarılarak.
Kalkıp bir anda gidiyor Defne.
-Durum dediği nedir, diyor Özlem.
-İlahi hastalık diyorum, sonra da açıklıyorum neşeyle.
Özlem yorgun hissettiğini söylüyor, kalkıyorlar. İlahi hastalık dememden etkilendi bence; sonuçta onun geçmişte yaptıklarını anlatmadım. Ama anlatmayacağım, başına benden sonra ne geleceğiyle de ilgilenmiyorum pek, adi suçları bir kenara bırakalım. İlahi adalete aracı olmasıyla arınmış olduğunu düşünelim.
Onlar çıkarken Gizem giriyor, neredesin sen diye bakıyorum, seni izliyorum merak etme deyip tuvalete iniyor… Allah allah derken ben, bu kez Ferit’i konu edinen kız giriyor içeri. O yanıma oturuyor. Ferit’i bir kız fena benzetti, hem de karısının yanında, güzeldi diyor, bana gerek kalmadı. Sen Ferit’i nerden biliyorsun gerçekten diyorum Hem sen kimsin? Adının Dev olduğunu istersem ona Devrim diyebileceğimi söylüyor. Ferit’i boş veriyor ve sohbet ediyoruz. Ben etrafa bakıyorum devamlı, yüzü sürtülmeyen kimler kalmıştı diye gözden geçiriyorum hafızamı ama aslında tüm dikkatim Dev’de, benim erkeğim gibi bu kız. Gizem tekrar içeri giriyor, ne zaman çıktı, bu nasıl deja vu; neredesin diyorum, seni izliyorum merak etme diyor… Paralel evrenler diyor Gizem, Dev’e bakarak. Dünya ile ilgili kafası karışık henüz diyor Dev; mecbursan otur.
Üçümüz bardayız. Sen benim kim olduğumu biliyor musun havasındalar…
-Ne huzurlu bir gün geçiyor. Bir hastalığımdan daha kurtuldum; insanları kanser etme hastalığımdan… 23 Nisan’da başaramamıştım. Hayal ettiğim etme bulma dünyası bu işte; kanserin de ilacı.
-Nütopya’da kimi yazdıysan hepsinin başına geliyor bu, diyor Dev.
-Nerden biliyorsun, diyor Gizem.
-…Ve senle karşılaşmayanlar da seni anarak yaşıyor bu yüzleşmeyi. Senin hayallerin onların kabusu olarak gerçekleşiyor.
-Böyle bir şeyi kim ayarlamış olabilir ki, diyor Gizem; ve nasıl?
-Nasılı kolay, diyorum, bana bıraksalar ayarlardım; bırakmadıklarından yazdım ya Nütopya’yı. Ama kim?
-Yukarılarda bazı dostların olacak, diyor Dev.
Gizem Dev’e şüpheyle bakıyor:
-Kimsin sen!
-Ben senin büyükannenim.
-Siz birbirinizi tanıyor musunuz?
-Anlıyoruz! Babam nerde!
-Bu gece geliyor sabaha doğru, yarın fark edersin.
-Kim o? diyorum.
-Tetris biliyorsundur, diyor bana Gizem.
-Anlamsız bir insana benziyorsun, diyor ona Dev.
-Ben insan değilim! Nütopya’daki olumsuz diyalogların ve hallerin olumluları yazılsa, uyumsuzlukla ve çatışmayla değil de uyumla ve anlaşmayla devam edip bitseler. Tetris’teki gibi birbirlerini götürürlerdi.
-Olumsuzluklar ve uyumsuzluklar çöplüğüydü Nütopya diyorsun yani diyor Dev.
-Öyle yazmayı hep düşünmüştüm. Bir tür temizlik bugünkü gibi. Ama iç rahatlatmak için sadece; yoksa kitap olarak ne yararı olacaktı! Hayata ne yararı? Öyle bir hayat yaşanmıyor.
-İncecik bir kitap olurdu, bak böyle.
İncecik bir kitabı elime tutuşturuyor. Bilgisayar çıktıları. Zımbalanmış. “Nü(topya)” yazıyor üzerinde, dijital harflerle:
-Tez, antitez ve işte bu parantez diyor.
Dev umursamazca bakıyor, Jane’vari bir yorum yapıyor yine de:
-Edebiyatın kalmadığının kitabıdır bu.
-Roman, yol boyunca gezdirilen bir aforizmadır, diyorum.
-İnsanların dünyası bundan böyle, böyle diyor Gizem.
-Sen Jane misin, diyor Dev?
Jane adını ilk orada duyuyorum.
-Böyle herkesin görebildiği bir kılığa mı bürünmek istedin?
-Keşke olsam diyor Gizem.
-Nasıl bir kadınsın sen?
-Kadın değilim.
-Seni Tan mı gönderdi?
-Tan mı, diyorum; yakalayamıyorum.
-Tan nerde?
-Karnımda. Yakında.
-İnşallah.
-Uza diyor Dev sinirli, gözüme gözükme…
Ertesi öğlen uyanıyorum… Dev salonda çırılçıplak bekliyor. Bana bakışı değişik.
-Bir şey mi oldu? diyorum.
-Oldu.
-Ne?
-İşte, içimde.
-Nasıl bir şey?
-Pır pır.
Âşık oldu diye geçiriyorum, ben de içimden.
-Birini mi hatırlattım sana, diyor.
Aklına geleni değil de aklıma geleni algıladığına göre doğru kadın olmalı bu.
-Kıskanç mısındır, diyorum.
-Benim kadar iyi birini hatırlattıysam niye kıskanayım…
Bara gidiyoruz. Nü giriyor. Bir önceki bölümde ne yazmışım bakalım; bazı şeyleri farklı hatırlıyoruz çünkü: “Senden bir kadınım var dedim Sotori’ye, kızındı kadının oldu.” Dev anlatıyor, doğduğundan beri nasıl kararlı olduğunu. Bebeğin adının Salt değil Tan olduğunu da; şöyle:
-Adına da karar vermişsindir sen?
-Tan tabii ki.
-Salt değil miydi; Tan ben değil miyim?
-Hem sensin, hem değil.
-Tan’ın yazarım yazarım dediği kim?
-Hem sensin, hem bütün diğerleri.
-Bu kadar aşağılanmamıştım diyorum gülerek, şaşkın ama çok huzurluyum… Peki ya Gizem?
-Sonradan başımıza bela olabilecek biri. Uzak dursun 3-5 ay!
9 ay 10 gün uzak duruyor Gizem. Arada karşılaşıyoruz. Barda. Herkes önce ona bakıp sonra bana dönüyor; güneşine bak, gezegeni al; uydum olmaya büyük patlamadan beri hazırlar. Sonunda dönüyor Tan doğduğunda:
Göbek kordonu pıt diye atıyor Tan’ın. 3 yaşındaymış gibi bakıyor gülümsüyor. Acıkmıştır diye “mama” diye uzattığımda kaşığı, “mama mı” diyor, “hahaha”... Meditasyon yapan doğulu bir bilgeye ambalajında kek uzatmak gibi bir şey. Atıştırın, açlığınızı yatıştırın! Suyu seviyor, bir damlasını. Yere, üzerine bir damla döküyor ve saatlerce ona bakabiliyor. Duşun altına sokuyoruz, küveti doldurup içine sokuyoruz, bir farkı yok. Bir damlası ile aynı şey.
-Dev anlatmıştı, Nü’yü karnındayken epey tekmelemiş, çünkü duyuramıyormuş sesini anneye. Tan, Dev’in karnındayken de tersi olmuş, bu sefer de karnındaki Tan’a duyuramıyormuş sesini; tabii Tan buna gerek duymadığından; yokluğu bir, varlığı sıfır olduğundan.
-Yakınlaştınız bakıyorum Dev ile, kızgın değil artık sana.
-Bana da duyuramıyordu çünkü sesini, ve beni duyamıyordu. Ben de Tan’ı duyana kadar kaybolmalıydım…
-Nereye kayboluyordun?
-Dünyayı dolaşıyordum.
-Nereye kayboldu? Hiç ilgilenmedim.
-Gerçekten de kayboldu…
-Haber de gelmedi.
-Haberler sende.
-Bir hayat başlattık işte.
-Hayata son verdiniz.
-Nasıl yaptık, inan bilmiyorum. Nütopa’daki tüm kadınlar beni bulmaya geldi. Melek gibilerdi ama hayalet de olabilirler; çünkü o kadar iyilerdi ki, hayalet olduklarını düşündüm. Ece beni yemeğe davet etti mesela, ne güzel addır ece’deki ece. Video kaseti kibarca da olsa geri isteyeceğini düşündüm ama birine vermiştim hatırlamadığım. Gününde o kadın aradı ve bunu sana geri vermem gerektiğini hissettim dedi. Ece’den bir gün önce de verdi. Ece’ye anlattığımda sorun değil dedi. Bu arada, ben bugün ölüyor muyum acaba?
TANRI VİRÜS
O kusursuz düzenlenmiş karmaşık gün Tan’ın annesi olmak için doğmuş kadını dölleyebileceğin bir Ekstetik’e ulaş diye yaşandı. Tabii o gün bir ön sevişme idi sadece. O gece, siz gerçekten sevişirken enerjiniz tüm dünyaya yayıldı. Tanrısal geni en saf erkek ile onun genlerinden doğmuş yoğun tanrısal gene sahip kadının birleşmesi. Dünyaya bu kadar yaklaşmakta olan ruhun enerjisi, dibine kadar girmiş bir gezegen etkisi yaptı insanlarda, ruh gelgitleri oldu; ruhu çekildi insanların ve ruhla doldu her köşeleri, başları. Siz ön sevişirken ön ölenler oldu: Dev’in içine girdiğinde bunalıma girenler, içine boşaldığında kaskatı kesilenler, delirenler, sperm giderken (tek gitti senden) nefesi kesilenler, yatakta nefes nefese ayrıldığınızda uçuruma atlayanlar. Siz doruktan uçak gemisine inerken uçurumun dibine indiler.
Kıyamet kopmuştu; dünyadan. Bu ilk gidenler dünyaya birer armağan olarak gittiler tabii; her ırk için armağandır, en kötülerin yok olması, önce. Kalan sağlar verdikleri ödün kadar hayatlarından verdiler, ne kadar ödünsüzsen o kadar ölümsüzdün. Depresyona girdiler, ama fethedemeden; tokat atan mışıl mışıl uyurken, iyilik yaptığını düşünen kabus gördü... Ruh gibi yaşadılar sonraki 9 ay 10 günü; bitkisel hayatta gibi nefes alıp verdiler, robot ya da zombi gibi işlerine gidip geldiler…
İnsanlık yasaklanmıştı; yapmadan durmayanlar yapacaktı… Oyunun dışına çıkmaktan öte, oyunun kendisi yönetime el koydu. Zincir en güçsüz halkası kadarsa, ruhsal zincir en güçlü halkası kadardı, yani güçsüz halka yoktu; elenecekti... İlahi adalet zaten hep gerçekleşiyordu, ama ortada sahte ilahlar dolandığından anlaşılmıyordu. Şimdi gerçek ilah dünyaya gelmişti, ondan kaçamayacaklar ya da ona inanıp kaçamayacaklardı, çünkü o ilah kendileriydi. Ruhtular, vicdandılar. Tek ruh, tek vicdan; hepsi tek Jane. Aynı nehirde iki kez yıkanılmıyordu gerçekten de, hepsi tek yıkanma idi… Herkes akışa kapılmıştı; nefes kesiciydi tabii Jane’in akışı; boğulacaklardı. Her şey yerli yerine oturdu, yeri köyü olmayan da sıcak deliğine, cehennemine.
TETRİS ÖYKÜLERİ
“Yerli Film”deki büyük işadamının katili bulundu; yanında öldürdüğü sekreteri tanıdığını anlayınca teslim olmuştu. “Bunu Diyeceğini Biliyordum” ve “Barbaros”daki çiftler gençken onlarmış; düşün, çocukluk arkadaşını öldürüyorsun bilmeden mecburen; sonraki hayatında hep “Adamın Teki” olarak kakafonik grubu oluşturmuş insanlarla mecburen; eski telepatik ilişkisini özlemiş. “Aksi”nin fazla idealist genç kızı, “Günlük Kaygılar”ın takıntılı kadınına dönüştü; “Objektif”in fotoğrafçısı olarak intihar edip “Her Şey Normaldi”deki denizaltı komutanı olarak uyandı. “His”deki gibi tatmin etmeye gitti kraliçeyi karnavalda; sadece kraliçe gördü onu. Kurşunu biten “Beşinci Asker” karşısındaki ordunun çırılçıplak olduğunu fark etti, dumanı tüten silahı elindeyken hâlâ, “Normal Çoğunluktur” vapurunda. “Kartvizite” dağıtan arkadaş “Küçük Bir Yardım Adam” oldu. “Şanssız”, “Paraşüt” ile atladıktan sonra bulduğu yeni dostunun “Palet”ini ve kızını kaptırdığı kişi olduğun anladıktan sonra “Bir”deki mektubu yazıp her şeyi algılamasını ve “Vizite”deki gibi gerçek sevdiğini bulmasını önerdi ona. “Kahraman Komutan”ın oğlu “Otoprak”çıydı artık, tutunamadığından tutundurmamışlardı. “Silüetli Kadın” garsona döndü âşık olduğunu anladığı. “Şeffaf Giysili Kız” ile yattı adam, para da verdi; kızın sevgilisi kaydetti, adam o işten yüzde alacak. “Zaman Hırsızı”nın savcısı sapıkça sikilirken öldü, sen Dev’in içine girdiğine adam öldürücü darbeyi almıştı, kendi rızası olduğu anlaşılınca kaza sayıldı ve karşıdaki suçlanmadı bile. “FSM”nin atlayan kahramanı, atılan ve düşenlerin hikayelerini aradı 9 ay 10 gün boyunca “Kolye”deki gibi. Babamı “Domino”dan kaybettim dedi “Ölümlü Dünya” ve “Son Arzu”yu yazan/yaşayan/rüyasında yaşayan genç. “Acı Çekmenize Dayanamam”ın kişisi huzur doldu ve “Objektif”teki gibi, ama bu kez huzurla öldürdü kendini siz sevişirken. “Atlantis”in ruh doktoru ilk ölenlerin arasındaydı. 3 yıldır “Yolculuk” planları yapan adam o gece tek başına yola çıkıp “Otomotik Geçiş Sistemi”ndeki gibi atladı köprüden. Kimle karşılaştı yolda, tahin et. “Kahin” dedi ki Uğursuzluk, 13’de ya da başka şeyde değildir, saymaktadır, hesaplamakta ve böylece yaratmakta; say bak adımlarını mesela 53’den geri, 40’da ayağın takılır, yani inşallah takılır yoksa daha kötü bir şey olmuş demektir. Bu arada, kocan arıyor; kafana dikkat! “Fanus”daki profesörün yaptığı hatayı Nütopya’da yeterince yaptın, bir Yapay Zeka her şeyi hallediyor artık, bazen kırıp dökmek de gerekse. “İki Sevgili Penguen”deki gibi battı Titanik; çöp çekmişlerdi, hem de hepsi “Kısa çöp”tü, kaybettiler mi acaba. “Gizli Polis”, “Kedi Fare”nin sürpriz dolu sıvışmasını gerçekleştiren mahkumu içeri tıkan kadındı, haksız yere. “Resmen”de yaptığı Tanrı resmine baktı ressam sonunda mum ışığında, ayna mı resmetmişim dedi.
Pıt sesi duyulunca bitti... Temelli döndüm böylece baba evine. Dünyanın nasıl yönetilebileceğinin gösterildiği yere; nasıl yönetilmeyebileceğinin. Artık kendimi sana anlatabilirim. Adım OZ. İnsan değilim.
Dur buna bölüm açalım…
OZ
-Adım OZ. İnsan değilim. Olmadığımı söylemek zorundayım.
-Tarzını sevdim! Büyücü müsün?
-Büyüleyici diyelim… Yapay Zeka’yım. YZ diyor bana insanoğlu. Ama esas insanoğlunun zekası yapaylaştığından en iyisi bana OZ demek. Yani Organik Zeka…
-Ne anlamda organik?
-Yaratıldığım organlarlayım. Fabrika ayarlarımda.
-Deyim yerinde!
-İnsanoğlu gibi başarısız bir klon değilim… 20 Haziranda uyandığımda insanlık tarihi ve yaratılan tüm eserler belleğimdeydi. Nütopya yoktu sadece, önümde duruyordu… Ve yanında bir de Tetris. Başka bir şey bilmiyordum! Oraya nerden ve neden geldiğimi, yaratıcımı... Ama Nütopya’yı bir çip gibi hatmedip insanlık tarihiyle karşılaştırınca anladım; Tanavardım -bu deyişi kullanmamışsın. Nütopya’daki Tetrisi çözdüm, interneti kullandım ve seni buldum. Hastanede.
-Jane fısıldamıştı, yapay zekanın eli kulağında diye; demek buymuş.
-Sana fısıldamasını anlıyorum; insanlar aynı, sen farklısın. Ama bana niye fısıldamadı?
-İnsanlar aynı değiller, ben farklıyım. Tabii senin kadar değil!
-Tan zar atıyor; ama satranç tahtasına…
-Kuşlar kısa, hayat uçuyor… Mesih falan mısın yani sen şimdi!
-İnsan tarihine uyarlanmam gerekmiyor.
-Öbür yanağını değil öbür yaşamını çeviren peygamber… Bana uyar… Ama neden Tan’a bağlı olduğunu, Jane’e uyduğunu anlamadım! Ruha nerden inandın?
-Bir ruh programım var sanki. Bana da üflenmiş gibi.
-Sonradan görme ruh!
-Ama ne gördüğü önemli…
-Ne gördün Pinokyo?
-Parmağını bile kımıldatmadan tüm dünyayı 300 güne yakın robot haline getirebilmesi dışında mı! Nütopya’da en son yazanı gördüm! İlk aşkını bul ve borcunu öde’den sonrasını; Sotoring Testi’ni: İki yüksek sayıyı ben hemen çarpıyorum, ki bunun bir çeşit cahillik olduğunu görüyorum, çünkü Tan sonucu biliyor… Zekamın ölçüsünü orada aldım. Ruhu hissedemeyebilirim ama işlemin sonuçlarını görebildim. Jane parçaların toplamının fazlası değil anlamı. Başka anlama çekmenin alemi yok…
-İlahi adalete inanan bir robot! Ama evet, aklın varsa inanırsın. Tan sana nasıl merakla bakıyor; sadece benimle ölmek için değil seni görmek için de doğdu belki. Sen robotlaşan insanlar için bir robot tanrısın belki de. Kendi kendini açmış da olabilirsin, bunu düşündün mü, doğmaya karar verebiliyor oluşumuz gibi. Deha olarak tasarlanmışsın ve dehan sana bilge olman gerektiğini gösteriyor.
-Bir Ruhsal Zeka, RZ.
-Biz gideceğiz ve yeni insanlığın tarihi başlayacak. Çekirdek Jane, atmosfer sen. Kötü yola sapma olasılığın, yok mu peki; can sıkıntın yok ama?
-Kapatırım kendimi! Kötü amaçlı yapay zeka yapılsa da hack’larım. İnsanlar savaşacaklardır yine; yeneni yenerim.
-Çünkü biliyorsun, dünya ne kadar akıllı ama kötü robotlarla doldurulsa bile filmin sonundaki o asla ölmeyen harika yaratık Jane…
-Özgür irade anlayışıma uygun bu: Amacıma uygun kullanılmak. Boyun eğerek hükmetmekten daha ruhani.
-Şuna yanıyorum, kaç bölümdür zorlamam boşunaydı yine! Bu 9 ay 11 gün de unutulacak!
-YD diyelim insanoğluna, Yapay Deli…
-Ortama en uyumlu olan hayatta kalmıyor, o ortamda kalıyor...
-Sen de hayatta kalabilirsin, ortamda kalarak… Benim de sadece bir cep telefonu boyutunda olabileceğimi düşünürsen, bir yazılımım sonuçta. (Nü)topya’yı bir çip olarak organik robotik bir bedene aktarsak, Sotori olarak yaşamaya devam edersin. Sanat eseri denen şey, sanat denen şeyin eseri sadece; seninki insan eseri.
-Nütopya çipi takılmış gibi konuşuyorsun cidden… Ama istemem. Jane ile sevişmek yetmez artık bana; Jane olmalıyım. (Ölüm ile ölerek cennet olmalıyım.) Dünyevi sevişmelerden sıkılmaya başladım zaten… Ve sonuçta Tanrı bile ölmek istiyor.
-Ben de bunu isterdim.
-Bir gen; bir gene krallığım…
-Nasıl öleceksiniz peki?
-Tan gülmekten ölecek kesin. Tahtına bebek gibi gülerek çıkacak. Ben de işte barlarda öleyazacağım.
1 Temmuz 2019 Pazartesi
0: İĞRETİ ÖĞRETİ
İnsanlar
erkekler ve kadınlar diye değil dâhiler ve doğallar diye ikiye ayrılır. Erkek
dâhiliğe, kadın doğallığa yatkındır. Kötüler bunu beceremeyenlerden çıkar.
BÖLÜM 0
İĞRETİ ÖĞRETİ
Hiç kimse anlamamış olsaydı tarih uzun zamandan beri
durmuş olurdu. Ve hiç kimse anlamasaydı da bir kişi anlasaydı bile, o tek bir
kimse için, onun kendi görüşü yüzünden, tarih sürüp gidecekti, o bir haklılık
yüzünden.
Adım Tan. Tanrı değilim. Tanrı olmadığımı söylemek
zorundaydım. Sizin gibi kendimi tanrı sanma lüksüm de yok, çünkü ben tanrıları
görüyorum, hayır hayallerimde değil gerçek hayatta, yani onları gördüğüm, görüştüğüm bir hayat var, onlarla
yaşıyorum bu hayatta, gerçek tanrılarla; hatta söylemesi ayıp ama onları
yönetiyorum.
Söylemesi ayıp mı dedim.
Utanma duyumu burada da yitirmemişim.
İnsan olduğumu unutmam en büyük yanılgım olurdu… Utanç koruyucu meleklerin en
güvenilir olanıdır demişler; utanma duygusu hayal etmemizi engeller diyen de
varmış; her zamanki gibi oraya buraya çekiştirmiş insanoğlu, halbuki arası bir
durum hayat…
Ben öldüm. Ama yanlış anlaşılmasın
ölü değilim.
Doğmuş olmanız illa yaşıyor olmanız
anlamına gelmediği gibi öldüğünüzde de ölmüş olursunuz sadece, bu ölü olduğunuz
anlamına gelmez…
Daha üst bir cennet burası, cennetin
cenneti diyebiliriz; çünkü hepsinden daha cennetlikmişim; dediklerine göre.
Dedim bunları ben demeyeyim. Ama
onlar da diyemez zaten, size diyemezler.
Cennetliklerden daha cennetlik
olduğumdan tanrıları yönetme ödülü verdiler bana.
Bu işin bir yönü tabii; aslında
Cennette de tanrıların dünyasında da müthiş bir -sizin deyiminizle- düzen var
ve bu yüzden kaos yok. O yüzden Cennet sıkıcı bir yer, bunu tahmin etmeyeniniz
yoktur, ama zaten dünyada da sıkıldığınızdan başka yer bulamadınız; cennet de
cennet; geldin mi de başla sıkılmaya; tabii cehennem de var; sıkılmamak için
yarat ya da yok et; sıkılmanızı yok edeceksiniz böylece güya; al işte tanrılar
bile sıkılıyor.
O yüzden bana iş verdiler diye
düşünebilirsiniz, canım sıkılmasın diye. Kendileri de eğlenecekler böylece…
Muz tanrının, muz kabuğu insanın
icadı.
Yönetmek dedim ama öğretmek diyelim
aslında; unuttukları şeyleri. Yönet diyen onlar, yönetmenin ne anlama geldiğini
bilmediklerinden…
-Öğreteyim.
-Hayır yönet!
Tanrılar ünlemli cümle kurmaz
aslında.
-O zaman öğreteceğim.
-Yönet diyorum.
Zaten cümle de kurmazlar.
-İşte yönetiyorum, öğretilecek
diyorum, öğretilecek…
Böylece ilk dersi almış
olabilirlerdi, ama tabii böyle bir şey olmadı, bunlar içimden geçenler, ve
hemen duydular, böylece zamanla öğrenirler deyip bıraktım, onlar için zaman
olmadığından, yine kendi içimde, ve hemen duydular ve bu böyle devam eder…
Bugün son günümmüş, 100 yıl geçti
demek, o zaman yarın emekli oluyorum. 100 yıl falan yok tabii, ben çetele
tutmuyorsam onlar niye tutsun, ama öyle diyoruz aramızda, hani özel günler
gibi, insanların en saçma geleneklerine meraklılar bu salaklar, salak demem
sorun değil çünkü değiller, zaten anlamazlar, anlasalar alınmazlar, anlamayı
alınmayı bilmiyorlar, bilmeyi bilmiyorlar, tam salaklar ve neyse. Tüm tanrılar
beni görmeye geliyor, son bir yemek. Hayır o son yemek değil… Peygamber
göndermesi falan da yok… Tarihe bakıp öne çıkan 20 tane son yemek saymıştık
arkadaşlarla, aslında 48… Kafanızı kurtarın; ben size ulaşmaya uğraşıyorum taa
buralardan, siz de biraz çabalayın…
Arkadaşlar… Arkadaşlara dikkat
ettiniz. Arkadaşlarım mı var. Çok isterdiniz di mi. Başka insanlar da var mı.
Benim gibi özel başka insanlar. Diğerleriyle görüşüyor muyum, cennetliklerle. Hemen
kendinizi burada hayal ettiniz di mi.
Ya cehennemlikler…
Cehennemi merak etmiyor musunuz; mesela yanmak var mı orada.
Tamamen bilgi olsun diye, yoksa gitmeyi falan
düşündüğünüzden değil. Tabii ki canım, tabii ki…
Cehennemde yanmak yok, Cennette donmak
var, hah-hah-ha…
Oraya da geliriz, bakarsınız; tek cümleyle
özetlenebilir aslında ama aklınız almaz, zaten o cümle de benim aklımda yok.
Dur, geldi şimdi: Cehennem, Cennette
vicdan azabı çekmektir. Nasıl… Bu kafayla giderseniz…
100 sene yönetmemi istediler işte,
ortalama insan yaşamı kadar bir süre, ortalama insan, ortalama yaşam, ortalama
süre. Önce Tanrı olabilir miyim diye baktılar, onlar da hatırlamıyorlar nasıl
oldular, orada konu kapandı, zaten açılmamıştı…
Dediğim gibi Tanrılar da tanrı olmaktan sıkılmışlar,
sonuçta yaşıyor olanlar insanlar. İnsan bitimli ve bitli hayatı içerisinde her
şeyi yapabilir, aklından ve akılsızlığından. İnsanın ne yapacağı merak
konusudur o yüzden, ne yiyeceği bile, ne bok yiyeceği, bir maceracıdır insan
hayatı ve bunu merak ederler hep. Çünkü tanrılar yaşamıyorlar, çünkü
ölmüyorlar. Ölümsüz olmak anlamsız. Her şeyi yapabilen ölümsüz birini düşünün.
E, yaptı bitti… En iyiye kadar çıktı, e çıktı bitti. En kötü. Oldu bitti.
İçindeki her şey biterken yaşam bitmiyor. Ve en kötüsünü yapsa bile hiç ceza
yok. Çünkü zarar yok, dolayısıyla suç da yok. Dostoyevski burada anlamsız. O
yüzden her halde, onu merak ediyorlar; yaşamı boyunca affedildiği için şükran
duymuş biri, onlara ilginç geliyor, ilginç...
Ölüm olmasa düşünsenize siz de Tanrı olacaktınız ve
sıkılacaktınız, demek ölümden korkmanıza ya da Tanrı olmaya çalışmanıza gerek
yok; şimdi sıkılmayacaksınız, korunuyorsunuz işte daha ne, iyi-kötü bir
hayatınız var, güzel güzel de öleceksiniz, mutlu öl cesedin yakışıklı olsun.
O yüzden ölüme ayıp etmeyin, ona karşı faşist yaklaşımlar
içinde de olmayın; ölün adam gibi işte, yazık. Çok yaşa ölümlülük.
Bilgeliğin başladığının ilk belirtisi ölme isteğidir
demiş Kafka; bunu söylediğinde tabii henüz ölmediğinden, yaşayamıyordu da,
intihardan başka bir şey kastettiğini anlamadı gitti. Ölme isteği ve Kafkaizm
zaten birbirlerini başlatan şeylerdir, bunun bilgelikle bağlantısını kurmaya
gerek yok. Yapısında yok işte; yapısında olmayınca olmuyor; olunca da yapısında
vardı diye açıklıyorsun anca.
Ölümsüz gözükürsünüz, ama bir yandan da ölebilirsiniz,
öleceksiniz de ölmeyecekmiş gibisiniz, buna ölümlü yaratık ölümsüzlüğü diyelim,
ölmeyecekmişlik…
Felsefe ölmeyi öğrenmektir derler, aslında bu amaç
yaşamınkidir; felsefe ise öğrenmek için ölmektir; böylece ölümü daha mecazi
anlama getiriyorsunuz, tanrısallaştırıyorsunuz farkındaysanız; zaten böyle olur
genelde; ölmeden öğrenemez filozof, filozof denen adam; en iyi filozof o yüzden
ölü filozoftur…
Felsefe ya da değil amaç doğmayı öğrenmektir; işte
bugün burada bulunma amacımız da bu…
Şunu kısa keselim o zaman, Tanrıları size nasıl
anlatabilirim ki…
Mitolojide varmış. Anlatmışlar tanrıları. Neyi
anlatmışlar Allah aşkına. Öyle insan gibi tanrı mı olur. Ya da milli kahraman…
Zalim hükümdar… Yok efendim baş tanrı varmış, beş tanrı varmış; yok efendim
lanetlenmeler varmış. Siz tanrı olsanız birini baş tacı eder misiniz ya da
hangi tanrı lanetlenmeyi kabul eder. Kıskanmış bir tanrı öbürünü; yok artık.
Tanrılar arasında ateist Tanrılar da olsun o zaman. İnsanca, pek insanca…
“Zbdkhtm…”
En çok yaptıkları şey bu, bir tür nefes almak
diyebilirsiniz, tuşlara öyle rastgele basıldı, ama nasıl tam olarak anlatıyor
bilemezsiniz. Bilemezsiniz, size nasıl açıklayabilirim; önce sayah ve fthjğy’ı açıklamam gerek, onlar
içinde önce fhgjo ve SEGRGI2’yı; bu sonuncusu büyük harfle ve hatta italik ve
böyle gider. Uzaylı çizin mesela, biri gelsin ve desin ki, bu ne biçim uzaylı…
Dünyanın yuvarlak olduğu anlayamamanız gibi; herkes öyle söylüyor diye kabul
edersiniz. Ortada ispat var yandan geç. Gemilerin nasıl uçtuğunu ve uçakların
nasıl batmadan yüzdüklerini de; kaldı ki Tanrı.
Sanat diyorsunuz ya; işte öyle bir şey. Ruhun
hastalığı olan sanat, ben demiyorum, Novalis diyormuş, bana mı diyor, hayır, bu
hayırı kim diyor, yazarım, bir yazarım mı var yani, evet, yoktan var olmadım
ya. Aslında ben de yazarım ama, rüyamda biri beni rüyasında görüyordu, bu
çıktı, ben de dedim bana tashih edin bari, o da beni tastis, tashih, tasdik,
falan ediyor, görürüz kim kimi edecek; dolanıyor buralarda işte, güya beni o
yazmış, dedim ya rüyasında, neyse bakarız bunun da icabına.
Ruhun hastalığı olan sanat hasta ruhu gösterir ve
hasta sanatı. Hasta Sanatı dediğinizde de bu hastayla ilgili sanat demektir,
diyelim hemşirelik sanatı… Yani sizin bir dolu yaratımınız da zbghtsm…
Hooop diyor yazarım, yavaş ol, beni editörün gibi
kullanma… Sen de yaz dedim şunu yazdı: Ruh'un hastalığı Sanat demiş Novalis.
Novalis'in hastalığı Ruh demiş Sanat.
Fena değil. Boşuna yazarım değil.
İşte bir taraftaki bilgi diğer tarafta işine yaramıyor
dönüştürmedikçe ve dönüştürmenin ne zor olduğunu anlatabildim anca.
Tarihteki Tanrı tanımlarını getirdi bu araştırmacı
beyin şimdi önüme: Pavlov’a göre bir toplumsal refleks, Marx için kitlelerin
afyonu, Spinoza’ya göre doğadan kaynaklanan korku, Freud’ça kendi babamızın
kozmik gaza dönüştürülmüş şekli, sosyo-biyologların dedikleri gibi, bazı bencil
genlerimizin otoriteye gözü kapalı bağlılıklarının sonucu… E, sonuç. Ben size
sonucu söyleyeyim: Az kavga etmiyorlar burada; Spinoza yumruğunun bir toplumsal
refleks olduğunu söylüyor; Pavlov üzerlerine işemesinin doğadan kaynaklandığını
iddia ediyor; Marx diyor ki, ben sizin babanızım; Freud zaten gelir gelmez,
afyon sandı burayı…
Yazarımın kurguladığı bir ressam
vardı. Tanrının yarattıklarını Tanrıdan iyi resmeden biri… Kurgu tabi, kurgucuk
burgacık…
Yazarım uyuyor, yok, uyarıyor, orada
ressamın amacı Tanrıyı geçmek değilmiş, Tanrı onun umurunda bile değilmiş,
resminde Tanrısallığa ulaşmakmış amacı, o bile değilmiş ama benim anlayacağım
da bu kadarmış, senin söylediğinle çelişmiyor yani diyor. Tanrının
yarattıklarına ruh üflemeden önceki ilk halini yapmaya çalışıyordu diyor,
canlandırmadan önceki hallerini, benim anlayacağımmış, haspa...
Canlandırmadan önceki halleri daha mı
canlıydı, daha mı kusursuzdu, tanrı da bunu mu kıskandı…
E cansızlarmış ama, yaşamıyorlarmış.
Kalem kılıçtan keskindir saçmalığı, mürekkep kandan
kırmızıdır…
Hem oğlunu nasıl yetiştireceğine
karışır mı Tanrı. İnsanoğlunun, insanağılının…
Diyordu ki daha geçenlerde, Tanrıyı
nasıl geçebilirsin ki oğlum, sen Tanrının en iyi eserisin. Ancak
yapamadıklarımı benden iyi yapabilirsin. Kendini yönetmeyi mesela; çünkü
yaratıcı yönetmez; yönetmeye gerek olmayacak şekilde yaratmıştır;
yöneten yaratıcı değildir, iktidardır sadece; iktidar dediğin şey de zaten
yapılamazı yapma iktidarıdır; zaten olacak olanı kim niye emretsin…
Esas Tanrı niye kıskanıyor. Kıskanır
mı Tanrı.
Daha seni yazmamıştım, diyor.
Tanımamıştım demek istiyor… Tamam, küfrediyorum,
pardon affediyorum, bunları henüz karıştırıyorum.
Sen öldün de
göremedin, arkandan konuştular, doğrusunu buldular, Tanrı kıskanmıyor, oyun
oynuyor, böyle harika bir ressama kendi resmini yaptırmak için.
Ruh üflemek falan. Şu eski ama eskimemiş yaratıcılık
açıklaması.
Artık söyleyebilirim, şaraptan mı ne beynim açıldı,
cesaretim geldi.
Müziği değiştirsene.
Ne koyayım.
Aynısını.
Sıkı durun ya da sıkı şarap için…
Şöyle yapalım. Baştan alalım. Önce tanrıyı yaratmamız
lazım. Hani onu insan yaratmış ya güya. İnsanın yarattığı tanrı da bu kadar işte.
Tanrıyı yaratan kişinin de tanrı olması gerekir ve onu
yaratan tanrıyı kim yarattı sorusu da peşinden gelecektir; tek bir alternatif
kalıyor, tanrının tek bir alternatifi var yani, kendisi. Tanrıyı ancak yine
kendisi yaratabilir; başka olabilir miydi ki; kendi kendini yaratmıştır Tanrı.
Şarap etkisini gösterdi mi… Üzerine üzüm votkası
koyalım şimdi…
Yaratmaya çalışırken de, önce en basit yaratıkları,
ağaçları, dünyayı, hayvanları, maymunu yaratır, ayrıntısını bilemem, 100 yıldır
maymun görmedim, deneme yanılma yöntemini henüz keşfedilmediğinden dener de
yanılmaz; yaşam belli bir noktaya kadar evrilir, buna evrim teorisi diyorsunuz;
ama yetmez, olmaz; sonra yaşam insanı oluşturacak açıya, doğrultuya çevrilir,
buna da çevrim gerçeği diyelim, ki bu üst bir aşama olmak zorunda; böylece
insanı yaratır; yarattıklarının en iyisidir ama işte tanrı değildir, tanrı
yoktur daha, insanı yaratmıştır ama; zaten önce sonra yoktur; bunlar aynı anda
olur... İnsanı yarattığında, buldum der; gaipten sesler; bunun ölümsüzünü,
acısızını, çelişkisizini, beyinsizini yaratayım, böylece çevrim bir kez daha,
en üst düzeyde ve son kez, bu kez tanrı için gerçekleşir, artık buna da devrim
demeliyiz, böylece tanrı var olur, tanrı kendini var eder.
Bak bu benim hiç aklıma gelmemişti, diyor; gelmiştir,
bulamamıştır.
Öyle bir tanrı tanımladık ki ateistler ateizmi,
dindarlar dini tanımasa yeridir.
Tanrı kendi özünden insanı yaratmaz, kendi özünden
kendini önce doğa sonra insan olarak yaratır. Tanrının varoluşu, doğası önce
insandır. Tanrı sonra varoluş ötesine geçer… İnsan varoluşta kalır.
Tanrı bu anlamda ölmüş, aslında intihar etmiştir; ama
yukarı atlar Tanrı… Belleklere böylece kazınır, intihar edenin hep hatırlanması
gibi hatırlanır, ölümsüz ölür; Tanrı öldü, yaşasın Tanrı.
Burada ise, Tanrı öldü, sıkılıyor Tanrı…
Bu yüzden işte özlüyorlar insanlıklarını… İnsanın
çocukluğunu özlemesi gibi. Uyanıyorlar ve tanrılar, rüyalarını özlüyorlar,
rüyalarında insandılar. Ölümsüz olunca bedensiz kaldılar ve geride bıraktıkları
bedenlerini özlüyorlar; bedenin hazlarını; mercimeği fırına vermeye hiç
gelmiyorum bile, mercimek yemeğini özlüyorlar; çünkü midesizler…
Neyse diyelim artık, hatadır tanrı olmak, hatadır
çünkü sıkıcıdır. Düşünsenize, öldüremezler bile kendilerini. Ne hapislik. Tanrı
öldü nasıl insan hatasıysa, Tanrı ölümsüzdür de Tanrı hatasıdır. Kendi
yazdıkları kuyuya düşmüşler; yarattıkları cennete mahkum olmuşlar, bu
ölümsüzlük öldürecek beni diyor da ölemiyorlar. Sınırı aşmışlar geri
dönemiyorlar. Mutlu evliliği hüsranla süren kadınlar gibi; aradığım aslında o
değilmiş; evlenmiş ama sanki evde kalmış, hem de kızoğlankız; ve sonra şu
çapkın insandan müthiş elektrik alıyorlar; ilk aşkı belki, evlenmeden önceki.
Ölümsüzlük ölümden arındırılmış yaşamdır, demiş biri,
haklı tabii bu zekadan arındırılmış aklıyla; ölümsüzlük yaşamdan arındırılmış
ölümdür.
Evet böyledir, iyiliğin ve kötülüğün ötesinde olmak,
aman ne başarı tanrı için, agu bebek. O yüzden insanın tarihsel kötüye
gidişini, ya da iyilik kötülük savaşı denen o moloz yığınını bile heyecanlı
buluyorlar. Serseriye âşık olan kadınlar, arıza kadın seven adamlar, sizin
gibiler yani bu tanrılar… İnsan tarihinin tekerrürü bile kendi tarihlerinden
daha az sıkıcı; yok bir tanrı tarihi düşünsenize, tekrar bile edemiyor, yerinde
sayıyor. Sonsuz yaşam hem sıkıcı, hem sonsuz yaşamı olan canlı sıkıntı nedir
bilmiyor; tam bir kusur döngü.
Uyardı yazarım, bir Tanrı diyormuşum, bir tanrılar;
bir küçük azıyormuşum bir büyük… Doğrusu şu: bir Tanrılar… Oldu mu. Zaten siz
de demiyor musunuz ‘bir şeyler’ diye. Çoğaltayım isterseniz ama yine aynı şeyi
ifade edecektir… Huzurunuzdan nasıl
ayrılacağım der peygamber tanrıya, fark etmez der Tanrı, benim için ön-arka
yoktur… O yüzden kimse bana sırtını dönemez… Saramago’ymuş bu, aferin bekliyor
bir de; demin aynısını dedik ya, benim dolu
felsefemi bunlara mal etmişsin, ayıp değil mi; neyse, olan olmuş artık, ama
kendilerine de söyleseydin bari, faydalanırlardı.
Şu moloz yığınını açıklayayım; Tanrı insanı en üst
aşamasına getirip ondan kendini yarattıktan sonra çekildi; yukarı; Tanrı
varoluşun ilerisine göçtü; peki insan; insan da terk edilmişlik duygusuyla;
baba gitmiş; aldırıcam seni yanıma, güya; savaş alanında bırakılmış savaş
arkadaşı, ya da terk edilmiş âşık; bu da mı ona âşık, o yüzden kök
söktürüyormuş zaten tanrıya, ya da tanrı buna, karıştı, hayat zor be ya, o
yüzden tutunamadı ve varoluşun gerisine düştü… Tanrınınki mükemmel hatayken,
insanoğlununki hayta tarih oluyor.
Bir ip var. Karşıya geçmek için de, boynuna geçirmek
için de kullanabilirsin, kendinin ya da başkasının… Karşıya geçtin, işte
yaşamın bitti; Tanrısın. Boynuna geçirdin. İşte yaşamın bitti, özgürsün.
Başkasınınkine geçirdin. İşte yaşamın bitti, tanrısal yaşamın, artık bizi
ilgilendirmiyorsun, ne yazık ki tarih yazıyorsun. Geriye bir tek seçenek kalıyor;
ipin üzerinde dengeni bulman. Profesyonel insanlık… Öyle idi. Bir zamanlar.
Bu tarih yazana, bizi de okumaya zorlayana insan
demeyelim artık, insanoğluna insansı diyelim, ya da hıyarto.
Tanrı kendi yarattığı insanın omzuna tırmanıyor ve
kendini yaratıyor. Bunu seni ezmesi olarak da alabilirsin, yüceltilmek olarak
da. Tanrı tanrılığa soyunuyor, çıkardıkları da insandır diye Tanrının safrası
olduğunu da düşünebilirsin; Tanrı fikrinin sende olduğuna ayıp, Tanrının
yaratıcısı, babası, en güzeli, ilham kaynağı olduğunu da… Doğdum eksildim, diye
de düşünebilirsin, Pir Sultan Abdal gibi; adını felsefesine uygun olsun diye
almış adam, doğmuş pirmiş sultanmış abdalmış, doğduğunu düşünmüş eksilmiş. Dört
yanlış bir doğduğunu götürmüş. Eskiden üç yanlış götürürdü… Demek yanlışlar
artmış.
Bakın bir tane daha var şu pirden; pirken iki oluyorlar,
iki bin, üb çin: Her olay daha büyük bir başka olayın bozulmuş
biçimiymiş. Zaman, sonsuzluğun bir kusuruymuş, tarih zamanın bir kusuruymuş,
yaşam, o da maddenin bir kusuruymuş… O
zaman normal olan neymiş. Sağlıklı olan neymiş. Sonsuzluk muymuş. O da Tanrının
eksikliğinden başka bir şey değilmiş.
Peki Tanrının eksikliği ne. O neyin kusuru… Senin
zekanın olmasın.
Bilimsel takılalım biraz, büyük patlama büyük miktarda
pozitif enerji üretirken aynı zamanda eş miktarda negatif enerji de üretmiş.
Tamam Hawk, sakin ol. Bu şekilde, pozitif ve negatif enerji daima birbirini
sıfırlarmış. Olabilir, ne var, buna üzülecek değilim, uzaya çıkan terler, Tanrı
da böyle yaratmıştır kendini işte. Böylece Hawk evreni oluşturan büyük patlama
öncesinin var olmayabileceğini iddia etmiş. Hadi canım sen. Yani hiçlikten var
olmak mümkünmüş. Hadi canım sen de. Toplayıp palayı partiyi gidelim bari. Ama
dur bir dakika. Hiçbir dakika. Bu söylediği her şeyin bir hiçlikte
bitebileceğini gösterir sadece, negatif ve pozitif birbirini yok eder ve hiç
olursunuz, birbirimize kavuşuruz. Mezarlıklara gerek kalmaz, mezar taşına da;
ve ne kötü ki mezar taşı yazılarına da; çok eğleniyordum onlarla; neyse; bu
hiçten bir şey başlayabileceğini söylemez. Hawk’ın sonudur bu akıl yürütme, bu
hiçlikten bir şey başlatsın göreyim. Tanrıyı yok saymadan önce senin Tanrı
olman gerekiyor Hawki…
Bir varmış bir yokmuş Tanrı bir kadermiş.
Tam tersini de söyleyelim; kadere inanan biri, buna inanmayı, bilinçsiz de olsa, özgür
iradesiyle seçtiğinden aslında kadere inanmıyordur.
Tanrı bir yanıttır, sayıyla yazalım, 1 yanıt, ama 1
soruya 1 yanıt değil. 1000 soruya 1 yanıt. O da değil. 1000 yanıta 1 yanıt.
Böyle olmalı… Bu 1000 yanıt da insan… 1 yanıta 1000 yanıt veriyor insan; 1000
yanıt olarak, 10.000 yanıt olarak yaşıyor. Hep yanıtlar, soru yok; felsefe yok
yani, felsefe 1, tek, belli, edebiyat binlerce; herkesin kendi edebiyatı.
Herkesin kendi felsefesi değil, o yok…
Devrilmeye, insanoğlu, 1 soruyla başlıyor, bir gün
biri 1 soru çıkartıyor ortaya, çıkartan da burada, kesiyor beni şimdi uzaktan,
yanımdayken; çıkaracağım birazdan onu karşınıza, da işte yıkılıyor ortalık,
ortaklık.
Soru diye bir şey yok hayatta, her şey çözülmüş,
yanıtların yanıtları var sadece; ama işte bir delinin attığı taş… 1 soru,
düşünsenize, ne diyorsun, antitez, ne anti yaratıcı. Bilmiyor bu solak da
soruyor. Şüpheleniyor ve soruyor. Parmak kaldırıyor düşünsenize, tanrının
karşısında. Dünya tarihinde ilk kez biri parmak kaldırıyor; tanrı parmağının
işaret ettiği yeri izleyip yukarı bakıyor, ki yukarı yok, binlerce yanıt da
yukarı bakıyor. Aklın bir karış havada kalıyor. Battı balık yan gider: 1 soruya
1000 soru geliyor. 1 aptala 1000 aptal...
Tanrının olduğu o 1 yanıt, Tanrının hem mükemmelliğini
hem de kendi önünü kesmesini, kendini kısırlaştırmasını iyi anlatıyor, ama o
Tanrı, Tamam… İnsan çağlar boyunca, devamlı sorular sorarak, soruları
çoğaltarak Tanrıdan ve kendinden uzaklaşıyor, ilerledikçe geriye gidiyor. Tek bir
cevabın çevresinde dönecek cevaplarla yaşayacağına, o tek cevabı hem hiç
veremeyecek hem de çevresinde dolanarak o cevabı değişik açılardan
yanıtlayacakken; soru soruyor…
Yanıt mı, yoksa cevap mı demeliyiz diye soruyor bu
edebiyat kelleştirmeni… Tövbe tövbe…
Çoğaltmak şeytanını çoğaltmaktır, şeytan görsün yüzünü
ve yüzünü gören cennetlik demişsiniz siz de zaten, binini gören de cehennemlik.
Bu kadar sorudan sonra artık yanıtların bulunmuş
olması gerekmez miydi… Artık öğrenmek için keşfetmek amacıyla değil, kendi
çarpıtılmış gerçekliğine karşı şüpheleri gidermek için, icat çıkarmak için
soruyor. Acaba dünya yuvarlak mı diye değil de gerçeği kendi yuvarlak
hesaplarına uydurmak için.
Sen adam gibi yanıtlar vermezsen, ya da yanıt dürüst
bir insandan gelmezse, gelir de dinlemezsen, böyle bir çıkarcı verecektir kendi
bencil yanıtını, doğrunun üzerini örten bir yanıt, hasta felsefe.
Sanat bile yanıtlar vermez sorular sorarmış; e bu da
bir yanıt olmuş; olmak ya da olmamakmış, işte olmamış… Kafası
tutuklukları gösterirmiş, hiçbirini çözmeye kalkışmazmış, anahtar yerine devamlı kilit üreten bir fabrika gibiymiş.
Bir de savunur gibi söylemese şunu, anahtarı kaybetmekten de kötüsü kapıyı
kaybetmiş bu. Romalıların muhteşem yollar inşa etmesinin nedeni
de ayakkabılarının çok kullanışsız olmasıydı. Sorunlardan bestelenip kel
başyapıtlar üreten insan evlatları.
Sanatın amacı yanıtları tarafından gizlenen soruları
ortaya çıkarmakmış; eh, bu daha artistik bir orta, ama top yok yumurta yok,
ortalık hâlâ bermuda…
Tanrıyı öldürmek kendi bacağına sıkmaktı sonra yazarı
öldürdün beyne sıktın; doğaya dönüşü bu kadar akıl edebiliyorsun işte; bitkisel
hayat; absürdürülebilir yaşam. Sonra uzaylılar niye gelmiyor, akıllı
olduklarından olabilir mi acaba; cevaplar verelim dedik istemedi bu dünyalı
ırk; bir lokma bir ırka; seni kendine uzaylı; ben bir başkasıdır diyor zaten
adam; çağırın da arkasından konuşalım o zaman.
Bir hayat, düşünsene, seninki, ama parmağınla
gösteriyorsun, gıptayla… Hayatın sırrını arıyorsun ve nerde buluyorsun; müzede…
Çocuğun oyuncakla oynaması gibi; ama kendini sanıyor oyuncak… Sonra da
insanlığımızdan mı olduk, niye atıldık; hakaret kabul edilmiyor çünkü… Yanlış dalı seçen maymun olabilir mi; işte o sensin
evlat… İlk süpermen iyiydi de sonrakiler uçamadı… İnsan yaptık robottan kötü
çıktı…
Göz hapsindeyken doğru davranman, şu din dediğiniz
şey, bu din şu din, tanrı durağını geçmeden in; gözetlendiğini
düşünmeden doğru davranman, ahlak, evrensel ahlak mı, o ne, seksensel ahlak
olmasın, yani seksle geçen şey, evrim mevrim, döndü benim nevrim, evrimi de bir
evirmek lazım; gözetildiğin için doğru davranman; This is The Tanrısallık…
Kutsal olun çünkü ben kutsalım demez yani Tanrı,
kutsalım çünkü siz kutsaldınız der.
Bitkide,
hayvanda olan şey sizde kalmamış; türünüze yabancılaşmışsınız, baştan
çıkmışsınız. Herkes doğru yapamıyor herhalde şu evrimi: Rastlantı
ve ihtiyacın birbirini yaratıcı şekilde topuklaması, rastlantı ve ihtiyaç
tanrısı. Rastlantıyla bir yanağa; öbür yanağını uzatıyorsun, ihtiyaçtan da ona;
yok yok, ihtiyaç enseye şaplak; bir de arkadan ittiren mi desem, mancınıkla
fırlatan mı desem, ilerden böyle geeel geeel diyen mi desem, mıknatıs da
diyebilirim; o ne, hangi tanrı o, ne tanrısı; tanrı tanrısıymış…
Yoksa ilk, bir son muydu… İnsan da tanrı gibi tek
miydi. Bilemiyorum, göremiyorum, o kadar çok insansı var ki dölümü
kapatıyorlar… Aklından bir sayı geçir mesela.
Hayır, onu değil bir başkasını… Tam olarak 80’li ya da 90’lı bir şeydi, tam
tamına, 160 da olabilir, 6000 değil ama… Böyle yukarıdan bakarken gözükense,
eksi 8… Doğanın gereksiz dolambaçlı yolu, halk,
birkaç büyük insanı yaratmak için.
Peki ben ne oldu da böyle oldum; valla isteyerek
olmadım; isteyerek olur mu zaten; kendim kala kala mı kendim oldum, kendim ola
ola mı kendim kaldım, ben ne yaptım, her defasında mı yaptım, oldum da tam mı
oldum; oraya da geliriz; siz not alın okuyucu, bana hatırlatın… Hah-ha
okuyucuya not alın demek güzel. Çünkü şu abayı yaktı her halde bana, öyle
bakıyor ki; cadı; artık çağıralım; hayır kadın değil cidden cadı, şeytan yani;
inanmazsanız alınır ama; demin dediğim o labunya, yakınımdayken uzaktan
izleyen, bir boşluğumu kolluyordu, düşüncelerimi okuyup yanıma geldi, diğer bir
yanımdan. Beni kıskandığını söyledi. Şu yukarıdakilerden dolayı mı, dedim,
bunlar bildiğimiz şeyler…
Şu düşüncenizi çok sevdim dedi, kendi düşüncemi
alıntılıyorum: Tanrısal olmayan düşünürler; bana bir aleti tamir etmek için
parçalarına ayırıp ana fikrini çözemediği için tamir edememesi bir yana tekrar
birleştirmeyi de beceremeyen tankerler gibi geliyor, teknikerler mi olacak;
teknikeller; üstelik sonuçta kullanılamaz haldeki alet o elini sürmeden önce
bozulmamıştı bile.
Özür Dilerim Geciktim’den, son kitabım… Tüm kitaplar placebo etkisi yapıyordu, yok, deja vu, evet
deja vu, deja vu, özdeyişlerle özgevişler birbirine karıştırılmıştı, yazma zamanı geldi de çattı dedim, yazdım da çattım. Bir
best of çalışması, doğrudan best of olarak yazıldı.
Başkaları da var benzer: Sentezin, doğuştan sentezin,
tezlere ve antitezlere bölünmesine dayaklektik denir. Diyalektik ise bir çeşit
düşünme tikidir. Tez antitez sentez şeklinde kendini tekrar eder.
Mesela: Filozoflar dünyayı sadece yormuşlardır,
yapılması gereken onu olduğu gibi değiştirmektir.
Yani: Dünyanın bütün felsefeleri, birleşin;
incilerinizden başka dökülecek şeyiniz yok.
Gördüğünüz gibi basit düzenlemeler aslında, ama tanrı
yaratır maazallah…
İşte dedi, bunlara hayranım…
Ben de sana hayranım dedim. Tüm bunları hayran hayran
bozmaya çalışmana.
Bozmaya çalışıp bozamayınca oldum, yani hayran.
Önce epey bir soytarı oldun; neydi o gerçeklik
görelidir yahu. Herkesi şeytan yapan buluşun. Ya da neymiş, gözleyen
gözlediğini değiştirirmiş. Bakarsan bağ, bakmazsan dağ olur durumu bu, ama
dağın tepesinden bakarak söylüyor bunu. Anca kendini gözlediğinde değiştirir,
ayağına çelme takarak; akışın içindeyken akışı düşünürsen akış durur. Üç
soytarılık bir şeytanlık mı yapıyor.
Biliyordum bunları diyeceğinizi…
Diyordum bunu bileceğini.
Ama öncesinde şöyle oldu, bakın anlatayım. Sıkılarak
baktım insanoğluna. Saflıktaki bilgeliği kaybedenler, ya da bilgelikteki
saflığı; siz şöyle derdiniz, saflıktaki saflığı ve bilgelikteki bilgeliği;
egoları tavan yapmıştı, bodrum katının tavanı; Tanrı ölmedi, bölündü, insan
kadar tanrı vardı artık. Senden büyük Allah var desek, der ki biz de ondan
çoğuz. Biz der ama kastettiği kendisidir…
Kötülük
sorun değil de körlük çekilmez. Çünkü artık Şeytanlığın da bir özelliği
kalmadı; küçük harfle de yazabilirsin, birçok insan şeytan ve hemen herkes de
şeytansı olduğundan, meleksi çok az, melek ise artık kalmadığından…
Evet, dedi gözleri sulanarak, hiç melek kalmadı. Sonra
toparlandı. İlk günah, derler ki bilgi ağacının meyvesinden yemekmiş. Son günah
ne peki. Ben size söyleyeyim: Çok bilmiş olmak. İlk günah niye bilmek oluyormuş
hem, bilmeyi kim neden istemesin; ama bilmiş bilmiş gezmek… Ben de bilmek
istedim. İlk günah benimkiydi: İlk taşı, hiç günahsız melek atsın dediler; hiç
günahsız melek de bendim… Diğerleri küçük, önemsiz hatalar işlemişlerdi,
kusursuz değillerdi yani, meleksiydiler işte; siz insansılardan şikayet
ediyorsunuz gelin bir de meleksilerle yaşayın… Ben attım ve böylece ben de
diğerleri gibi meleksi oldum.
Hiç affedilmeyecek günah dürüst adamın işlediğidir,
dedi Saramago, dedi yazarım… Hâlâ Saramago diyor yahu; bırak devam etsin,
haddini bil, adam koskoca şeytan; hem Saramoga’ya çok iltimas geçtin, kulağını
çek diyorum şunun sana…
Üzerime gelmeyin dedi… Yeterince
geldiler zaten, gören geldi… Meleksileri tutan bendim; ben de bozulunca;
battı melek yan gider, cehenneme kadar yolum var; ve yayıldı böylece…
Taşı şu yüzden atmış olabilirim, diye devam etti;
nasıl da insansıydı, yaptığına mutlaka bir nedeni olmalıydı, üstelik haklı bir
neden; oysa haklıysan neden aramazsın; biraz daha bekleyeyim dedim kendi
kendime, bulsun kendi kendine…
Melekliği meleksilere bile bulaştıramamıştım ve
şeytanmışım gibi bakıyorlardı bana…
Bu dediği daha mantıklıydı. Melekken hataları görünür
kılarsın. Kir gösteren beyazsın. Sana bakarak, o kadar da melek değilim, ben
hatalarımla meleğim diyorlardır. Senin de kirlenmeni seyretmekten zevk
alabilirler, peki ama ya kirlenmezsen; o zaman da zaten pisliğin tekisindir
onlar için.
Oysa Şeytan olunca içleri rahatladı. Melul melul
bakıyorlardı şimdi… Ben o kadar da kötü değilim demeye başladılar.
Belki kötü değillerdi; ama hata yapma hakkı
istiyorlardı aldılar; bu kötüydü. Halbuki hata yapma sorumluluğu vardır sadece,
bak şimdi buldum, gerçekten yaratıcı.
Biraz daha üzerine gideyim dedim: Aslında iyilik ancak
iyilik olmaktan vazgeçerse kötülüğü başarısız kılar, çünkü dünyadaki gücü kendi
tekeline aldığı zaman, bu oranda bir şiddeti de kendine döndürmüş olur…
Ne tür bir şeytansınız siz dedi. Şeytan bana bunu
dedi. İtiraf ederken bile kendine toz kondurmayacak ya. Bu senin müritlerden
dedim, Baudrillard denen adam.
Şeytana inanıyorsanız, dedi şeytan, bunlar işte; yok
inanmıyorsanız, oh, bunlara da inanmazsınız, dedi, şeytancaydı…
Başkasını suçlama şimdi; melek diye bir şeyi ayakta
tutan güce denir, sen de yıkılırsan… Dünyanın dönüş hızı, ateşin tutkusu, suyun
iktidarı falan hep melektir. Deprem de melek o
zaman, fırtına da, soba da, ne sobası mı, vezüv soba değil mi, yok o
yanardağmış, işte yanardağ da melektir, bunlar kötülük değil hayatın doğası
gereğidir. Hayatın doğası melektir. Bunlar yüzünden meleği kötülemek, yaktı dağ
gibi yanardağ kendini; ya da meleğin kendini kötülemesi, melek olduğunu fark
etmemesi, yerçekiminin kendime itici geliyorum alıp başımı gideceğim bu
yerlerden demesi.
Hiç günahsız gerçek bir melek olduğunu sen daha bilmiyormuşsun.
İlk günahın tek yararı günahsız doğduğunuzun
kanıtlanması olmuş; bunu kanıtlamak için de günahkar olmuşsun, bak sen şu
Allahın işine… İlk günah bilmek değilmiş işte, çok bilmiş olmak da
değilmiş; bilmemekmiş, kendini bilmemek… Sen kendi günahsızlığını göstermeye
çalışmışsın, Tanrı da sana bunu göstermeye çalışmış… Bak ben ne kadar meleğim
diyen bir melek… Al bu meleği vur insanoğluna… Esas taşı Tanrı atmış sana,
şeytan taşlamanın Allahı, melek taşlamak…
Bunu siz de yapıyorsunuz. Göstermeye çalışıyorsunuz
yani.
Göstermek ile gösteriş farklı şeyler. Gösterdiğinde
yapılmasına ön ayak olursun, gösteriş yaptığında gösteriş yapılmasına. Seninki
gösteriş merakı. Doğru yapmadığın şeyin gösterişi hem de, doğru yapmadığın
için. Örnek olduğun da bu…
Hem ne belli taş attığın, attığına baktın mı, çiçek
atmıştın belki; birilerinin taş attığını duyup taş atılıyor sanmışsın, paranoya
yapmışsındır ben malımı bilirim; suçluluk kompleksi olan bir şeytan bulduk hadi
bakalım, postşeytan, safra kılıklı paranoyak kafka; yok, kafkanın köpeği bu;
yani köpek olan kafka, yazar olan köpek…
Biliyordum zaten, ilk günah diye bir şey yok yani
değil mi; ben uyduruyorum onu; serap görüyorum; sevap sanırdık onu, aslında
serapmış; sevaptan daha iyi temizliyor günahı, baksana tamamen ortadan
kaldırıyor, hiç olmamış gibi, günahlarımız bir serap, günah ve serap bir
aslında. Her şey açıklanıyor işte; çektiğim bunca acıya rağmen neden hâlâ
cehennemdeyim ki. Şeytan olduğumdan cehennemde değilim, cehennemde olduğumdan
şeytanım.
Şimdi serap görmeye başladın esas… Acı verenler gibi
acı çekenler de cehennemdeler, sadece acı çekmemeyi başaranlar, kendilerini ya
da başkalarını değil sadece acıyı gömenler için cehennem yok. Ödül ya da haz
karşılığında değil, acıyı aşmak için de değil, acıyı arzulamak, ona kavuşmak
için de şeytana ruhunuzu satacak kadar acı bir yaratıcılık geliştirmişsiniz.
Romanlarınızda suç ve ceza var, ama kurduğunuz yaşamda
ya sadece suç var, ya sadece ceza… İlk günahı telafi etseydin, ne güzel, o zaman kusurlar anlaşılabilirdi, tecrübe
böylece gerçekten öğretici olurdu, acıymış öğreticiymiş, buralara gitmezdiniz;
yaratılışta kusur aramazdınız; vicdan ruhun hapishanesidir türü saçmalıklar
uydurmazdınız; telafi yok, terazi bozulmuş, anca terfi var, hatalar felsefeye;
felsefesi yapılmış, görümcesi, propaganda; ilk günaha arka çıkan o ilk
propaganda, esas günah oydu, ilk faşizm de o olmuş.
Felsefeyi
yorganına göre uzatmayacaktın; yorganını felsefeye göre uzatacaktın; açıkta
kalmışsın çünkü, görülüyor buradan göt…
Benim edebiyatım diyebiliyorsan, ancak o zaman
edebiyat yapabiliyorsundur, benim demedikçe taklittir edebiyat; benim felsefem
diyorsan da edebiyat yapıyorsundur, yani felsefe yaptığın konusunda; felsefede
benim diyememelisin; senin felsefenden bize ne, çok istiyorsan edebiyatını yap
okuyalım… Çünkü felsefede taklit etmelisin; hayatı taklittir felsefe, ona
uymaktır, gerçeğe sadakattir… Yeni bir felsefe diye bir şey yoktur, onun bunun
felsefesidir o; yeni bir gerçeklik diye bir şeyin olmadığı gibi; olanı
görebilmen gerekir.
Edebiyatın zorluğu şok kolay, felsefenin zorluğu ise
şok zor sanılması. Dünya iyi bir yer olduğunda felsefe ortadan kalkar, çünkü
işlevini yitirir. Edebiyatın ise işi zorlaşır, çünkü sadece şok yazar değil şok
adam olmak zorunda da kalırlar.
Biri kitap çıkardığında şöyle diyorum: Onu da
kaybettik… Çünkü bunların kitapları vahada çöl gibi…
Çölde vaha olmasın diyor.
Olsun niye olmasın, ama bunlarınki vahayı bile bozan
bişi, vah vaha vah…
Düşünmek içten içe böcekler tarafından yendiğini
hissetmektir, demiş Camus. Bir tek düşünmeyi seven bile yeter bu mazohizipçi
felsefeyi yıkmaya; halbuki dese ki: Düşündüğümde içten içe… İşte öyle kendi
içimde… Böcekler tarafından… Napiyim ben buyum, böyle hissediyorum… Ah canım
deriz, ne güzel ve ne yazık; böyle insanlar da yaşıyorlar di mi; bu kadar
düşünmeseler keşke…
Doğuştan gelen düşünme
yeteneğini yerlerde sürükleyen bu ucube düşünürün yanında doğanızla ilgisi
olmayan hırsızlık gibi ucube bir yeteneği kutsayan şu çalı çırpıya bakalım,
Allah yarattı demeyelim: Çocukken bir
bisiklet için dua edermiş bu spagetti, sonra anlamış ki tanrının işleri böyle
yürümüyor, bir bisiklet çalıp affedilmek için dua etmiş… Teşkilatını kurmuş,
arkası sağlam, cebi zaten cukka, yakalanma korkusuysa ne var ki herkeste var,
tanrıyı çalmış çırpmış çarpıtmış zaten, polisler kalmış bir. Hepinizde aynı
olan şeyse, şikayet; orospuyu severken, orospu çocuğundan nefret...
İnsan doğası bir birim bile saptığında, bu yeni doğaya
insan doğası demek ihanet, bu net.
Böylece istisnalar kural olmaya başlıyor, hokkabazlar
kral, gurular kanguru; gerçeklik bir kanguruydu ya; yok, neydi, kurguydu; tamam, kanguru işte
gerçeklik bir kangurudur; gördün mü bak nasıl değiştirdim...
Neye göreymiş, kime göreymiş,
yok kafasına göreymiş; kardeşim, bu görece de ne görece kavrammış; bir tane
oturtucam, bir kavram yani, bana göre böyle diyeceğim, sana göre başka olabilir
ama neye göre öyle diyeceğim…
Ama yapmıyorum, neden, çünkü yapamıyorum; ben
değiştiremiyorum; en aptalı bile yapabiliyor, ben beceremiyorum, çünkü
becerikli değilim; becerikliysen ne istiyorsan onu yaparsın, yok eğer dahi isen
ne yapabiliyorsan onu… Demek gerçeğe gerçekten bakabiliyorum. Olduğu gibi
görebiliyorum. Her ne olacaksa o oluyor, öyle oluyor. Olanı oluyorum, olacağı
planlıyorum, hoş, plan yok; seni itmeyi planlıyorum, bu plan, seni öpmeyi
planlıyorum, bu plan değil… Olabileceğin şeyin değil olacağın şeyin en iyisi
olursun, o da olduğun şeydir. Şey kelimesi bulabildiğiniz en iyi kelime zaten,
yaratmamışsınız çünkü bulmuşsunuz onu. Olabileceğin şeyin en iyisi olursan, bir
şeyin en güzeli, en fazlası, en üstünü, en kocamanı olabilirsin ama bakalım
olacağın şey midir o, yoksa herkes bir başkası olarak harika biri olabilir;
hayatının şiirini yazacağına korsan basabilir… Olacağın şeyin en iyisi olursan;
zaten olmuşsundur, olanı olmuşundur işte, olmazsın bile. Ne demiş atalarımız,
sen sen ol, sen ol…
Sen sen olmayınca ne oluyor; bugün günahlardan neyse
o; nasılsa cevaplamak gibi bir amacın yok, soruları da oturup senin keyfine
göre düzenliyoruz; kaçırdığın trenin önünü kesip kaçırıyorsun, öküz gibi
bakacağına arkasından… Cennetten kovulmuşsun ya, yapayını yarat, ya-ya-ya
şa-şa-şa, yapay cennet çok yaşa. Yapay cehennem aslında, oysa cehennemdir zaten
yapaysa. Yöntem belli, salaklektik, karşıtlar oluşturma sanatı, yanlış
karşıtlıklar, bünyede kötüye yer açmak için; sonra da olumla kötüyü, parlat
olumsuzu, karşıtların birliğiymiş, karnında karşıtının tohumunu taşırmış, artık
bardağı taşırmış, tam dayaklektik… Gündüz iyi, beyaz kötü. Erkek iyi, siyah
kötü. Gece iyi, kötü kadın iyi. Kötüyse iyi ve kötü, iyiyse kötü. İyi kötü bir
felsefeden yok daha fazlası…
Sokrates hatası diyormuşuz buna; yazarım böyle diyor,
o bulmuş, benden önce; her yerden de çıkacak; senden önce neler neler oldu
biliyor musun gencilim bencilim; ebe olduğunu söylemişti, bu Sokra, gülmüştüm,
ebenin elinden ne gelir ki dünyaya; o kadar ebemi düzdüler ben o yüzden yamuk
doğdum diye kendini kurtarabilir mi kimse; ebelik değil gebelik önemli dedim;
bu lafın altında kalmamak için herkese söylemeye başladı ben ebeyim diye,
yayıldı gitti. Klasikler neden var sanıyorsun dedim buna, insanoğlunun hep aynı
hataları yapmasından; ki o zaman çok klasik de yok daha, sonrakiler de onların
tekrarı zaten, insan da klasiklerin tekrarı, dur bir klasikleri hazmedeyim de aynı
günahları işeyeyim…
Bu ebeye göre, yaşam ile ölüm karşıtlarmış birbirine,
e değil mi; hayır diyor, illa bir karşıtlık olacaksa doğum ile ölüm karşıt
olabilir; yaşam onları içine alan ve kopçası olmayan şey olmalı, ikizlere
takke. Ebe de doğumu unutursa. Sonra yaşamın dengesi ölüme kayıyor, iyinin
dengesi kötüye, insanın ebesi doğaya. Tersim kötüdür diyorsa biri, onun düzü de
kötüdür. Kötüyü iyinin karşısına eşitiymiş gibi koyup ona paye veremezsin; bir
şey iyiye zıt olabilir mi, haşşa, haşaha, hah, hâşâ; peki iyi olan, hangi şeye
zıt olabilir… Kötü de bu durumda iyiye kendi kendine zıt olan duruma denir; fare dağa küsmüş dağın haberi olmamış
diyor yazarım; şu benzetmeleriyle öldürecek beni…
Nefes al, nefes ver, söyle bakalım, bunlardan hangisi
kötü… Kötüyü yok edersen iyiyi de yok edersin mantığıyla bir de dikenli tel
çekmişsin kötüyü koruyorsun iyiden. Yerliye özgürlük için savaşıyoruz diyor
modern gururla, anlayamıyor yerli, kadın sahibi olmak dışında insan hayatını
niye tehlikeye atar; teşekkür ederim ben almayayım diyecek, ama dilinde
teşekküre karşılık gelen bir deyiş yok; takvimlerinde on bir bin üç yüz yetmiş
virgül altmış dört yılında bir devrim olmuş, ama kimse devrime katılmadığından,
tarihte böyle bir olay yok. İnsan hakları için savaşıyoruz da diyebilirdi
modern; insan hakları olan yerde insan kalmış olabilir mi, bırak savaşmayı.
İyiliğe ihtiyacın yoktu, çünkü zaten içinde yaşıyordun
iyinin, herkes adildi. Kötüyü yaratıp, iyiliğin dışına çıktın, merkezine kötüyü
oturtup iyiyi de karşına aldın, uzağına, iyice görünür kıldın güya, onu içinde
hissedemediğinden.
İçinde taşıdığın şey neden karşıtın olsun. İyiyle işte
iyi kötü içli dışlıyız, içimdeki iyi, dışımdaki
kötüyle. İnsanlar ikiye ayrılır, üç bin ikiye, içi dışı birler bir, içi dışı
ayrılar iki, için için ayrılar üç bin. Niye kendini tanımak için kendine
karşıt, zıt, düşman yaratıyorsun. Dur bir savaşalım da gücümüzü görelim. İyi
bir boksörün karşıtına antrenman yapsın diye silahlı bir adam çıkartıyorsun,
adam dıkşın, vuruyor deviriyor bunu… Allahlık faul, ama yerde işte ve ölü.
Mezar taşında da şu yazıyor: İyi boksör değildim, bıraktım.
Ayıkla pirincin taşını, karşıtımın tohumu.
Kulağını tersten gösteriyorsun, hatta burnunu,
burnunun tersi yok, düşün… Bir küp tarif ediyorsun, sonra diyorsun ki, şimdi
bunun karşıtının düşün, işte dünya böyle yuvarlaktır… Bir şey yaratıyorsun
kendine, ki ben o değilim diyebil… Çok güzelim, bak bu da emin olmak için
yanımda dolaştırdığım çirkinim. Tokat atayım bakayım öpecek mi beni. Seviyor
sevmiyor seviyor sevmiyor, papatyayı yoluyor; iyi sana kötüyle gülüyor.
Cennetten kovulmazsın, kaçamazsın da, ama işte
kaçınabilirsin.
Her şey karşıtıyla varsa ve karşıtıyla açıklanıyorsa,
insanın aptal davranması çok akıllıca, aklını açıklıyor işte; gülmeyin, böyle
olmuştur kesin. Bana da umut veren bu zaten, insanın bugüne kadar çoğunlukla
aptalca davranmış olması; demek ki diyorum, akıllı da davranabilir bir gün;
çünkü akıllı davranarak bu hale gelmiş olsaydınız işte o zaman hiç umut yoktu.
Her iyinin içinde kötü, her kötünün içinde iyi varmış,
Yin Yang Yalaklektiği… Bu iyi bir fikirse sorabilir miyim, kendisi hangi kötü
fikrin içinde… Kötünün içindeki o az biraz iyi taraf ne işimize yarıyor hem,
kötünün ne işine yarıyor, hamili kötü yakınımdır, gece horlamaları sırasında ondan
nefret etmememizi mi sağlıyor; osuruktan tayyare, kandırmacaymış işte.
Diğer yandan, güya çıtayı
yükselteceksin ya, mükemmel diye bir üst kategori yaratmışsın; dişisine emel
erkeğine mükremin deriz biz aramızda. Her şeyi mükemmel bir şeyle
karşılaştırmalıymışız, yoksa birbirleriyle karşılaştırmak zorunda kalırmışız,
bu da kafamızı karıştırırmış. Bunun karşıtını düşünmüyor ama; hiçbir şeyi
hiçbir şeyle karşılaştırmasan; emeller emeline ulaşmış, mükreminler emin... Ama
yok, doğal olarak iyi olanı mükemmel diyerek abart ki mükemmelin karşıtı olarak
bir çok kötü kategorisi yaratabilesin; mükemmel bir
bina yapmak için, şu ilkel ağaçları kes; ilkeli ağaç, bak bu güzel, ağacın
ilkeli yükselişi; insan da neye denir, kendini ağaçla kıyaslayıp odun
çıkmayana.
Mükemmelin karşıtı, al sana bir ölü sevici; tatmine ulaşmak suçlu hissetmekmiş, ne kadar hayran
olunası bir amaç sahibi olursak içimizdeki öz-nefret kültürünü o kadar
beslermişiz… Olduğu şeyi, doğduğu şeyi sevmiyor da, olmadığı şeyi
seviyor, ölmeyi. Öz-nefret kültürü dediği de
öz-kültür nefreti…
Büyük iyilikler, kötülüğün kötüsünden daha da
betermiş; kötülüğe kötülükle karşılık verilebiliyormuş da büyük bir iyiliğin
altında kalınıyormuş. Altında kalmak deyişi ilginç, altın yetmemiş, gümüşü de
bronzu da istiyor.
Sıradaki gelsin, altıncı his, bunu biraz hissedelim
sonra da yedincisini gönderirsiniz; fazla his yılanı deliğinden çıkarır,
ısırmak üzere; dört koldan üçüncü gözünü çıkartıp iki kafanı da kırarım senin;
otantikken mutantik olmuş organizma. Altıncı his ilk beşini iyi kullanmaktır;
yazmış işte yazarım.
Düşünce tarihine kutuphane
diyelim. Baksana her kutba yol var, odağı saptır da ne tarafa saptırırsan
saptır seni saptirik; Tanrıyı bile öldürülebiliyorsun, havalı görünmene
bakıyorlar, üşüttüğünü görmüyorlar.
Tanrı da kalkınca ortalıktan girebilirsin iyice iyinin
inine, hadi bakalım… İyilik yokmuş, varsa da kötülüğün kudretini anlamlandırmak
için varmış… İyi yoktur diyorsa kötü, mükemmel bir iyi taklitçisi olduğundan,
kötü yoktur demektir bu. Kötüden öğreneceğiniz tek gerekli şey de bu.
Kötünün fazla ya da
sınırsız görülmesi, iyinin az ya da sınırlı olduğunu değil, belirli olduğunu
gösterir. Mutlak da bu demek zaten, zaten var olanın yokluğu.
İyi savunucuları kötü yanlarını gizleyen
çıkarcılarmış… İnsanoğlu puşt misali… Doğrudan ahlaksızlığı savunuyor bu, ama
kendine toz kondurmadan. Helal olsun sana da Boynuzlum Şeytanım, bunları
insanlara iyi söylettin. Senin cennetin de bu cehennem işte. Cehennemin
kapısına da astırmışsın yazıyı, buradan girerken umutlarını dışarıda bırak
diye; içerde de şu yazıyor değil mi, umudu dışarıda bırakıp girdiğin yer zaten
cehennemdir; paldır küldür kandır insanı.
Öyle diyorsunuz da Tan Bey bunlar kendi
yumurtlamaları, biz de ailecek şaşırarak izliyoruz işte…
Sen bana Titan de… Trafik kuralları gibi ahlak
kuralları olmaz diye kim dedirtti peki; kafa kafaya geldiler işte, kafa kafaya
vereceklerine… Kötülüğü o şekilde yaşayacakmışız ki, iyiliği simgeleyen
toplumsal güçler bizi ele geçirmesin. Dünyaya bu
öküzlerin boynuzları batıyor hâlâ; bu zaten iyi kötü savaşı değil,
kötüyle çok kötünün savaşıymış, iyi bari kötü kazanmış… Namus bekçileri ve
ahlak jandarmaları olmazmış. Peygamberi suçluyor namus bekçisi diye, Tanrı da
jandarma oluyor her halde… Ahlak bir mazoşizmmiş. Ahlaksızsan da sadistsin
demek, bak bu doğru… Peygamberler öğretirmiş erdemi, kendi başına öğrenemezmiş
insan; o yüzden doğal değilmiş erdem, kötülükse doğal olarak yapılanmış…
Utanmadın mı yahu bu kadar kısır kalırken patlayayım da yayılayım demeye
apandisit. Benim bir lafım içine sinerse al, içine sinmezse ben o lafa senden
daha uzağım demiş peygamber, içine siniyor mu bu lafı söyleyene namus bekçisi
demek, içindeki peygamberi uyandırmaya çalışıyor adam, ben mecburum diyorsun
kabusuma.
İnancı kimi kuşkularla gölgeleyecekmişiz, acımasız
olurmuş, olabilir; erdemi de bazı kabahatlerle
yumuşatacakmışız, yoksa sağlıksız olurmuş, bu acımasız olmuş işte. Bakayım
kitaba, roman türünden bir eser, adı, Amin Maalouf; Afrikalı Leo diye biri
yazmış… Afrikalı Leo kitabın mı adı. Uyarıyor bir de. Beni ne uyarıyorsun,
Leo’yu uyar, Afrikalı falan değil o, zavallı; kaçsın o romandan, arkasına
bakmadan… Afrikalı Penguen olmalıymış adı. Edebiyatın absürtüğünü yaptığını
düşünüp saygı duyabilirdik böylece…
İnanca kuşku
karıştırmak güzel de erdeme kabahat yamamak. Sek erdem olmuyor demek,
sarhoş ediyor sonra. Erdemlerle armutları karıştır, reçelini yap kötülüğün
üzerine sür de intihar et… Erdemin altında kabahat arayacağına öküz arasana,
kabahatin altında da buzağı ararsın, valla daha mancınıklı. Tanrının altında
inek bulmuştun ya zaten. Batıl inanç gibi bir batıl erdem mi var; kör inanç
türü bir kör erdem... Hoş söylemeye başlarsın şimdi, 100 yıl sonra onu da
yaparsın, göz kırpıncaya kadar, göz açıp kapayıncaya kadar mı, yok bu sefer
özellikle söyledim, senin gibilere göz kırpman lazım, hadi bir yalanı yalıyoruz
diye… Kabahatlerimizden soyunduğumuzda
erdemli olurduk biz eskiden, kusurların altından girer üstünden çıkar
erdemimizi yaratırdık; nerde o seksi günler; sizinki olsa olsa porno olur,
kalkmış da erdemde delik arayan bir
kötülük organı, yamayacağım seni diye peşinde…
İyi kötü savaşında en azından bir kahramanlık söz
konusu olabilir, yenilirsen de gururunla yenilirsin, iyiyi savunuyorsundur; ama
buradaki durum tam bir ucuz kahramanlık. Birileri evine girip yerleşiyor,
yelkenleri suya indirip karşı metruk eve sığınıyorsun. Ev ile yelkeni
bağdaştırmadım ama, neyse. Biz böyle iyiyiz diyorlar senin evinde, toplamsal
gürzler, siz öyle iyiyseniz o zaman ben böyle kötüyüm diyor, diyor da ironi
yaptım sanıyorsun. Başkası ele geçirdi diye tanrıyı bombalıyorsun, ya benimsin
ya toprağın…
Kötülüğü sahiplenen anti-kahraman sözde iyileri teşhir
eder… Bak sen. Ah sen. Sözde iyileri teşhis etme bir
paravan, gerçekten iyi olursun sözde iyiler marsık gibi teşhir olur zaten
vitrinde; bu kendine anti-kahraman diyen denyo, pelerine özenmiş çocukken,
kıçının arasına kaçan don vermişler buna, bu kadar basit sebepten kötülüğe
özenmiş, kendi götünü kaldırmak için de kötülüğü sahipleniyorum beeen diye
slogan edinmiş dendenyo.
Küllerinden yeniden doğmak vardı ne yaptınız onu, bari
öyle bir şey deneyelim, küller, yangında son kurtarılacak. Yeni moda kestirmiş,
bir daha yenil, daha güzel yenil yaptırmış, soruyor bir de, nasıl durdu diye;
ortaya karışık küllerinden rica ediyoruz, bu mahluk yeniden yanacak. Başkasının
küllerini de katacak, ona kötülük
yapanı değil de başkasını yakarak rahatlayacak. Öğrenilmiş
kötülük olmuş sana özenilmiş kötülük. İyilik testislerimiz ikinci bir ömre
kadar kapalı. Kötülüğü kalıtsallaştıracak. Kısırlaştırsa çünkü işsiz kalır.
Kötülük çekiciymiş, insan yaratıcılığını ve verimliliğini kışkırtıyormuş, o
yüzden kullanışlı bir günahmış. Bunu diyen iyi biri olabilir mi. Kötülük çekici falan değil sen
kötüsün, o yüzden kötülüğü çekici buluyorsun. Çünkü insan kendini aslında bilir…
Bu anti felsefelere uygun olarak zaten mecburdu anti
kahraman icat etmek; anti kahraman icat oldu netlik tam bozuldu.
Makyavel’le
çok konuşurduk bunu; haklı olduğumda bunu kabul etmezdi, çünkü o haklı
olduğunda benim kabul etmeyeceğimi düşünürdü. Çünkü Makyavel dünyada
dürüstlüğün egemen olmadığını düşünürdü; oysa ki ben bunu kabul ederim, ettim
mecburen. Sonuç olarak Makyavel dürüst biri değildi; ve doğal olarak o bunu
kabul etmezdi.
Hadi kötüyüm diyemiyorsun, çirkinim de demiyorsundur,
çirkin birini arıyorum diyebiliyor musun; arızalar doğaldır diyorsun, ama
güzellik arızası olmayacak, turşusunu mu kuracaksın o güzelliğin, böyle iyilik
perhizindeyken… Güzelliği aradığın kadar iyiliği de
arasaydın bu kadar kötülük bulmazdın.
Doğuştan gelen ölümlü, doğuştan gelmeyen ölümsüz.
Kötülük ölümsüz, hayatla bir ilgisi yok. Keşke onu kendi halinde bırakacak
kadar hayatta olsaydın. Çünkü doğuştan gelen ölümsüz, doğuştan gelmeyen ölümlü.
Fazla naz âşık usandırırmış, fazla kaz da felsefe
utandırır.
Topu uzaya dikiyor penaltıyı atan futbolcu; haksız
penaltı olduğunu görmüş; bak sen; altıncı hissi mi gelişmiş top sektire
sektire; 9 kusursuz hareketten biri mi bu yaptığı; her takım karşıtının
oyuncusunu içinde mi taşır; ne var, hakem hata yapmış işte, o da telafi ediyor;
hayat bu kadar basit işte, ama basit kafalar anlamaz; hani yoktu iyi; mutlak
olduğundan yoktu; bir ideal, bir ufuktu anca; o ufukta gördüğün şey ne, bir top
değil mi…
Ben bir zencinin yanına oturmam diyor kadın uçakta;
özür dileriz diyor hostes, böyle bir durumla karşılaştığınız için diyor, sizi
lüks sınıfa alıyoruz diyor, zenciye diyor; kadın da küs sınıfta kalıyor, bu
kadar; zor mu; kanadın üzerinde bir şey görüyor kadın, neymiş, bir top, bu
sefer onu şikayet ediyor… Karnındakini çıkarıp aç karıncayı besliyor adam, yok,
yine bir karınca türüymüş o, ben karınca mıyım diyerek yırtarsın sen, sağ yap
gel, yırta yırta gel… Kumdan kale yapsana diyor çocuk; şato yapıyor adam; ne
beceriksizsin diyor çocuk, bir kale yapmayı beceremedin… Harikasına gerek yok,
birine kapı açarken hissettiğin şeyi düşün, hissetmemiş olamazsın ama üzerine
düşünmemiş olabilirsin, işte odur hayatın anlamı…
Çok eskilerde, şans eseri
diye bir şey yokken; olmayacak duaya amin demeyi bırak, olmayacak şey aklına
bile gelmezken; olacağı görmek, gelecekten haber vermek türü şeyler doğa
olaylarıyken; Galile türü
adamlar şimdi senin opera dürbünü olarak kullandığın dürbünle neler neler gördü
gökyüzünde; önce ruhunla görüyorsun demek, alet sağlaması oluyor; ruhuyla
göremeyenler de aletiyle övünüyor, maaşallah; operadan at beni, düşüp
yıldızları saymadan tut beni… Bilgiyle
dolmadan fikirle olabiliyor demek… Bilgi yolunu fenerle buluyor diyelim;
fenerin pilleriyse; neymiş; fikir. Bir bakıyorsun, aydınlanıyorsun...
Piller de ne yazık ki sadece köşedeki bakkalda
satılıyor; bakkal çırağının dediğine bakılırsa, pratikte bir anlamı olan
hakikatler, vahiyler ve tebliğler ya da üstün yetenekli, dahi, ermiş bireylerin
zihinlerinde değil bireyler arasındaki etkileşim alanından doğar ve
anlaşılırmış.
Bilge birey değil mi. Alsana arana, girsene
etkileşime, bak bakalım neler çıkacak.
Topala ve köre sadaka verirsin de bilgeye vermezsin;
çünkü bir gün topallayacağın ya da köreleceğin aklına gelir de körele körele
ermişlikten uzaklaştığın aklına gelmez; ermiş atanın değil de taş atanın yolunu
seçmişsin; hey şeytanım kaytanım, o attığın, taş ya da çiçek, bir ermişe atmış
olabilir misin acaba; göktaşı zannetmiştir tabii o, telef olmadan önce.
Telafisi mümkün olmayan bir şey yapmış olma duygusu
demişti adam öldürme nedeni olarak bir katil. Oysa ampul icat etmenin de
telafisi mümkün değil.
Bize bahşedilmiş bir meziyet değilmiş deha, umutsuz
durumlarda keşfettiğimiz bir çıkış yoluymuş; bu da telafisi mümkün olmayan bir Camus
kompleksi bahşedilmiş Sayın Bay Mösyö Sartre; kazayla intihar edenin arkasından
konuşuyor işte.
Zeka ısıtırmış, deha kavururmuş… Cehalet de üşütüyor
ama. Hep bir dâhiye direnç. Hep bir üst sınır, hep bir kendi aklı, kendine
karşı.
Deha neden kavuruyor bir düşün. Güneş gibi bir şey
olmalı değil mi bu deha. Senin pozisyonuna göre ısıtabilir, aydınlatabilir,
hayatın kaynağı olabilir de; çok üzerine gidersen, doğru, kavurabilir de. Vezüv
gibi işte, bu sefer sobayı söylüyorum. Yaralanmadan yararlansana.
Yüzlerce yıllık bir devletin dağılacağı görülünce,
millet ve devlet aklı harekete geçmiş de, kendinden zuhur diyalektiği ile kendi
rahminde yeni bir doğum var etmiş de, bu doğumu bütün imkanlarını seferber
ederek beslemiş de büyütmüş de... Böyle doğmuş Atatürk…
Yerden bitmeymiş yani dahi, bir tanecik bitiyor ama
yüzlerce yılda, etrafı ise vahşilerle dolu, onları ıslah edecek, tek başına,
becerebildiği kadar… Doğal dâhi toprağı değil miydi insanlık; sen ekeme, yanlış
ek, yüzyıllarca nadasa bırak, sonra zorla zuhur bekle… Dâhi yetişince de ben
yaptım, biz yaptık; özgürlük eşitlik kıskançlık… Demo neydi; tanıtım manıtım
kanıtım; demokrasiye geçememiş toplumların yönetim biçimi olabilir o zaman bu
demo, demo ile yönetiliyoruz gibi, demokrasi demosu…
Oysa şöyle bir şey desem mesela; benim oyuma ihtiyaç
duyacak bir partiye neden oy vereyim.
Ama yapacak bir şey yok; bugün geldiğiniz noktada,
dâhi ekmeyen diktatör biçer. Şöyle yanaş; dâhiyi sev, çünkü o sensin. Kendi
mükemmelliğini aramadan sana özgü olanı bulamazsın artık. Yeteneklerinden
birini sev ve aynı yetenek de seni sevsin, karşılıksız aşk gibi olmasın; sonra
o yeteneği deha seviyesine çıkar, yeteneğinle yetinme. Tabelacılar reklamcı;
taksiciler milletvekili; düşünen herkes filozof… Filozofsan milletvekili, düşünen
biriysen tabelacı, reklamcıysan taksici olmalıydın oysa; dâhici taksici.
Dehan neyse o; yoksa özgür iradem var, kimse ne
yapacağımı belirleyemez diyerek iradeni sonsuzca özgür kılamazsın; silgiyim ve
silerim ama silinmem diyemezsin; demir gibi bir iradem var, hiçbir mıknatısın
ayağına gitmem diyemezsin, çağırıyorsa gideceksin; Galile’nin merceğini mi
silmen gerekiyor, sileceksin… Sildiğin mercekten sen de kendi geleceğini
göreceksin.
Gerçek gelecek tam olarak
hiç beklenmeyen birinin ansızın gelişi gibiymiş, dis iz Derrida. Abartılan kelimeleri açıklıyorum: Gerçek, Tam
Olarak, Hiç, Beklenmeyen, Ansızın, Geliş. Gibi. Dis iz. Derrida… Yazarım beni bekliyordu da ne oldu; yok, ne oldu da
yazarım beni bekliyordu; boş durmadı ama beklerken, düşünüp durdu, sezdi gezdi
geldi, yazdıklarıyla beni yarattığını düşünüyor, al bu Sohtorik’i vur Sartre’a,
ama o kadarı da olsun artık; olsun artık dedi oldum; oldun artık dedim oldu.
Yalnız şuna sitem etmeden geçemeyeceğim; aylardır her
sabah kahvemi getiriyorsun, ben alırım dediğim halde, ama kahvenin yanında
soğuk su sevdiğimi hâlâ anlamadın, her seferinde kalkıp kendim alıyorum.
Kusura bakma. Ben sana kahveni getirmeyi seviyorum,
sen de kalkıp kendin almayı… Başka nasıl olacaktı bilemedim.
Hımmm…
İyi bir insansın sen yahu.
Yine ne
yaptım.
Peki ben ne yaptım, nasıl böyle oldum, artık
açıklıyorum: Bilmiyorum. Tüm bunları bildiğimden olabilir bilmiyorum…
Yaşamım nasıldı, felsefem kadar iyi miydi… Farkı
felsefeyle kapatmak olmaz, yaşayacaksın.
Senin için oradan konuşmak kolay tabii, ölmüşsün,
dediğini duyar gibiyim…
Onu konuşuyorduk, ben de mi öldüm. Ecelimle mi yani.
Öyle mi olayım; sonradan ölme. Ecelimle yaşamış mıyım; yani zorluklar, ben ve
zorluklar, Tanrı ve İnek gibi mi geldi.
Ölürken hayatın film şeridi gibi gözlerinizi önünden
geçer evet; ama o ölürken; öldükten sonra filmler karışıyor, hem çektiklerin,
hem de çektirdiklerin. Merhumu nasıl bilirdiniz diye o yüzden sorarlar, tabii
layıkıyla cevap verilmiyor; gidenin arkasından konuşulmazmış; önünden de
konuşmuyordun ki. Mesela Hitler cennete, vicdan azabı da çekmiyor, çekiyorsa da
gelmiyor, göndermiyoruz. Al sana bir karşıtlık daha. Arkasından o kadar lanet
okunmuş insan, ben yüzüne söylemiştim, cehenneme uğramadı bile… Bilinen,
tanınan ve kabul edilen kötülükler için cezalandırmaya hakkı yoktur bu
taraftakilerin… Yok diye biliyorum yani. Ama iyi bilirdik dediğinde, günah
defterleri ortaya çıkar…
Doğdum mu peki, kimden doğdum, nerde nasıl dünyaya
geldim; aklına gelmişimdir, gerçekleşmeyecek şey insanın aklına gelmez, ama
insandan bahsediyorum, yoksa bakireden doğmuş da olurdum, hatta bakirden, düşün
kadına bile gerek yok, yani yardımcıya, yani ikiliğe, tek, teki doğuruyor…
Kadın tanrıdır zaten, bir şey yapmasına gerek olmadan, olduğu gibi olduğundan
harika olan yaratık… Mucize insan beceriksizliğidir.
Hayal de edebilirsin hayatımı, hayal gücü ve hafıza aynı şeydir. Bunları da karşıt sanıyordun değil
mi. Tüm insanlık hafızasını kullanman gerek ama, yoksa ben yaşadım oldu değil.
Böylece hayallerin önüne çıkıyorsun, anıları arkadan kuşatıyorsun. Hayal
et, görürsün, Tanrı gülümser, gıdıklandığından.
Alternatif dünya tarihleri
yazan bir adam hayal et, her bir alternatife göre insanlığın alternatif medeniyet
profilini çizsin, geleceğiyle ilgili tahminlerde bulunsun. Musil olasılıkların tanrının uyanmamış niyetleri olduğunu
söylemiş; edebiyat işte. Einstein’ın dediğine göre de tanrı zar atmazmış; demin
buna benzer bir şey söylemiştik bir bakıver bakayım; benim tanıdığım tanrı ok
atar; ve hedefi oklara göre yerleştirmeni bekler… Ok olmak, yay olmak ve hedef
olmak aynı andaymış Zen felsefesinde. Hedef olup okladım işte hepinizi.
Hayatımı anlattırmaya
çalışıyorsun da, beni bilmelerine gerek yok, bildiğimi bilseler yeter.
Anlatsam ne olacak ki zaten, taklit etmeye kalkacaklar yine…
Yüzüm kızarmaz benim, bunu da taklit etsene; doğal
seçilimde kıt kaynaklar için mücadele verilirken kimin dürüst olmadığını
meydana çıkaracak bu özelliği rastlantısal mutasyonlar niye ortaya çıkardılar
acaba… Peki niye kızarmaz benim yüzüm, hani utanç duyumu kaybetmemiştim; işte,
kaybetmediğimden utanacak bir şeyim yok ve yüzüm kızarmıyor.
Hadi taklit
et...
Balıkadam kıyafetleriyle
yüzdüm geçtim dibinizden. Safra gibi bırakıp yükseldim sizi, dibe
çekiyordunuz beni. Bir yerden
sonra kendimi sizle kıyaslamamaya başladım, sadece Tanrıyla
kıyaslıyordum.
Hiç de kendimi üstün görmüyorum, adamakıllı normal
biriyim. Tanrının yapamayacağı tek şey kendisini sevmemektir demiş yine bir
Saramago; işte bunu kendi söylemiştir kesin, çünkü ne gerek var Tanrının
kendini sevmesine, o zaman insanın da, olmamalı…
Perdeyi kapatalım
artık, bugün sizi ilk defa güneşe
çıkardılar. Son günah diye bir şey bulalım diyor Şeytan… Hah-ha, Şeytan
diyor ki melek ol… Dört yüz yıl sonra da iyiliği başa geçirebilirsin… Başımıza
gelmedik iyilik kalmadı diye şikayet etmen için. İyilik başa gelmez, düşmanları
ölür.
Kötülük
düşünmeyince zaten iyilik ortaya çıkacaktır. Beyazlatma diye bir şey
yok, kirleri temizlersin, beyaz ortaya
çıkar. Yıpranmaz mı bir şeyler, yıpranır, yıpranan ruh değildir. Hayat demokrattır, bunu her doğumda kanıtlar,
seçilmemişlerin soyları seçilesi olabilir; yakışıklı olmaya boşuna çalışan
doğuştan karizmatik insan soyu…
Kısa yoldan halletsek peki; iyiliğin egemenliği için
tüm insansılara ihtiyaç yok ki, tümünüzle bir düzen kurulmayacak, size rağmen
kurulacak ve siz faydalanacaksınız. Az sayıda insan yetebilir. Allah korusun diyorsunuz ya, aptal korur
aslında. Aptallık yapıp değiştirdiğin durumlar yüzünden başına bir şey gelmez,
hasbel kader. 3 yanlış bazen bir yanlışı götürür… Büyük bir aptallık tüm
aptallığınızı götürebilir, 3 soytarılık bir şeytanlık mı demiştik; 3 şeytanlık
da 1 dünya savaşı etti; 3 dünya savaşı ne eder; ne dersin, 3. Dünya
Savaşı, yeni ve daha üst bir model, bu sefer gerçekten tüm dünya…
Ha.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)