BÖLÜM 2
M.S. 2015
2.1
HALK ÇIPLAK
PROTESTO YAPILMAZ, OLUNUR.
O yıllarda ülkede otaya çıkan özgürlükçü ve sevimli
direniş hareketi küçük küçük ve mide bulandırıcı bir her boka protesto
hareketine dönüşmeye yüz tutmuştu.
Hep var olan bir şey meydanlara taşınmıştı aslında
tabii. Bir kahvede otururken birinin uzaktan bana insanlar yabancı kahvecide
neden oturuyorlar ki diye laf attığını duydum. Direniş saatinde, direnişin
olduğu merkez yönünde, direnişin bayraklarını taşıyan bir motosikletin
üzerinde, bir adamın arkasına oturmuş mini etekli ve topuklu ayakkabılı bir
kadındı bu. Her gün oturduğum bu kahvenin hangi yabancı ülkenin kahvecisi
olduğuyla hiçbir zaman ilgilenmemiştim, ama mini etekler, topuklu ayakkabılar
ilgimi çekerdi, bunları giyenlerin neyin bayrağını taşıdıkları da. Direniş
modası oluşturmaya mı gidiyordu ki bu cafcaflı… O topuklar biber gazını yiyince
topuklamakta ne kadar işine yarayacaktı.
O zamanlar ben daha
tanınmadığımdan günah çıkarma sofraları fikrim yaygınlaşmamıştı, hâlâ iftar
sofraları kuruluyordu; itiraf ayı yerine de ramazan ayı modaları vardı, bu
yüzden de rejim değiştirmeyi diyet değiştirmek sananlar çoğunluktaydı, sadece
son bir senede onlarca kez değiştirmişlerdi, topuklu ayakkabının üzerine o mini
eteği rahatlıkla giyip çıkarabilmek için.
Ama bu ucubeliklerinden değil de ucuz ama kaliteli
kahve satan, kaliteli döşenmiş, misafirperver davranılan ve bunu sizi devamlı
kahve satın almaya zorlamadan yapan bir kahvehanede oturulmasından rahatsız
oluyorlardı, bunlar sağlayan bir yerli kahvecinin olmamasından da değil...
O günlerde birçok insan beni direnişe katılmadığım,
bazı şeyleri protesto etmediğim için kınamıştı… Hayatı küçültmek diye
adlandırdıkları bir takım şeyler yapmak istiyorlardı; ama bunu bile bir takım
olarak, bir çeşit büyüklenmeyle yapıyorlardı, hayatlarına gösteri yapmayı,
direnişi de katmak için. Gösteri ve gösteriş; sanırım bu ikisini
karıştırıyorlardı...
Örneğin genç bir arkadaşım, kentte iş bulamadığı için
üniversite mezunuyken sınavlarını verip bir kasabada memur olarak hayatını
geçirme kararını şöyle açıklıyordu:
“Kararlı bir insan olmak kararsızlıktan kurtulmak
değil de hayatla ilgili disiplinlerini biraz daha yakın süre içerisinde
belirlemiş kişi oluyor.”
Kararının peşinde hayatını böyle daraltınca bu büyük
ben nasıl sığacaktı kabına.
Teorist olmaları terörist olmalarından bile daha kötü
kokuyordu…
Tolstoy da varlığını fakirlere bağışlamış,
alçakgönüllü bir yaşam seçmiş, ama bunu bile belli bir gösterişle yapmıştı. Beatiful
Looser'ı Görkemli Kaybedenler diye çevirmişlerdi. Bilge, Ferrari’sini satmıştı, bağışlayacağına.
Tolstoy ve Talat ve Tuba… Peki ya ben… Ama ben.
Protesto ettikleri şeylerin büyük çoğunluğu benim
hayatımda zaten olmayan şeylerdi; ya baştan beri yoktular ya da gençlikten
insanlığa geçtiğimde azaltmış, bitirmiştim; zaten yapmadığım şeyleri oturup da,
ya da ayağa kalkıp, yürüyüp falan protesto edecek değildim onlarla.
Direniş hepimiz için bir üniversite gibiydi; eh,
üniversite kavramına onların ortaokul terk olarak verdikleri anlam ile benim
ordinaryus profesör olarak verdiğim anlam tabii ki farklı olacaktı. Uzaylıya
taş atanı köylü, cahil ya da aptal olarak çizip entelektüel ya da aydın olarak
çizmemelerinden, kendilerine hiç kondurmamalarından konmuyordu uzaylılar
dünyaya.
Babamı protesto ettiğim bir mektubu okuyan bir
tanıdıkla şöyle yazışmıştık:
-Ama ya çok güzel bir mektup, harika yazmışsın, ama o
senin baban yaaa baban…
-Benim yaşadıklarımı yaşayıp benzer tepkileri vermek
isteyip ama o benim büyüğüm yaaa deyip vicdan azabı çekeceğinden korkarak içine
attığından hayatını ya da hayatları karartacak insana mektep olur o mektup, bir
de böyle düşün.
Bazı insanlar yetersiz tepkisini senin sağlam
tepkinden anlayıp sana tepki duyabiliyor...
İnsan protestoya kendinden başlamalı…
Ve tabii sevdiklerinden…
Sana hata yapan, kötü davranan bir insanla iyi
geçiniyorsun, diyelim annen baban olduğu için; sonra öbür tarafta karşılaşıyorsunuz
ve sana bir tokat çakıyor neden benle iyi geçindin diye; ben seni böyle
karaktersiz mi yetiştirdim, hakkını savunmayı öğretmedin mi sana pısırık?!
Ama baba.
Sus, baba deme bana. Sen benim babam olacak adamdın
yahu…
Kahvede oturmamı eleştiren yakın arkadaşlarım bile
olmuştu. Bunlardan biriyle birkaç gün sonra karşılaştığımızda güneye tatile
gidiyorum demişti neşeyle, e hani direniş mireniş, dememiştim, aforizma
bayılmıştım: Bugün direniş, yarın deniz.
Protesto ede ede elde etmemeyi öğreneceklerdi belki
bazı şeyleri, hayat tarzı olarak. Belki ve bazıları. Ama çoğu da protesto
zamanı geçtikten sonra sıkılacak, o şey da göstermelik kalacaktı; neydi o,
portiçero…
Protesto yapılmaz, olunur.
Birkaç ay sonra yine o tatile direnemeyen arkadaşın
grubuyla yemekteydik. Ortamdaki kızlardan biri yazdıklarımla ilgilendiği için
erkek arkadaşı kıskandı ve şöyle dedi: 20 sene sonra okuruz artık…
Kibarlığı bozmadan, yanında bir dâhi otururken ve
ondan hemen faydalanabilecekken 20 sene beklemeyi düşünecek kadar küçük kafalı
olmayı nasıl başardığını sordum.
Tartışmam, direkt dâhiyim, peygamberim, tanrıyım
derim, gerisini o düşünsün; kendini fazla önemseyen her kul için tanrıyım;
akıllıyım, bilgiliyim, bilgeyim falan demem asla, çünkü zaten o kendini öyle
görüyordur, içten içe ve içli içli.
Sokrates okudum ben falan dedi; Sokrates'in
okuduklarını okudun mu dedim, şöyle bir kaldı; hipopotamlarla ilgili atıp
tutuyordu demin, ama buna karşı geliştirmemişti işte bir söylem…
Öbür dünyada okuduğu ender yazarlardan biri benim dedim
de kurtardım keleği endişeden, en köşeden; ukalalığıma verdi ukalalığını
yerlerde süründürmemi…
Düşünmüyordu ki yanındaki dâhiyi seçmeyip bir zaman
sonra üzerine olmayan politikacılardan politikacı beğenecekti bu unufak prens;
her şekilde oyunu yanlış yerde kullanıyordu, yanlış yerde ikamet ediyordu
çünkü, kendi küçük beyninde…
Halk oylamasına katılıp hayır demek istiyordum bu
halka.
Yıllar önce Kaş’ta biriyle
tanışmıştık, kız arkadaşıma yan gözle bakmayan Anadolulu genç bir çocuk; ikinci
gün kavanozda balık beslemeye başlamıştı, Fadime gibi bir adı vardı balığın;
üçüncü gün kavanoz boştu, ne oldu dediğimizde öldü dedi üzgün, başka bir tane
bul dedik, Fadime olmadıktan sonra neye yarar dediydi… O anlatmıştı, yine
Kaş’ta güneşlenirken doğudaki üniversitesine çağırmış arkadaşı arayarak, sınava
geliyor musun diye; ne sınavı, ne zaman; yetişmek için hemen harekete geçiyor,
bulabildiği biletlerle, otobüsten otobüse aktarma yaparak, allem edip kalem
etmeden, arkadaşlarının şimdi geliyor demesi ve onu seven hocalarının sınavı
birkaç saat ertelemesiyle yetişiyor sonunda oturuyor sırasına. Önünde kağıt,
şöyle diyor: Ama ben çalışmadım ki…
Neyi seçtiğine dikkat
edeceksin; neyi ayıkladığına diyelim, seçmek bir ömür sürer. İnsan neyi
sevdiğini bilemez zaten, anca neyi sevmediğini.
Eğitim uyandırmaz, önce uyandırıp sonra eğiteceksin.
Bu yine tatlı bir çocuktu ama memleketin ukalası
boldu; bunlara söyleşi yaparmış gibi yaklaşıyordum, tek bilen onlarmış gibi
davranmalarına ses çıkarmıyor, sonra soruyordum:
-Diktatörün ne hissettiğini en iyi sen anlayabilirsin,
bize anlatabilir misin?
-Evet, haklısın, iyi gözlemciyimdir.
-Hayır, sen de kendini dünyanın merkezi sandığından.
Atatürk sana şimdi haksızsın dese inanır mısın
demiştim birine, inanır mısınız, inanmam dedi.
Hepsi mi kendini Atatürk sanır, birkaçı da İnönü falan
olsun; yok…
-Kapıdan Atatürk giriyor, Peygamber ile kol kola… Seni
ikna etmeye.
-İnanmam. Vahiy de gelsin.
En değerlisini hak ediyorlardı, en değerli alayı:
Senin adın Kemal, onun adı Kemal, bu böyle olmaz, bundan
sonra onun adı Mustafa Kemal, seninki Keltoş.
Eski bir gelenekti, insanın kendine oy verememesi, ama
işte uygulansaydı ya…
Bir kadın arkadaşımın iş yerindeyim. Eski bir
arkadaşıyla birlikte çalışıyorlar, diğer kadın yardımcısı pozisyonunda. Saat
akşam 7.30 ve arkadaşı kadın ben çıkıyorum diye gülerek girdi içeri.
Hitler’in el hareketini düşünün, benzer bir hareketle,
çıkamazsın diye neredeyse bağırdı kıza… Şu varmış bu varmış, daha
kalınmalıymış. Kız ezildi büzüldü, içeri gitti, bir daha lütfen bana önceden
haber ver dedi ağlamaklı bir sesle…
Ayağa kalktım ve o geceki planımızı açıkladım: Hemen
ondan özür diliyorsun.
Otoriterin şaşkını çok acılı komik oluyor, ebleh
diyebilirsiniz siz, öyle baktı bana.
Hemen özür diliyorsun ve eve gönderiyorsun onu…
Burası beni iş yerim sana nooluyor!
Burası benim hayatım; sana nooluyor… Hemen ondan özür
diliyorsun yoksa kovuyorum seni hayatımdan…
Yöneten konumunda olduğumda hükmetme eğilimim olduğunu
fark ettim diyordu büyük bir yazarımız.
Sanatçılar ve felsefeciler kötülüğü sadece ifade edip
klasik oluyorlardı, ama ne insanoğlunu, ne kendilerini değiştirmeye
çabalıyorlardı.
Shakespeare bu yüzden hâlâ günceldi:
-Hiç merak etmeyin, onlara hak ettikleri gibi
davranılacaktır.
İnsanoğlu değişmiyordu. Değişmeyen tek şey değişim
diyen adamı zamanında kimse kırbaçlamamıştı.
Diktatörün tanımını da yapmıştım onlar için:
Aynı karaktersizliklere sahip olduğu halkın ikiyüzlü
tarafınca çıkarı doğrultusunda alkışlanıp kendini bilmez tarafınca yuhalanan
günah keçisi rolündeki tiyatrocu.
İkiyüzlü taraf için: Kötülüğe susarak ortak olmanın
kimyası, o kötülüğü senin de yapabileceğini bilmendir. Konuşuyorsan da zaten
yapmıştın işte. Onu da anlamak lazım falan diyorsan, empati yaptığından değil
kendin de yaptığından.
Kendini bilmez taraf için: İnternet profillerinin
duvarına ahlaklılık sözleri yapıştırıyor, insanlarla paylaşıyorlardı. Sen o
özlü ve ünlü sözle yan yana poz vermişsin hatta sözlendik falan demişsin,
tanıdık bile değilmişsiniz oysa diyordum...
Özlü söz duvarına astığın silahtır, hayatının bir
yerinde patlamalıdır.
İkiyüzlülük, kötülüğün erdeme saygısıdır diyordu
filozof… Kötülüğünü hem başkasından hem kendinden gizleyebilen insana dürüst
insan deniyordu…
Selçuk Erdem karikatüründe Şeytan, cehennemde pis pis
sırıtıyordu: “Burası bile böyleyse kim bilir cennet nasıl korkunçtur."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder