BÖLÜM 1
M.S. 2000
1.1
SÖZÜM MECLİSTEN İÇERİ
Yabancı, seni yabancıya dönüştürerek kendin olmanı sağlayan
kişidir. (Edmond Jabes)
Ölümün yakınımızda olduğunu ciddi ciddi ilk kez
Körfez Savaşı’nda düşündüm. Bu konuda bir şeyler yazmam gerektiğini düşünmem
ise İzmit depreminden sonraydı. Ama depremle ya da depremden ölmekle ilgili
olmayacaktı yazım, ölümün kendisiyle ilgili olacaktı. İnanırım ki insanın
başkalarının ölümüne üzülmesi, kendi ölümünden korkmasındandır. Bir yakınımız
öldüğünde üzülmemiz, en temelde ölümün bize yakınlaşmış olmasından kaynaklanır.
İnsanın yakınlarının ölmesine üzülmesi ama uzaklardaki ölümleri görmezden
gelmesindeki doğal bencillik başka türlü açıklanabilir mi?
Sonra A.B.D’deki İkiz Kulelere gerçekleştirilen terör
eylemi geldi (Güney’de tatilde, haberi bana veren yaşlı kadın şöyle demişti:
“Bir an İstanbul’da oldu sandım, çok korktum.”) ve daha sonra da Afganistan’ın
A.B.D. tarafından bombalanması. Benim düşünce evrenimde ölüm, Körfez Savaşı ve
İzmit Depremi’yle bana “yakınlaşmıştı” ama Afganistan savaşı konu uzaklaştırma
gibi bir şeydi. Sanki herkes depremden ölebileceğini unutmak, ölümü uzaklaştırmak
için ‘oradaki’ ölümlere üzülmek istiyordu. Depremi değil ölümü yazmakta
haklıydım. Ölümlü Dünyayı…
Hayatım boyunca şu başıma hep geldi: Bulunduğum çoğu
mekanda tek bir kişinin üzerine çullanmış birkaç kişiyle karşılaştım.
Laflarıyla çullanmışlardı, konuşmasına izin vermiyorlardı. Çullanılan kişi
güçsüzse bastırıyorlardı onu ve kaçırtıyorlardı, bunu başaramazlarsa olay ciddi
bir savaşa dönüşüyordu. Ben ne yaptım böyle durumlarda? Bir çizgi roman
kahramanı ne yaparsa onu! Ne olursa olsun hep tek ve güçsüz kalanın tarafını
tuttum. Çok suçlandım bunun için; en çok da tarafını tuttuğum kişi
düşüncelerine benim de karşı olduğum biri olduğunda... İnsan hoşlanmadığı,
düşüncelerine katılmadığı birinin tarafını niye tutsun ki! Hem de dostlarını
karşısına alarak! Dostlarımın bana güvenleri sarsıldı! Bazen tek kalan, üzerine
çullanılan ben oluyordum. Böyle durumlarda ‘terör’ estirdiğim oldu. Sesimi
yükselttim, söz kestim. Dört bir yandan saldırıya uğrarken, bırakın
düşüncelerimi doğru, dengeli ifade edebilmek için sakin sakin konuşmayı, nefes
alacak, tükürüğümü yutacak fırsat bile verilmemişken, söz kesmeden nasıl söz
alabileceğim düşünülmeden söz kesmekle suçlandım! Gerçekten zor durumda
kaldığımda hakaret de ettim. Bazen ikiz kulelere saldırı gibi hiçbir şekilde
haklı çıkamayacağım ‘eylemler’ gerçekleştirdim. Ama çoğu kez ihtiyaçtan doğan
‘terörümün’ farkındaydım. Ne yazık ki karşı taraftakiler baskıcı tutumlarını
görmezden geldi. Çevremdekiler güçlünün güçsüzü susturma çabalarına, ‘savaşa’
düşüncede karşıydılar ama pratikte bunun tersi tavır alabiliyorlardı. Tanınmış
bir yazarımız, “Yöneten konumunda olduğumda hükmetme eğilimim olduğunu fark
ettim!” gibi saygıdeğer bir itirafta bulunmuştu. Ben ise garsonlara bile
emreden insanlara tuhaf bakardım.
Ölümlü Dünyayı yazmaya “kötülük” açısından
yaklaşacaktım. Ama bir katilin, bir faşistin ya da kötülük yaptığı açıkça
görülenlerin kötülüğünden değil günlük hayatta birbirimize uyguladığımız
kötülükler açısından. “Faşizm iki insan arasında başlar.” lafından hareket edecektim.
Birçok savaşın nedeni olan kin ve kıskançlığa, çıkar kavgalarına “hayır”
demenin, “savaşa hayır” demekten daha temel, daha doğru bir söylem olduğunu
anlatmaya çalışacaktım.
Hesse’den yardım alacaktım: “Bizimkisine benzer bir
inancın sahibi tutarlı bir kişi için yaşamın değerinin benimsenmeyişi, her
türlü sertlik ve hoyratlık, her türlü umursamazlık, her türlü aşağılama öldürme
cürümüyle birdir.” “Değiştirebileceğimiz ve değiştirmemiz gereken şey bizleriz,
biz kendimiziz, bizim sabırsızlığımız, manevi alandaki bencilliğimiz, incinip
kırılmalarımız, sevgi ve hoşgörü noksanlığımızdır.”
Bu nedenle devletler ya da uygarlıklar savaşından çok
kişisel kin ve nefretlerimizle her gün işte, evde, yolda, meyhanede
çıkarttığımız savaşlar ilgimi çekiyor. “Yakınlarımızın” kafalarına atmaya
çalıştığımız bombalar daha çok ilgilendiriyor. Üzerine çullandığımız bir
insanın çaresizlikten uyguladığı terördeki parmak izlerimizi silmeye çalışmamız
ilgilendiriyor. İçimizdeki küçük faşistlere kılıflar bulmamızı unutup
devletlerin faşizmlerine buldukları kılıfları konu etmemizdeki ikiyüzlülük
ilgilendiriyor.
Kötüyle ve iyiyle uğraşmış insan. Kötünün iyisiyle
de. Ben daha çok iyinin kötüsüyle ilgileniyorum... İyi olabilecekken olmamış,
giderek olma yetisini de kaybetmiş, umursamazlığından kaybetmiş, güncel
çıkarlarına uymadığı için kaybetmekte sakınca görmemiş, bunu kaybetme olarak
bile görmemiş, hatta doğrusunun iyi olmamak-kötü kalmak olduğunu giderek daha
fazla bir güçle ve arkasına aldığı diğer kötülerin varlığıyla, kötü varlıkların
gücüyle savunmaya başlamış insanlar ilgilendiriyor. İyinin kötüsünü, kötüden
bile daha tehlikeli buluyorum, çünkü kötünün kötülüğünden daha zor anlaşılıyor
onun kötülüğü, iyinin kötüsü çoğunlukla iyi sanılıyor: Şeytanın yanında, insan maskeli
şeytan. Çifte günahkar.
Suçunu ben söylediğimde anlamayan biriyle film
seyrediyorduk. Filmde tam da onun yaşam suçunu karakter özelliği haline
getirmiş biri vardı, kötü adam. Filmle birlikte o kişinin filme tepkisini de
izlemeye çalışıyordum, anlayacak mı acaba, diye... Film bittikten sonra şöyle
dedi: “Böyle insanlar da yaşıyor di mi...”
“Yaşamaz olsun!” desem... İtiraz ederdi: “Ama onların
da yaşamaya hakkı var.” O zaman anlardık, aslında anlamış olduğunu,
aldırmadığını ya da çaktırmadığını. En azından ileride öyle bir hata yaparsa,
muaf tutulma hakkı istediğini...
“Expecting the world to treat you fairly, because you
are a good person is a little like expecting the bull not to attack you,
because you are a vegetarian...”
İyi bir insan olduğunuz için dünyanın size adil
davranmasını beklemek, etyemez olduğunuz için boğanın size saldırmamasını
beklemeye benzer.
Güzel örneklendirilmiş tehlikeli bir düşünce…
Bu düşünceyle hareket ediyorsanız “İyi bir insan
olduğunuzda bile hayat size kötü davranabilir” düşüncesinden geçerek hayatın
adil olmadığı sonucuna çıkabilir ve “Hayat adil değilse ben de adil olmak
zorunda değilim” düşüncesine varabilirsiniz.
“İyilik yaptım da ne buldum” diye tekrarlaya
tekrarlaya ve hayatın da acımasız olduğuna kendinizi ikna edip, acımasız
olmakta bir sakınca görmeyebilirsiniz. “Tanrı yoksa her şeye izin vardır.”
düşüncesine, ya da tam olarak “Adalet yoksa, her şeye izin vardır.” düşüncesine
varabilirsiniz…
Oysa hayat adaletsiz ya da acımasız değildir. Siz adil
olmadığımızda, hayatı da kendinize uydurarak adaletsiz diye suçlarsınız; günlük
hayatta bir suçunuzu başkasının üzerine atma alışkanlığınız bile masum kalır
burada: Hayata atarsınız suçu! Adil değildir, isteğiniz dışında hayata
geliyorsunuzdur ve kaderinizi kendiniz belirleyemiyorsunuzdur, kötülük kol
geziyordur ve sanki siz evinizde uslu uslu oturuyorsunuzdur, ve saire.
Nasıl bir boğa size saldırırken, sizin önemsediğiniz
o olumlu ama onun için gereksiz özelliklerinize bakmıyorsa, yaşam da bakmaz;
etyemez olup olmamanız nasıl boğayı ilgilendirmiyorsa, hayır kurumuna bağış
yapmanız, savaşa hayır imzası vermeniz, haksızlığa uğrayan birine arka
çıkmanız, ya da herhangi bir nedenden iyi biri olduğunuzu düşünmeniz ve benzeri
mazeretler de yaşamı ilgilendirmez...
Yani iyice bakmak lazımdır; bu boğa, bu doğa, size
neden saldırıyor…
Oysa kendinizi suçlamaya değil de suçu hayata atmaya
yöneldiğinizde, büyük başarı vaat eder sonuç; tek tek değil tüm hatalarınızın
üzerini örtmüş olursunuz böylece. Ve çok daha tehlikelisini de yaparsınız:
Hatta yapma hakkı kazandığınızı düşünürsünüz.
Böylece gelelim “sözüm meclisten içeri” ye…
Böyle insanlar yaşıyorlar ve bunlar sizsiniz. Siz o
sözü kesilen, hakaret edilen, üzerine çullanılan, siz o aşağılanan, yurdundan
kovulan, cinsiyet ayrımcılığına maruz kalan, siz o faşizm kurbanı, siz o haince
öldürülen değilsiniz. Siz insanın sözünü kesen, hakaret eden, üzerine
çullanansınız, insanı aşağılayan, yurdundan edensiniz, faşist olan, ırkçı olan,
hain olan sizsiniz…
Siz savaşa karşı olan değilsiniz; aynı savaşları
kendi çapınızda çıkaran, çapınız büyüdükçe daha geniş çaplarda çıkaracak
olansınız…
Çizgi roman kahramanlarıyla, esas adamla-kadınla
özdeşleştirmeyin kendinizi, siz kötü adamsınız, kötü kadınlarsınız, en iyi
ihtimalle ikiyüzlü ve kaypak figüransınız…
Siz o kitaplarda anlatılan değilsiniz; siz, o,
kendine karşı binlerce yıldır kitap yazılansınız…
Okuduğunuz kitaplarda kendinizi bulmaya
meraklıysanız, bu kitapta gerçek kendinizi bulacaksınız…
Çünkü: Edebiyat terapi olabilir ama Felsefe tokat
olmalı. Hem de sizin suratınızda patlayacak tokat…
Kadın, çocuk, yaşlı, anne-baba, patron, başkan, büyük
yazar falan dinlemeden…
Yan masada oturan yaşlı adam:
-Şu müziği biraz kıssana, dedi garsona.
-Efendim, en kısığı bu, deyince garson,
-O zaman bir süre kapat çok bağırıyor, dedi.
Buraya kadar yaşından dolayı doğal bir rahatsızlık
ifadesi olarak algılanacak isteğin haklılığı, adamın şu cümlesiyle son buldu:
-Bunu dinleyen kimse var mı, yok…
Ve burada, kendimi de nereye koyduğumu söyleyeyim...
Cem Akaş’ın Susan Sontag’ı koyduğu yere koyuyorum:
“Zor bir insandı. Bu kısmen, çok ciddi, çok ahlaklı olmasından kaynaklanıyordu;
kısmen de sizin de en az onun kadar ahlaklı olmanızı beklemesinden. Ahlaken
haklı olan ve bunu bilen bir insanın karşısında, hadi ahlaksız demeyelim ama,
günlük yaşamın ister istemez getirdiği bir ‘kıvraklık’ı olan, her zaman
ilkeleri doğrultusunda hareket edemeyen ve bunu bilen, sıkıştığında işi dalgaya
vurup sıyrılmaya çalışan bir insanın kendini suçlu hissetmemesi imkansız.
Canımı sıktığı için severdim Susan’ı.”
Umarım canınızı yeterince sıkabilirim…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder