1.3
SİYAH ATLI PRENS
“Yazdıklarıma
karşılık para almak harikulade bir kadınla yatağa girip seviştikten sonra
kadının yataktan kalkarak çantasına gitmesi ve bana bir avuç dolusu para
uzatması gibi bir şey benim için. Alırım parayı.” Bukowski
Yuvamı yapan dişi kuşlar. Kıyas kabul etmez
kadınlar... Onları anlatacağım şimdi.
Ben aniden içeri girdiğimde
adam sevgilimin üzerine boşalıyordu...
Böyle de başlanabilir, ama
ben biraz daha klasik bir başlangıcı seçeceğim, biraz daha romantik. Yine de
yukarıdaki cümle için bir açıklama gerekiyor sanırım: Aldatıldığımı
düşünüyorsunuz, ama ne yazık ki aldatılmadım!
Ne yazık ki, mi? Ne yazık
ki, mi?
Aldatılmayı isteyen mi var
aramızda? Hatta, üstelik, bir de, aldatıldığına şahit olmayı isteyen? Gözü
önünde?.. İtiraf ediyorum, ederim, ne var ki itiraflarım hep beni haklı
çıkartır... Kimi haksız çıkartır peki? Artık onu da bilen bilir... Aldatıldım
evet, ama tamamen başka şekilde, sizin, hadi canım o da aldatılma mı
diyeceğiniz şekilde, bence aldatılmaydı ama… Peki neden yukarıdaki türden bir aldatılma
yaşamadım diyorum, ne yazık ki? Sanırım şundan: Hani insan kendinde olmayana
özlem duyar ya, erkek kadına, şehirli kırsala, arabada giden yürüyene, dondurma
yiyen kahve içene...
Anlayacaksınız... Umarım...
-RUH MU BEDENİN HAPİSHANESİDİR, BEDEN Mİ RUHUN?
-BİRBİRİNİN GENELEVİ OLSALAR.
Buradan başlamalı, bu evden. Evet buradan
başlayacağım. O kadar çok şey var ki, küçük küçük, parça parça, hepsi notlar
halinde, hafızama güvenirsek; ama nasıl anlatmalı, karıştırmadan, tabii sizin
aklınızı da... Hayatımdaki evleri anlatmalı, şu an içinde bu satırları
yazdığımdakinden başlayarak. Evler... En az kadınlar kadar önemli hayatımda.
Bazı durumlarda kadınlardan da çok. Çünkü yazmak... Çünkü yazmak... Bitirmeye
gerek var mı cümleyi...
Şu an 15:25. Kıyının biraz gerisinde, küçük bir
tepenin üzerindeki apartmanın en üst katından yarı kuş bakışı baktığım
iskeleden bir vapur kalktı şehrin merkezine doğru... Boğaziçi Özel Gezi Seferi
bu, özel olmayanın üç katı fiyatına. Turistik! Her gün gezilmesin diye Boğaz,
sıkılırız sonra! Akşam üzerleri şehre denizden dönmek ilginç olurdu, ama bu
“özel” seferle masraflı, her gün olmaz. Akşam saatlerinde şehrin merkezine
başka vapur yok; sadece sabahın erken saatlerinde, işe gidenler için; ve akşam
saatleri hep merkezden buraya, işten dönsünler diye o gidenler. Arada gidip
geleceksen, otobüs kamyon jip bip! Denizlerin şehri İstanbul, ama gezmişlerin
değil... Deniz otobüsü 18:00’de kalkacak. O bile Boğaziçi Özel Gezi Seferinden
daha ucuz ama hiç zevkli değil. Adı üstünde işte: otobüs; denizden gitmiyor
sanki. Hangisi daha yakışıklı? Daha çok, ana-oğul gibiler. Yaşla ilgisi yok,
hızla da yok ilgisi, oturaklı olmasıyla daha çok vapurun. Tanrı gibi
seyrediyorum üstten... Yarı Tanrı gibi... Yarın Pazartesi, ikinci (b)ölümüne
başlamaya karar veriyorum artık kitabın...
Kitap? Kitabı mı düşünüyorum? Daha çok kendimi
düşünüyorum... Zaten kitap denilen şey, yazılmaz. Kitap yazıyorum lafı
yanlıştır. Yazarsınız, kitap olur; olursa... Aynen trenin altına atamayacağınız
gibi kendinizi; atlarsınız, tren üstünüzden geçer; geçerse...
Bugün pazartesi. Dün akşam aldığımız porno filmi
atlaya atlaya bir kez daha seyredip sonuna doğru boşaldım... Bu cümleyi her
okuduğumda bir kez daha istiyorum... Dün akşam zeka yarışması yaptık
televizyonun karşısında, 102 aldım, 12 ile 17’yi toplayamayacak kadar yorgun,
içkili, yarı umursar ve hemen cevap verme zorunluluğundan tedirgin; zekayı mı
ölçüyorlar, refleksleri mi! (Ev sahibim 90 aldı, en fazla 65 verirdim elimde
olsa. Tabii her zamanki erkeksi rekabetler; kadın bir de bunlar: Cevabı
bulduğunda yüksek sesle söylüyor, bildiğini göstermek için. Halbuki benim kopya
çekmeme olanak tanıyor. Ama ben kopya çekmem.) Zeka yarışmasından sonra ısrarı
üzerine biraz önce seyrettiğim porno, da değil, daha çok erotik filmin ilk
gösterimi yapıldı, halbuki ben tek başıma seyretmek için aldırmıştım: Sen
söylersen söyle, porno film yok mu diye, yoksa ben söylemem dedim; önce
erotiklere baktı tezgahtan, sonra, başka yok mu, dedi, daha açık. Daha serti
yok mu diye soran bir kadına rastladığını söylemişti daha önce, her zaman
gittiği videocusunda, ama öyle sormaya cesaret edemedi, adamın anlamasını
bekledi daha çok: Adam biraz ilerdeki arabaya gitti, getirdi: Erkek işi; sert
erkek... Dün zeka yarışmasından sonra seyrederken filmin ortalarına doğru
tahrik olundu ve sevişilmeye başlandı, şimdi hangi bölümlerde sevişiyor
olduğumuzu hatırladım. Sevişirken üzerimde fazlaca hızlanması, oturup
kalkmalarının artık tehlike yaratması nedeniyle durduruldu, biraz kilolu,
ayrılındı; “ileri geri konuşuyorsun” gibi, denemez mi: “ileri geri
sevişiyorsun” diye, sevmediğin kadına; ayrılındı ve köşelere çekilinip filmin
sonu seyredildi. O küskün; sanırım, umarım; ben umursamaz; baştaki görüntülerin
biraz değişiğini sona koymuşlardı, ve yatıldı. Her zamanki gibi salondaki
koltuğun üzerinde yattım. Giderek daha rahatsız olmaya başladı ve akşamdan
içkili olduğum zamanlar sabah erken kalkamıyorum; uzun zamandır içmiyordum:
yeni evin şerefine bu günlerde. Erken kalkamıyorum, dediğim, ilk deniz otobüsü
gittiğinde, bu da 7:30 eder. Hiçbir zorunluluğum olmadan. Yine de o saatte
çoktan aydınlanmış oluyor ortalık: “Güneş üzerine doğmayacak.” dermiş dedem.
6:00 gibi kalkmam gerekiyor. Henüz tam oturtamadım buradaki varlığımı, 1 hafta
oldu.
KARADENİZ BİR BAKİRE,
MARMARA KIYIDAN KIYIDAN FLÖRT EDEN BİR GENÇ KIZ
(İSTANBUL BOĞAZINDAN ÇANAKKALE’YE GENİŞLEYEN),
EGE FIKIR FIKIR BİR KADIN,
AKDENİZ TAM BİR FETTAN.
3 oda bir ev burası. Öndeki oda biraz büyükçe
diğerlerinden, dikdörtgen şeklinde, dar kenarı denize doğru, geniş kenarı
yandan biraz denize ve daha çok kasabaya bakıyor; şehrin az uzağında, içinde
sayılır kasaba... Öndeki manzara solda Karadeniz tarafını kapatan bir bina
nedeniyle neredeyse yarısına kadar bölünüyor ama sağa doğru boğazın ilerlerini,
Yeniköy’e kadar olan kısmını gözlemleyebiliyorum. Gemilere sen geç sen dur
diyorum, dinliyorlar; sen, biraz açık al virajı, çarpma kıyılarımıza!..
Arnavutköy Akıntıburnu kıyısını, seksen gemi çarptıktan sonra, betondan değil
de daha sert bir maddeden, sanırım çelikten yapıyorlar, bir şey değil artık
kıyıya, gemiye olacak olan, güümmm, çelikten bir duvar, kitlenmesinler artık
onlar da oraya... Ön dar kenarda sağda ve solda birer tek kişilik koltuk var,
ortalarına bir sehpa da alarak karşılıklı sığışıyorlar. Soldaki koltuk benim,
bu manzarayı izlediğim. Sağdaki koltuk daha az manzara görüyor, dediğim gibi,
daha çok Boğaz’ın Karadeniz girişini, Anadolu Kavağı’nı ve tepesindeki kaleyi
arkasına saklamış binaları görüyor, ev sahibimin gördüğü bu, ve tabii bir de
sol taraftaki koltukta oturup boğaza bakarak hayaller kuran eski günleri
hatırlayan, geleceği bazen düşünen ve fazlaca uzayan, huzuruna kadar uzayan
kıştan sonra artık keyifli günler geçirmeye başlayacağını düşünen bendenizi
görüyor... (Keyifli günler dedim, evet: Yazmak keyifli bir iştir kim ne derse
desin, keyifsiz olan, acıtan o değil öbürüdür, yani yazamamak... Peki:
Yazmamak? O var mıdır?)
Neredeyse tüm gün evdeyim ve dördüncü kitabımı
yazıyorum... Ilık suyumu içip hızlı bir kahvaltıdan sonra küçük suratın
karşısına geçiyorum. Tüm yazı burada geçirip kitabı kolaylamak istiyorum. Ev
sahibiyle aramızda sorun çıkmazsa. Henüz daha ilk kitabım yayımlandı, peki
ikinciyle üçüncüye ne oldu? Atladım onları diyorum, dördüncüden devam ediyorum,
sonra da sekizinciyi yazacağım! Böyle zengin gösteriyor! Yayınevi atladı
aslında ya, neyse.
Eve küçük suratı ilk getirdiğim sabah şöyle yazmışım
günlüğüme:
“6 mayıs 2003 Salı... Sabah. Sarıyer. Eve geldim ve
bilgisayarımı koydum manzaranın karşısına. Anlatacağım sonra. Yazmaya başlamalı
şimdi...
Akşama doğru: Tüm gün bilgisayarın başında, yazmaya
çalışacağım metin ekranda açık olarak öylece oturdum ve sevindim. Tüm gün
sadece sevindim...”
Bir ışık sorunu var, fazla aydınlık etraf, küçük
suratın ekranını görmemi engelliyor, gözümü alıyor. Güneşliğini gözlerime kadar
indirdiğim bir şapka takıyorum. Böyle yazacağım aklıma gelmezdi, böyle bir
sorunla karşılaşacağım. Son birkaç yıldır güneşi sevmiyorum, sadece doğarken ve
batarken, görmeyi engelliyor etrafı, göz kamaştırıyor, bir kadının göz
kamaştırıcılığı gibi, çoğu kişi fark etmemiştir bunu, hâlâ güneş severler (ve
kadın). Nasılsa, Zerdüşt bile, en güzel zaman güneşin öğle vaktidir diyor, yani
her şeyin aydınlık olduğu zaman. Halbuki her şeyin en net göründüğü zamanlar
sabahın ilk ve akşamın son vakitleridir, öğleye en uzak iki vakit; güneş öğlen
nesneye düşer ve aydınlatır onu evet, ama gözümüze de düşer ve görmemizi
engeller...
Bulutlu havaları seviyorum, hem şekillerle dolu
gökyüzü daha bir bakılası oluyor, sonsuz deniz yerine karşı kıyıyı tercih etmem
gibi, Boğaz çocuğu. İlginç bir durum bu, Emirgan’daki evde yoktu bu sorun.
Orası iki katlıydı. Ben çatı pencereli odada yazdığımdan parlaklık rahatsız
etmezdi. Alt kattaki büyük pencereli salondan güneşi doğururdum önce: Bir
keresinde sevgilim yukarıda henüz uyurken şunlar çıkmıştı (kalemimden derler
ya): “Ne ukalalık güneşin doğduğunu düşünmemiz, güneşin yükseldiğini; halbuki
biz, arkamızda kilometrelerce yeryüzüyle, o kocaman ateş topuna, bizi ısıtmaya
ve aydınlatmaya devam etmesi için yalvarmak üzere eğiliriz.” Güneş artık
bakılamayacak kadar büyüdüğünde üst kata çıkıp yazmaya başlardım, bir saat
kadar küçük pencerenin perdelerini çeker ve güneşi keserdim aslında ama ondan
sonra gerek kalmazdı zaten, oda hep belli bir loşlukta olurdu, belli bir
hoşlukta. Şu andaki gibi değil boşlukta. Şimdi düşünüyorum da bu iki yaz
önceydi ve yazarken manzaraya bakmam gerekmiyordu. Şu anda bakmak istememin
nedeni, iki yıldır Beşiktaş Ihlamur’daki evimde bırakın denizi ve yeşilliği,
gökyüzünü bile ancak iki binanın izin verdiği aralıktan görebiliyor olmamdı...
(Ihlamur’daki evle sevgi -ama aşk değil- nefret ilişkim oldu; bazı kız
arkadaşlarımla olduğu gibi; evleri güzel olan bu iki kız arkadaşımla. Kız
yerine kaz yazmak geldi klavyemden. Klavye sözcüğü de kavalye’ye ne kadar
benziyor.) Alışacağım... Sarıyer ve Emirgan’ı karşılaştırmamak mümkün değil,
yoksa ortak yanları sadece ev olmaları ikisinin de... Beni ağırlayan ev
sahiplerimin ortak yanları gibi; ikisi de kadın; tüm kadınların dünya
yaratıldığından beri ortak özellikleri dışında pek bir benzerlikleri yok...
(Ama zaten beni de bu ortak özellikler ilgilendiriyor.)
Şu anki ev sahibimle 2 ay kadar önce internetten
tanıştık. Fotoğrafta çok güzeldi ama biraz ukalaca bakıyordu, o nedenle aylar
önce profilini fark ettiğim halde yazmamıştım... Bir gün onu bana yazmış
buldum... Konuştuk buluştuk... Fotoğraftaki insandı ama o kadar güzel
değildi... Çok iyi niyetli, saf, bu anlamda güzel bir insandı fotoğraftaki
ukala bakışın tersine, ama benim sevgili olarak isteyebileceğim biri değildi ve
bunu da ona bildirdim bir süre sonra... Anlamazlıktan geldi devamlı... Ondan
sevgili olarak hoşlanmamam ona anlaşılmaz geliyordu, o kadar taliplisi vardı
ki! Bir erkek ondan hoşlanırdı doğal olarak, hoşlanmıştı bugüne kadar. Böylece,
o fotoğrafındaki ukala gülüşünün aslında aptalca, yarı açık ağzının belki de
şaşkınlıktan -neye şaştıysa- ve üstten bakışının “olası bir ihtimalle”
saflıktan kaynaklandığını anladım... Çok kötü bir evde kalıyordu İstinye’de,
artık taşınmak istediğini söylüyordu ve benim Boğaz manzaralı yerlerle ilgili
özlemimi dile getirmemle ev aramalarına “Boğaz manzaralı” sıfatını da katarak
çok az bir kira farkına öyle bir yer buldu... Burada yaz gündüzleri, dedi bana,
nasılsa o işteydi, anahtar yaptırdı, bana sordu falan nasıl düzenlemeli diye
evi. Tehlikenin farkındaydım, ama henüz tatlı bir tehlike olarak
adlandırıyordum bunu. Evde kalmaya başladım gündüzleri ve tabii normal
arkadaşlık görüşmeleri içinde kalmak üzere bazı akşamlar. Ki daha önce,
sevgililiği dayatırsan bir daha görüşmem senle, demiştim ve peki, demişti, seni
hayatımda nasıl olursa olsun istiyorum. (Ne olursa olsun istiyorum, mu demişti
yoksa!?) Hatta, sevgililerim olabilir, konusunda da anlaşmıştık bir gece,
şaşırmıştım. Bir gün akşam evden gittiğim için sitem etti, ben seni hep yanımda
istiyorum, diyerek niyetini, niyetinden vazgeçmediğini yine belli etti, benim
ondan daha çok fark ettiğim niyetini; ama sonra geçti. Alışacak diyordum.
Muratçıl koydum adını; evin çatısından kocaman
kanatlarını açarak kendini bıraktığında, manzaraya sakin sakin bakan gözlerimin
önünde birden belirip kıyıya pike yapan martılar gibi onun da evinin üzerinden
bana pike yapma çabalarını adlandırarak.
Bu onun:
Murat’ım
Uysal mı, vahşi mi
Renkli mi, yoksa sade bir hayatta mı
Aşkım mı, sevgilim mi
Tutunamadığım dalım mı.
Bu benim:
Birbirimize, günaydın, demiyoruz. Suratlarımıza
bakmıyoruz, bakışlarımızı manzaraya çevirmiş yunusları seyrediyoruz. Burası
iyi, bu ev iyi bu manzara iyi biz iyi değiliz insanlar iyi değil. Sadece
yunuslar, yunuslar iyi. Martılar. Haykırarak ezan okuyan adam iyi değil, her
bağırışına uluyarak karşılık veren köpek iyi...
Çok heyecanlı kalkmıyorum sabahları. Yine de mutluyum.
Mutlu olmalıyım. Burası düşeş gibi geldi. Rahatım. İhtiyaçlarım karşılanıyor.
Sarıyer tarafını o kadar da iyi bilmediğim için tatil yeri gibi geliyor. İşte
keşfedilecek bir yeri daha yıllardır yaşadığım şehrin. Hayatımda bir aşk da var
Emirgan’dakinden farklı olarak. Çevrem o zamankinden az geniş de değil.
Kışın üzerimdeki etkisi çok iyi olmadı, en azından
gelişmem gereken ölçüde gelişemedim insani anlamda. Eve kapanmak, az insan
görmek ve bunun uzun sürmesi yordu. İkinci kitabım bir yıldır yayınevinde,
söylemiştim, çoktan basılmış olması gerekiyordu. Üçüncü kitabım da hazır,
bekliyor, neyi bekliyorsa... Yaptıklarımın karşılığını görmek istiyorum belki.
Of sıkıldım... Yazmak istemiyorum...
İNTİKAM
Bir anlam geldi
kurcalamaya başladı kafamı, arttı hamile beynimin sancıları.
Düşünceler can
simididir, kurtarır insanı...
Bir iş geldi böldü
düşüncemi, kesildi doğmamış çocuğumun tekmeleri. Zorunluluklar katildir,
öldürür fikirleri.
Bir zaman geldi aldı
götürdü aklımı, hatırlattı hafızam bana yaşlılığımı. Şimdi kim alacak o
ölülerimin intikamını…
Hayatta
çoğunlukla mutsuz, ara ara mutlu oluyorum son bir yıldır; diğer insanlara
benzedim. Tanrı bu metni yazmam için beni mutsuz etti belki, mutlu mutlu
edebiyat mı yapılır! Ben buna inanırdım ama, böyle yapardım, yapmıştım hep...
Sadece insanlarla biraradalıktan mutsuz oluyordum; bu, dediğim gibi, kendi
içimde mutlu olmamdandı; ama kendime dönünce, ilişkiler bitmiş olsa bile
mutluluğuma dönebiliyordum. Şeytan tüyüm olduğunu söylerdim, söylerlerdi,
görürdüm, görürlerdi, ama bu son bir yıl hiç de farklı davranmadığım halde
şeytan tüyüm kaybolmuş gibi. Şu mu demek: Gerçekten bir şeytan tüyüm vardı.
Zor bir kıştı, diyorum ya, aslında abartıyorum, her
zaman olduğu gibi. Hayatımdaki kötülüğü abartırım, çünkü çok yoktur. Abartınca
daha da dikkatimi çekecek, önemsenir bir konuma gelecek ve hakim iyilikle
dengelenecek, daha başa baş bir çekişme olacaktır aralarında, diye belki. Çünkü
hep iyilik kazanır, her zaman iyilik hakimdir, onun otoritesi geçer, hayatımda.
Benim çoğu kez zor anlaşılır ve bazen de zor anlayan bir insan olmamın nedeni
budur: Dramlardan geçerek aydınlığa kavuşmadım ben, aydınlığa doğdum... Ben
üstten, Tanrı gözüyle bakarken, insanlar düştükleri çukurdan, insan olmayı
becerememiş biri gibi bakarlar.
Tabii gerçek ukalalar görürüm bazen yukardan bakınca,
esas sorun olan onlar, beni ukalalıkla suçlayanlar. Çukurdayken başını dik
tutmak tamam da, çukurda değilmiş gibi görünmeye çalışanlar. Kış kötü geçti. Şu
anda kışı kötü geçen, hatta hayatının son dönemi, birkaç ya da bir beş yıllık
dönemi, hatta neredeyse hayatının tümü kötü geçen insanlara bolca rastlanıyor
şehirde. Ekonomik kriz diyorlar ama kriz insanların içlerinde. Benim son kışım
da her nasılsa onlarınki gibi geçti. Her nasılsa. “Sefahatte buluşamayınca
sefalette buluştuk!”
Gerçek bir safahat hayatıydı Emirgan’daki... 3 yıl
kadar önceydi. Bir kadınla beraberdim; ona âşık değildim ama iyi bir ilişkimiz
vardı; o ise bana âşık olduğunu söylüyordu; hayatının adamı olduğumu falan;
benden bir çocuk istiyordu. Şimdi başka bir kadın var hayatımda. Kirpiğim. Ona
âşık olduğumu düşünüyorum; o beni bana âşıkmış gibi önemsemiyor ama sanki. Bir
de Muratçıl var; özel hayatıma karışmayacağı sözünü veren ama sonra dayanamayıp
kıskanan.
-BAZEN CİDDEN BENİ SEVDİĞİNİ DÜŞÜNÜYORUM.
-BEN GİDEREK SEVERİM, ZAMANLA YA DA UZAKLAŞARAK…
Her şey birarada olmuyor! 3 sene önceki ev sahibime
âşık olsaydım demeyeceğim; ya da şu an âşık olduğum kadın bana âşık olsaydı
keşke... Maddi durumu daha iyi olsaydı, ya da daha zor ama benim maddi durumum.
Çünkü o her ne kadar tersini iddia etse de parasızlık bizi ayırabilir. Her ne
kadar kısa saçlı kafamın arkasını okşayıp bir çocuğun, kendi içinden çıkacak
bir çocuğun kafasının arkasını okşarmış gibi hissetse; senin çocuğun güzel
olur, dese de. Onun âşık olabileceğini düşünmüyorum, yani aşk duygusunu hissedebileceğini;
bu duyguyu bana hissetmediğine göre... Bir önceki ilişkisi için, beni çok mutlu
etti, demişti ama adamın fotoğrafını gördüğümde parası ve belki de sevişmesi
haricinde bir kadını mutlu edebilecek bir tip değildi; tabii benim bakışımla, benim
yanımda, ben varken, ben gibi biri varken... Evet, bir kadını mutlu edebilecek
tip değildi eski sevgilisi çünkü bir kadını mutsuz edebilecek bir tip değildi;
peşinden koşturacak, kalbini deli gibi çarptıracak... Ona iyi bir hayat
sağlayabilirdi; iyi sevişirdi onla, o da belki, o kadar... Bu tam evlilik,
aşksız evlilik, mantık evliliği diyorlar ama evleniyorsan mantıktır zaten...
Benim 3 sene önceki sevgilim aslında birçok adamı kendine âşık ettirecek bir
tipti, yani öyleydi herhalde, oluyorlardı çünkü ona âşık; aşk diyoruz,
ayrıntıya girmiyoruz, çünkü bir dolu yan faktör vardı kadında, vardır kadında;
o böyle bir kadınken, yani âşık olunabilecek, ben ona âşık değildim... Güzel
bir ilişkiydi sadece, güzel bir hayattı, heyecanlıydı, ama işte aşk... Oysa o, ona
âşık olduğumu ama duygularımı belli etmediğimi düşünüyordu; kendisine âşık
olunmaması imkansızmış gibi. Muratçıl da sormuştu bana, neden beni sevmiyorsun?
diye, nasıl olur da beni sevmezsin, demek ister gibi. Oysa ben de şu an âşık
olduğum kadının, bana âşık olmadıysa aşk duygusuna uzak bir insan olduğunu
düşünüyorum; diğerlerine benzer bir ukalalık mı!
Hayır; bunu kabul etmiyorum; ben hayran olunan bir
insan olduğumu bana hayran olanlar var diye bilmedim!
-AMMA ÖVDÜN YAKIŞIKLILIĞINI, SEN ALAİN DELON MUSUN?
-HAH! ALAİN DELON YANIMDA JEAN PAUL BELMONDO GİBİ KALIR
BE.
Abartıyorum, evet. Tamam, zekamla birlikte
yakışıklılığıma da çok şey borçluyum; ama ödedim borcumu, hatta alacaklıyım da
belki; önceleri, yıllar önceleri, kadınların ilgisi olmasaydı daha az sosyal
bir adamdım; belki daha iyi bir yazar ama mutlu bir yazar değil; önceleri
öyleydi evet. Evet, hayran olunan bir insan olduğumu bana hayran olanlar var
diye bildim; ama orada kalmadım, devam ettim; böylece kendimi bildim, hep
hayran olunacak bir insan olduğumu bildim; bildiğim için de bunun üzerine
gitmedim; fotoğrafı çekilmezse deliren pop starlar gibi bağımlı kalmadım bana
hayran olanlara...
Neden birine âşık oluruz da diğerine olmayız? Neden
Kirpiğim’e âşıktım; eski ev sahibimi sadece seviyordum ve Muratçıl’ı o kadar da
sevmiyordum... İlk aşkımı yaklaşık on sene kadar önce tanımıştım, o da bu son
aşkım gibi bana âşık değildi; benzer yönleri ikisinin de hayatı başarmaya
çalışmalarıydı, çok da uğraşmadan, bir işte çalışıp para kazanarak ayakları
üzerinde durmak ama bir erkek olsa da kurtarsa onları bu hayattan diye
düşünmeden de edemeyerek... Aşkı hayatın bir köşesine atmak. Ruhunun bir
köşesine. Varsa. Köşe değil ruh... On sene önceki o aşkım, bir arkadaşıma şöyle
demişti: “Benim bir hayatım var; Murat ne ki!”
Sonra çevresi var diye karizmatik görünen bir adamla
birlikte oldu! Onun bana âşık olmamasını doğal buluyorum şimdi, çünkü ben on
sene önce adam değildim; on sene falan önce doğdum ben, 22 yaşlarında, ondan
önce yaşamadığımı kolaylıkla söyleyebilirim ve bu yanlış olmaz; tıpkı şu an
gördüğüm bir dolu insanın yaşamadığını kolayca ve doğruluk payı yüksek olarak
söyleyebileceğim gibi. Bu on seneden önce ne idüğü belirsiz, canı sıkılan,
asosyalleşmeye meyilli ve bunu belli bir amaç, örneğin yazmak için kapanmak
gibi geçerli bir neden olmadan yapan biriydim. Yazmaya, düşünmeye başlamamıştım
daha...
-AŞK BİR GECELİKTİR...
-BENCE AŞK BİR SABAHLIKTIR.
Beş sene önce ise karşılıklı bir aşk yaşamıştık başka
bir kadınla; gerçek bir aştı o; ikimiz de âşıktık, öyle “sevip de kavuşamazsan,
ya da karşılığını görmezsen aşk olur”lar bana göre değil; siz de inanmayın, çok
çalışılıyor çünkü bunun aşk olduğuna inandırılmaya; aşk bu değil. Peki o zaman
ondan, o beş sene önceki aşkımdan neden ayrıldım? Tanrı bana bir aşk verecek
dediğim günlerde ortaya çıkmıştı ve “işte bu” demiştim ama dediğim gibi her şey
birarada olmuyor, bazı şeyler eksikti; bende 5 senede epeyce oturmuştu bir
şeyler ama onda eksikti; sadece âşık olmanın yetmeyeceği kadar mükemmeliyetçi bir
insandım o zaman; şimdi değil miyim?
Peki neden bir erkeğe yıllar boyunca âşık olurken
kadınlar, bir gün gelir ve âşık olmamaya başlarlar... Bir değişiklik yokken
erkeğin hayatında... Hayatımdaki kadın bana tek şekilde ihanet etti bugüne
kadar; bana âşık olmayarak. Bugünlere kadar çok az kadın ihanet etti bana.
Bugünlere kadar... Şu son dönem... Şu an tanıştığım kadınlar bana art arda
ihanet ediyorlar. İşte keyifsizliğimin esas nedeni. Kadınlarla hiçbir zaman
sorunum olmadığı ve onları rahatlıkla ikincil görebildiğim halde, şimdi sorunum
olunca... Buraya geliriz...
Eski ev sahibime âşık değildim; onu bir dost olarak
görmüştüm, onun beni dostu olarak görmekle yetinemeyeceğini söylemesi üzerine
bir ilişkiye dönüştü dostluğumuz. Ona asla, sana aşığım, demedim, ona âşık
olmadım, birine zamanla âşık olmam; gözlerim o kadar da kapalı değildir, bana
zamanla âşık olanlar, âşık olduğunu fark edenler diyelim, oldu çünkü; bir kez,
eski ev sahibime, sana aşığım, dedim ama dalga geçiyordum. (Ayrıldıktan kısa
bir süre sonra aradığımda, hayatımda biri var demişti, inanmamıştım, kısa
sürede ilişkiye girebilecek bir kadın değildi, hem de bana o kadar âşık
olduğunu söylerken hiç değildi, inanmamıştım ve “tabii tabii ben de sana
aşığım!” demiştim.)
İki katlı bir evdi yaşadığımız. O kiralamıştı. Beni
ilk dolaştırdığı günü hatırlıyorum. Gururluydu. Heyecanlıydı. Çok mutluydu.
Daha mütevazı bir evden taşınmaya karar vermişti buraya, boğaz manzaralı,
yeşillikleri içinde, ferah. Çatı katına çıkartı beni ve üç odadan Karadeniz tarafına
doğru olanı gösterdi; iki küçük çatı penceresi vardı ve bir kenardaki ahşap
duvar kırk beş derecelik bir açıyla yere iniyordu; burası senin odan, dedi,
gülerek, henüz birlikte yaşamıyorduk... Diğer taraftaki oda yatak odasıydı,
ortadaki de ardiye (ki ardiye dediğim başkasına epey yüksek bir fiyata
kiralanabilirdi; bir kadına mesela; hah hah ha; ben de oyuk bir gözle yazmaya
çalışırdım manzaralı odamda...) Alt kattaki camlar çok genişti ve neredeyse yüz
seksen derece bir açıyla görülüyordu etraf... İşte bu evi gezdirdi bana; ki o
genelde işte olacağı için evin tadını ben çıkartacaktım; çıkarttım; ilk
sorduğum şu oldu: Ödeyebilecek misin kirayı? Öderim, dedi güvenli bir sesle,
sanki çoktan planlanmış, ya da neredeyse umursamaz, senle berabersem önemi yok,
demek ister gibi...
YA DA ve AMA
Sevgi uğraşılarak kazanılan bir şey
olabilir, aşk piyango biletidir.
Ya da…
Sevgiyle köşe başında çarpışmazsınız,
aşk düşmekte olan saksıdır.
Ama…
Sevgi ağaçsa, aşk sonbahar yaprağıdır.
Yaşamaya başladık. Ben tüm gün evde yazıyordum, o işte
didişiyordu; bu yüzden bazı akşamlar eve iş getiriyordu, gelip benle
didişiyordu... Eve ona olduğumdan daha fazla hayrandım ve neredeyse tüm günümü
onla geçiriyordum, yani evle. O, akşam geliyordu dışarıda buluşmuyorsak. Beş
yıl sonra olsa yetinilebilinir bir ilişki diyebilecekken, beş yıl önceki gibi
âşık olacağım bir kadın bulma umudumu saklı tutuyordum... Yazılarımla çok iyi
ilgileniyor, tutkularımın doruk noktasında tatmin etme ihtiyacımı yazılarımla
karşılıyordum. Bir de âşık olsam tam olacak dediğim oluyordu, insanların “tam”
dediğinin çok üstünde bir tam olma duygusuyla. Belki de bu yüzden, e o kadarı
bana bile fazla, deyip, mutluluğuma geri dönüyordum, ukalalık yapmıyordum o
kadar da. Zaten çok da iyi geziyorduk, şehir içi şehir dışı, kafayı takmamak
için insanların kullandığı yöntemleri kullanıyorduk. Arkadaş gurubumuzla
eğleniyorduk, ben herkese çok yakın olmadan onları gözlemleyebiliyor, bir dolu
yaşantıya o yaşantıların aptallıklarına katlanmadan tanık olabiliyordum, ya da
sevgilimin anlattıklarıyla yorumlar getiriyorduk, o daha çok hayatın, o hayatın
içinde yaşıyordu ne de olsa…
Benim tek başına takılmalar için biriktirdiğim ve
meyhane ya da gece hayatı, şehir dışı tatil gibi lüks sayılabilecek
harcamalardan ayrı tutuğum param bir yana, sevgilimin harcamaları sayesinde bu
lükslerden de geri kalmıyordum. Hiç sorun olmuyordu para konusu aramızda;
mutluyduk. O bir evlilik ve çocuk, benimle bir gelecek planları yapıyordu;
belki uyabileceğini bile düşünüyordum bana bu planların. Daha çok bana olan
ilgisinin tadını çıkartıyordum. Benden bir çocuk istemesinin. Benimle gurur
duymasının. Benim gerçek duygularımı çok da bilmeyen insanların ilişkimize
gıptayla bakmasının tadını çıkartıyordum.
Tabii gerçekçi düşünüldüğünde, önceleri, henüz
arkadaşken, yani ben öyle sanırken çok daha mutluydum. Oluşmakta olan bir
şeyler vardı. Yeni bir şeyler. Aşk olması gerekmez. Ben buna mı âşık oluyorum,
yeni bir şeylere? Aşk nedir ki zaten, birisinin size hayran olması. ( Âşık olduğum kadınlarda bu tanımı
vermiyorum!) Böyle açıklandığında aşk olmasa da birisi size hayran olabilir. Ya
da insanlar sadece hayran olduklarına mı âşık olurlar? Olmadı, şu: İnsanlar
hayran olduklarına hep âşık mı olurlar?
Âşık olmayacaksanız, o zaman dostluk olarak da kalabilir,
niye sahiplenesiniz ilişkiye dönüştürüp, daha doğrusu niye sahiplenilesiniz...
Sonuçta yaşadığımız şeyler hoştu, haz almıştım, başkası olsa da haz alır
mıydım? Niye olmasın, onunla doğmamıştım onunla da ölmeyecektim. Birisine âşık
olmak saçma gelmiyor mu size de? Yani bazen? Sizden hoşlanmasıysa istediğiniz,
başka birisi de olabilir. Tabii herhangi birisi olmaması için biraz beğeninizi,
seçiciliğinizi devreye sokarsınız. Sizi seçecek jüriyi seçmek gibi bir şey...
Peki ama jürinize âşık olmak! O da ne demek!
Hayata sahipleniyorum ben, ve sadece hayatın beni
sahiplenmesine izin veriyorum. Ama aşk. İlk tanışmanın heyecanıysa, birbirine
duyulan ilginin platonik aşamasının gizemiyse, ilk öpüşmenin, sevişmenin
yakıcılığıysa... işte bu kadar. Özneye niye yöneliyor ki... Bu saydıklarımın
gerçekleşmesi... İşte, hayatın tatlarının... Yemeğe âşık olur musunuz?
Kalamarla aşk! Hah! Kalamarla yaşadığımız yaz aşkıymış, beyaz şarapla daha uzun
bir ilişki yaşadık ama o da bitti... Yoksa ona giderek bağlanıyordum... Hah!
İlla ki söylemek gerekirse; ona âşık olmamam onun
suçuydu. Yine aynı şey; bugüne kadar ona hep âşık olunduğu için benimle de öyle
olacağını düşünmesi. Peşlerinden koşulan tüm çekici kadınların, diyeceğim ama;
çekici mi? Şimdi: Yüzle (saçları falan da katmak lazım) bedeni ayırmak lazım!
Ayrıldığı için, erkekler ayırdığı için ayırmak, ayırıp öyle bakmak lazım.
Bedene hissedilene değil, yüze hissedilene aşk denir, denmelidir sadece, bedeni
ne olursa olsun, tabii kötü de olmasın. Sadece seksi oldukları için çekici olan
birçok kadının düştüğü hata... Kendinde bir büyü olduğunu sanmak...
Sevgimi gösteremeyen bir erkek olduğuma o kadar emindi
ki eski ev sahibim baştan beri, sevmemiş olabileceğim aklının ucuna bile
gelmemişti. Sevgimi kazanmaya çalışmadı, kendini sevdirmeye hiç uğraşmadı.
Doğal olarak sevilebilirdi o, e zaten ben de onu öyle sevmiyor muydum! Sorun
yoktu. Tam bir peri masalı. Bir peri masalı kadar harika, bir peri masalı kadar
gerçek dışı... Sonra sonra bir ürperi masalı... Yavaş yavaş bağlandığım başka
bir sevgili “beni sevmiyorsun” diyerek iki ay içinde ilişkiyi bitirmişti. Saygı
duyulacak bir davranış, bir yandan. Bitirmek istemesi değil, sevgimi
sorgulaması. Eski ev sahibimin, ona artık Evin diyelim, ya da Sevin; Sevin’in
“sevmiyor olamaz” diye düşünmesinin yanında...
-UYUYACAKSAN SENİ TUTMAYAYIM.
-TUTMAZSAN UYUYAMAM Kİ...
Hem, hayatının adamı, senin sevdiğin kadar sevmeyince
seni, hayatının adamı olmaktan çıkabilir mi? Sen benim hayatımın adamısın ama
ben senin hayatının kadını değilim! Ne saçma. Bazı durumlarda belki iki tarafın
sevgileri de hemen hemen eşittir, ama birçok durumda iki sevgilinin ortak
yanları ikisinin de birini, içlerinden birini sevmesi değil midir; sen beni,
ben de beni, ne güzel, birbirimize bakmak değil aynı yöne bakmak, bana… Ben
senin hayatının baş köşesine oturuyorsam hem, sen ancak benim kucağıma
oturabilirsin…
Ya da ben kendim için konuşmalıyım belki burada: Belki
de gerçekten bir büyüsü vardı Sevin’in; çoğunluğa geçecek bir büyü... Belki
Muratçıl’ın bile vardı; belki Kirpiğim’in yoktu: Ben konuşmayayım aslında bu
konuda, ben kendimden söz edeyim. Büyüsü bir dolu adama geçerken bana geçmedi.
Neden? Ancak sizden daha aşağı birine geçebilir büyünüz.
Aşk değer vermektir. Olan bir değeri görmek ve
etkilenmek... Bana değer veriyorlardı, çünkü bende değer görüyorlardı;
değiyordum; içlerinde bir yerlere, merkezi bir yerlere... Göğüs uçları, kalça
çıkığı ya da üst dudaklara değil sadece... Değerdim, çünkü bir değerdim, kendi
başıma. Böylece kendileri de benim değerime yükseliyordu, benleyken.
Yani birine âşık olduğunuzda kendinizi ikincil bir
konuma koyuyorsunuz onun yanında; ikincil bir konumda olduğunuzu görüyorsunuz
diyelim, bunu bilmek önemli. Yoksa onun da size değer vermesini, yani âşık
olmasını şart koşarsınız; bana niye âşık olsun ki diye düşünmezsiniz. Halbuki
kendinizi onun değerine yükseltmeye çalışırsanız ancak, onu kendinize âşık
etmeyi başarırsınız; o size değer katar ve sonra size değer verir yani âşık
olmaya başlar... Böyle...
Eski ev sahibimi, ne diyorduk, hah Sevin’i hiçbir
zaman onun beni sevdiğini söylediği kadar sevmedim, ama ben onu söylediğim
kadar sevdim, oysa o sevdiğimi söyleyemediğimi sanırdı, o da beni hiçbir zaman
söylediği kadar sevmedi. Onu sevmeme nedenim, ama aşk olarak değil insan olarak
sevmeme nedenim, sevdiğini söylediği halde sevmemesiydi beni, gerçekten
sevmemesi. Ama birisini onun beni sevdiğini sandığı ve söylediği kadar
sevseydim bu kesinlikle daha büyük bir sevgi olurdu. Kesinlikle onun davrandığı
gibi umursamaz ve egoistçe davranmazdım. Çok âşık olduğunu sandı, söyledi; âşık
olma düşüncesine, âşık olma haline âşıktı, o role bürünmeyi sevdi. Ve rolünü
çok iyi oynadı, beni bile kandırıyordu neredeyse. Kendini kandırmayıysa
başarmıştı. Kendini oyununa kaptıran ama bittiğinde ölümsüz bir eser olmadığını
anlayacak acemi bir yönetmen ya da yazar gibiydi, acemi bir âşıktı. Acemi bir
askerin silah arkadaşına vereceği zararı verebilirdi, belki benden öncekilere
vermişti, evet öyle, vermişti, Allahtan ben bu aşk savaşları konusunda
deneyimliydim.
Özverisinin yetersizliğinden görebiliyordum aşkının da
yetersiz olduğunu, aşk olmadığını... Özveride bulunması zor bir insan
olduğundan çok da âşık olmayacağını tahmin edebiliyordum. Aşkın sağlamasıdır
özveri, ve onun özverisi aşkı sağlayamıyordu... Sağlayamadı...
AŞKİŞİ
Gözleri birbirinin içinde eriyor,
Elleri kolları birbirine karışmış,
Vücutları sarmaş dolaş...
İki âşık ya da âşık olmaya çalışan iki insan...
İşim karım, kadınım da metresimdir diyordum. Gülerek
kabul ediyordu. Kendini bu kadar sevmeseydin seni bu kadar sevmezdim, diye
açıklayarak anlıyormuş gibi gözüküyordu. Oysa yeterince anlamıyordu.
Aslında benzer durumdaydık, o da kendini en az benim kadar seviyordu, düşkündü
kendine. Ama düşmek anlamında düşkündü. Düşkünler evindekiler gibi düşkündü.
Birileri, annesi babası, çelme takmışlardı hayatının erken bir döneminde ona ve
kendine düşmüştü, zararı en az şekilde atlatabilmek için kendine düşmek zorunda
kalmıştı. Şimdi ise kendinden çıkamıyordu. Bana düşkün olması da bu nedenle
temeli bana dayanmayan, aşka dayanmayan bir duyguydu. Kendi duygularını tahlil
edemeyen ve aşk yeminleri eden, gözünün başka birisini görmeyeceğine emin olan
birisi karşıdakini kandırıyor değil midir? Oysa ona âşık olduğumu, hayatımı ona
adayacağımı asla söylemeyen ben, bu konuda sakınımlı davranan ben, bunu ona
onun bana söylediği gibi yalan söylememek için yaptım. Gerçeği söyleyemezdim,
sana âşık değilim diye dosdoğru söyleyemezdim ama sana aşığım diye yalan da
söyleyemezdim, onu yaptığı gibi, bilinçsizce yaptığı... Âşık hissettiğinize,
âşık olduğumsun demeyin, onu da kendinizi de yanıltmayın. Olmak hissetmekten
sonra gelir. Henüz olmamış olabilirsiniz. Bir his, bir aşk hissi gerçekten var
sanılıyorsa yokken, bu bir yalan sayılmaz mı... Onun açısından yanılsama, benim
açımdan yalan... İnsan hayal dünyasına kaçıp kendini kandırabilir ama bunu
başkasını da alet ettiğinde onu da kandırmış olmaz mı. Kendini kandırmak bir
savunmadır ama başkasını alet etmek duygusal bir suç değil midir? Âşık
değilmişim, yanılmışım diyerek sıyrılınabilinir mi bu suçtan. Benim kendime
güvenimin ve kendimi bilmemin, onun bana aslında âşık olmadığını tahmin etmemin
sonucu olarak bu olaydan çok da kırılmış olmadan çıkmam, çok da zarar görmemiş
olmam suçu yok saymak için bir vesile midir? Günlük hayatta bir mahkemede siz
şikayetinizden vazgeçseniz bile bir suç işlendiği için devlet davacı olmaya
devam eder suçludan. Aşk mahkemesi için aşkın kendisinin, tüm tarihteki gerçek
âşıklar adına, onların bayrağını taşıyarak, âşık olduğu yanılsamasına düşen insandan
davacı halinin devam etmesi düşünülemez mi? Tüm çabalarım bunu sağlamaya
yöneliktir... Birilerine örnek olmak da cabası... Belki benden sonraki
sevgililerine, âşık olduğunu söyleyeceği erkeklere...
Peki, âşık olmadığım, hatta sıklıkla eleştirdiğim bir
kadınla neden birlikte yaşıyordum? Evi için mi? Bana sağladığı yaşam, hayır
yaşantı için mi? Çevresinin genişliği için mi? Bana bir dolu insandan söz
etmesi, onları fazla yaklaşmadan tanımama olanak tanıması, bu arada kendisini
de tanımama, sevgili ve insan olarak daha yakından tanımama, hiç kimsenin
inemediği kadar derinlerine inmeme olanak tanıması mı? Bana olan
hayranlığından, var olduğuna inandığı aşkından hoşlanmam mı? Evet belki de. Ve
bunları biliyordum, farkındaydım ben yani. Tüm bunların. Ama bir şeyin daha
farkındaydım, birçok şeyin.
Sevin’i sevme nedenim insan zaaflarını inceleyen bir
yazar olarak zaaflar yumağı olma konusunda çok başarılı birini bulmamdı. İyi
insanın kötüye yakın kısımlarını Sevin üzerinde çok iyi inceleyebiliyordunuz.
Tabii bana incelemek yetmiyordu, kötüyse, haksızsa onu
düzeltmek de istiyordum. “Ne de olsa insanız, hata yaparız.” denmesine
katlanamıyordum ve insanın gücünü ve aklını kullanmamasını anlayamıyordum;
anlamak istemiyordum. Çünkü kendimi görüyordum... İnsanı destekliyorum çünkü
düştüğünü gördüm, diyordu Camus ya da Sartre; bu ikisini hep karıştırırım;
soruyordum ikisine de: Peki acaba insanın ayaktaki halini gördünüz mü?
Rastladınız mı böyle birine?.. Ben her gün böyle biriyle yaşıyordum. Bu nedenle
de kendimi koruma dürtüm çok gelişmişti, bu da değil, aslında insanı koruma
dürtüsü, insan düşüncesini...
AŞK İLE AKIL ARASINDA TERCİH YAPMAK
ANNE İLE BABA ARASINDA TERCİH YAPMAK GİBİ BİR ŞEYDİR.
Ben Sevin’in dönüşeceği insanı seviyordum; ya da o
insana kim dönüşürse onu sevebilirdim... Sakin olabilseydim... Ona âşık
olabilseydim, hem daha fazla örnek toplayabilirdim hem de belki onu
düzeltebilirdim. Ama düzelmek istemiyordu. Onun gerçekleştirmeye çalışmadığı
fedakarlık, daha iyi bir insan olmak için olduğu insanı feda etmekti; hem de
âşık olduğunu söylediği bir adamın eliyle bunu yapacağı için yerinde bir
fedakarlıktı; benim fedakarlığım ise âşık olmadığım bir kadına bunu yaptırmaya
çalışmaktı... Yani Sevin benim için, benim onun için olduğumdan daha önemliydi;
tersi değil...
Bir reklam ajansında çalışıyordum o dönem... Büyük,
köklü bir ajanstı. Ajansın en önemli müşterisine bakıyordum, reklam yazarı
olarak. Üç arkadaşla birlikte. Üçü de erkek. Fena değildi. Keyifliydi. Ajansın
içinde dostluklar iyiydi. Tanışlıklar diyelim, yoksa ne kuyular kazılıyordu
aynı zamanda ya da sonradan, arkadan. Benim hep bir dokunulmazlığım olmuştur.
Mesafeli durmam, işimi iyi yapmam, otoriteye boyun eğmemem, kimsenin suyuna
gitmemem gibi özelliklerimden dolayı... İşimden laf gelmezdi, ama özel hayatım
insanların dedikodu merakı yüzünden biraz fazlaca dillerdeydi. Müşteri
ilişkileri direktörlerinden bir kadın beni ajansın çapkınları sıralamasına
üçüncülükten alıp kısa zamanda birinciliğe yükseltmişti. (Ödül olarak da
sonradan kendini verdi.) Bu sıralama tabii çok ciddi değildi. Özel hayatımla
ilgili çok da şey bilmeyip uzaktan görünene, sağda solda anlatılana göre yargı
verdikleri için ciddi olamazdı zaten. Direktör içinse bana olan ilgisini belli
etmenin bir yolu, kendince bir ölçüde ciddilik taşısa da henüz şirin bir
bahaneydi... İlişkilerim olmuştu, oluyordu, kadınlarla orada burada
görülüyordum ama bir çapkın asla değildim... Mülayim birine ya da son on
senesini aynı kadınla geçirmiş birine göre tabii ki çapkın sayılabilirdim, ama
ajanstan ve dışardan bir dolu kadınla yatan, evli olduğu halde bunu yapan
tiplerden daha az çapkındım kesinlikle...
İKİ
KADIN
İki
kadın barda oturuyorlar. Yanlarına bir erkek yaklaşıyor ve tekine teklifini
yapıyor. Şu anda bu uygun değil, diyor kadın. Yanındaki kadın uyarıyor, ama sen
Recep'ten ayrıldın... A-a! diyor beriki, tabii ya, ayrıldık biz... O kadar yeni
ki daha alışamadım... Sonra erkeğe dönüyor ve kusura bakma diyor, dalgınlık
işte, müsaidim! (Adam da diyor ki, a-ah ne ilginç ben de müteahhidim.)
BİR
AYLIK
Kadının
sevgilisi bir aylık bir tatile çıkıyor. Kadın bir ayı zor ediyor. Ama gururla,
başı dik, onu aldatmadan, bunu istemeden bile, onu dönüşünde karşılıyor. Adamın
boynuna sarılıyor, onu öpücüklere boğuyor, çok özlediğinden söz ediyor. Adam tuhaf.
Ama canım, diyor, artık bu kadar samimi olmasak, biliyorsun biz ayrıldık...
Nasıl? Ne zaman ayrıldık? Ben giderken diyor adam. Açıkça konuşmamıştık, ama,
hani... Kadın düşünüyor, evet öyle bir şeyler hatırlıyor ama çok da belirgin
değil. Zaten diyor adam, benim yeni bir sevgilim var... Kadın duruyor
düşünüyor... O kadar fırsatım çıktı, keşke ben de olur deseydim. Görüyor musun
bir ayımı boşa harcamışım.
Halbuki bu adamların ikisinin ardından çapkınlık
sıralamasında önce ilk üçe girmiş sonra da onları bile geçerek birinciliğe
oturmuştum! Ajanstaki bir dolu güzel ve çekici kadın beni süzer, yakınlaşmaya
çalışır, cesaret verirdi, ama ben hiç biriyle bir şey yaşamamıştım... Şöyle
yazmıştım o müşteri ilişkileri direktörüne, etrafımın fazla kalabalık (kadın
kalabalığı) olduğunu düşündüğü ve ona “sen o kalabalıktan ayrı tutulacaksın”
dememe rağmen beni suçlamaya devam ettiğinde:
“...Ama senin de inandığın, hatta yarışmalar açıp beni
onlarda birinci yapıp desteklediğin çapkın imajım nedeniyle bir kadınla dostluk
yapmak yasaklandı bana herhalde. Bu imajımın yıkılmasına engel olmak için
elbirliği yapılmış ve kadınlar gördüğüm herkese asıldığımı söylüyorlar.
Erkekler kadınları bana dikkat etmeleri konusunda uyarıyorlar, kendilerine
rakip olarak gördüklerinden olacak, o kadınlara yardım etmek için değil o
kadınları kendileri götürmek istedikleri için. Partide yanıma gelip konuşan
kızları dansa kaldırıp uzaklaştırıyorlar. Benim eski sevgililerimle beraber
oldukları yalanını söylüyorlar. (Hepsi tanıdığın bir başka kişiyi anlatıyor
dikkat et.) Ben de, bir kadının bir erkeğe yanaşmasının sadece tek bir amaç
taşıyabileceği düşüncesine saplanıp kalmış bu modern sonrası toplumda akşam
çıkmalarında eve bir kadınla dönmezse kendini eksik hisseden, iki erkeğin
birlikte takılmalarının sadece kadınlara takılma amacıyla olabileceğini
düşünen, olası bir tanışma gerçekleştiğinde kızlar grubunun en güzel elemanının
ilgisinin üzerimde yoğunlaşmasına bozulan erkekler tarafından derneklerinden
aforoz edilen, bu nedenle kadınlarla daha iyi anlaşabildiği halde
önyargılarından ötürü onlara da çıldırtıcı bir yavaşlıkla yaklaşması, diğer
erkeklerinin yaptığı gibi tekliflerde bulunmaması müthiş bir tavlama taktiği
olarak algılanan, yere bakan yürek yakan cinsinden serinkanlı bir çapkın olduğu
düşünülen ya da çekingen âşık damgası yediğinde ya da duygularını gösteremeyen
katı bir yapısı olduğu sanıldığında bunun çekiciliğini bir kat daha
artırmasından kurtulamayan, kadının aktif olduğu durumlarda beraber olma
fikrini çekici bulmayıp kendini geri çektiğinde kadını aşağıladığı düşünülen ya
da yan yana dostça yatılacağına karar verildiğinde, gerçekten de kadının
yanında dostça yattığı için sabah somurtkan bir yüzle karşılanan, en ileri
aşamada gece boyu tacize uğrayan ya da cinsel problemleri olduğu düşüncesiyle
psikologlara götürülen bir erkek olarak yalnızlığıma ve yazılarıma çekiliyorum.
Bir süre sonra ayrı tutulacağın bir kalabalığım kalmazsa belki o zaman benimle
Fener’e balık yemeğe gelirsin...”
Hemen gitmiştik Fener’e balık yemeğe... Neyse...
HER BULUŞMAMIZDA YENİDEN KUR YAPIP, HER BULUŞMAMIZDA ONU
YENİDEN TAVLADIĞIM VE HER SEFERİNDE AYRI TAKTİKLERİ UYGULADIĞIM HALDE O HEP
AYNI ŞEKİLDE TESLİM OLUYORDU.
Taktiklerin adamı olmalıydım, en dostça sözlerimin
altında bile bir ima olmalıydı. Bir dolu kadına asılmış sonra da ilgimi
çekmiştim üzerlerinden güya, halbuki elimi bile sürmemiştim onlara, bir
çapkınsam niye bunu denememiştim. Tam bir kafa karıştırıcıydım, karmaşık bir
tiptim ya da. Sen de benden hoşlanıyordun, itiraf et, diyenler bile çıkıyordu;
diyorum ya, kadınlar olasılıklarla pek ilgilenmezler, hele kendileriyle
ilgilenilmediği olasılığıyla hiç...
Zıpkınla diplerde dolaşan dalgıçların, ağını atmış
avın gelmesini bekleyen avcıların yanında güneşlendiği sandalına balıkların
atladığı biriydim ve denizin üzerinde balık tutmuyor da güneşleniyor olmam bir
taktik olarak görülüyordu. Halbuki yansıyan güneş ışığıyla daha hızlı
yanarsınız denizin üzerinde...
BİR KADININ ELİ NİYE ÖPÜLÜR BİLİYOR MUSUN,
KITAYA İLK ORADAN DUDAK BASARSIN.
Hemcinslerimin kadınlara yaptığı, uzaylılar gibi
davranmaktan farksızdı. Merhaba dünyalı biz dostuz, diyorlardı ama değillerdi,
fethetmek istiyorlardı, ele geçirmek...
Yıkarak yakarak mı fethedersin… Dalavereye mi
başvurursun... Ya da sadece kendini gösterirsin: Aracılar gönderirsin,
bakışlar; elçiler yollarsın, görüşlerin, hayatından kısımlar anlatırlar; ve
kadın der ki: Bu adamın beni fethetmesini istiyorum... Kapı açılır, içeriye
davet edilirsin. Hiç kimseyi ve hiçbir gururu çiğneyerek değil mağrur bir şekilde
girersin kalenin kapısından.
ÜÇ
BÖLÜM
Onunla
ilişkimizin başlangıcını üç bölüme ayırabilirim: Buluşma sırasında ona
asılmadığım, kur yapmadığım, onunla onun yanlış anladığı türden ilgilenmediğim,
öncelikle gerçekten dost olmak istediğimi anlatmaya, hayatımdan verdiğim
örneklerle ve o geceki davranışlarımla kanıtlamaya çalıştığım ilk bölüm; buna
ikna olduğu ve iki eski dostmuşçasına sohbet ederek tüm geceyi geçirdiğimiz
ikinci bölüm; ve sabaha karşı eve gelip uzunca seviştiğimiz üçüncü bölüm...
Oysa, bu adam beni yatağa atmak mı istiyor, klasik
düşüncesiyle buluşsalar da benle, on dakika içinde ama on bir değil, bu
düşünceleri yok oluyor ve otuz dakika sonunda ama otuz bir değil, bu adam neden
beni yatağa atmıyor, düşüncesine varıyorlardı; henüz eve varmamışsak... Onlara
asıldığım düşüncesinin aramızda oluşturduğu duvarı aşabildiğimizde bana
asılırken yakalıyorlardı kendilerini. Asılmaya ihtiyacım olmamasının onlara da
ihtiyacım olmadığı sonucunu doğurduğu oluyordu; sorun çıkarmaya da başlamış
oluyorlardı böylece...
Belki de kadınlarla aramdaki şey, onların kadınca
mantıksız tutumları kadar, bu ilgi-ilgisizlik durumundan da kaynaklanıyordu.
Bunları okuyan sevgilim şöyle dedi şimdi:
-Kadınları ikinci sınıf yaratıklar olarak mı
görüyorsun?
-Evet… Ama erkeklerin arkasında değil, önünde ikinci…
-… O zaman kimi birinci görüyorsun? Kendini...
-E, tabii, üçüncü sınıf olmadığımı görüyorsun…
Ajansa başlarken bir sevgilim vardı. Özge. Özge ile
sorunlarımız ağırlaşmıştı ve ayrılığa doğru gidiyorduk. Sevdiğim bir kadındı
Özge. İşte o beş sene önceki aşkım dediğim kadın... Ama mükemmeliyetçi yapımın
hayal kırıklıkları başlamıştı ve duygularım aşk adını alabilse de birlikteliğin
yürüyebilmesi için gerekli bazı özellikler yoktu Özge’de... O zaman da ilişkiyi
bitmiş bir aşk olarak tarihe gömüp yaşamıma devam etmek en mantıklısı. Özge ile
aramızdakiler aşk olduğu için daha fazla fedakarlık yapılsaydı Sevin’i, en
çapkın kim yarışmasında kendi kendini jüri atamış o direktörü ve tabii ondan
sonrakileri tanımayacaktım sevgili olarak; bu da benim gibi bir insan için
büyük kayıp olurdu. Sevin, Özge ile beni ilk Yeniköy Emek kahvede görmüştü.
Etraftaki kimseyi görmediğim, kafeye gittiğimizde manzarayla birlikte insanları
seyretmek için arkalara değil de önlere oturduğum ve bu arada insanların da
bizi seyretmesinden keyif aldığım günlerdi... Sevin’leyken de ve her zaman
insanların beni, bizi seyretmesini sevdim, ilişkimiz ve konuşmalarımızla ilgili
meraklarını tatmin etmelerine izin verdim, Özge ile fark şuydu ki
seyredildiğimi biliyor, seyredenlerle o kadar da ilgilenemiyor, çoğu kez de
tamamen aklımdan çıkarıyordum onları. Rolüne kendini kaptıran bir aktörün
seyirciyi unutması gibi ve rol yapmayı unutup gerçekmiş gibi oynaması, yani
yaşam işte, mutlu yaşam, tutkulu aşk, gururlu; sevdiğinle gururlanma
anlamında...
Özge ile biz birbirimizindik o zamanlar
(Birbirimiziniz adıyla öyküsünü yazmıştım). Kafenin en önündeki masalarından
birine oturmuş gülerek sohbet ediyor, birbirimize aşkımızı basit, gündelik
şeylerle ya da gerçek sevgi dolu bakışlarla ifade ediyorduk. Garsonlarla dalga
geçiyor ya da kendimizi onların önünde aptallaştırıyorduk. Güneş gözüme geldiği
için yer değiştirdik ve ben karşıda Sevin’i birkaç kadın arkadaşıyla birlikte
otururken fark ettim. Şöyle bir baktım, daha ilk günlerimdeydim ajansta. Selam
verdi, selam verdim... Hep “hoş çocuk” diye düşündüğünü düşünürüm benim için, o
günkü merhabalaşma sırasında. Ve tabii emindim Özge ile bizi izlediğinden...
Şöyle bir aşk yaşasam, diye geçirdiğinden içinden.
İkisinin bir ortak yönü vardı; ikisi de, iş hayatından
getirdikleri stresleri bir kenara bırakırsak cinsel açıdan çok çekici
gelmiyorlardı bana; çekici kadınlar olsalar bile. Özge’ye bile âşık olmama
rağmen bedenine çok ilgi duymamıştım... Ayrılma nedenimiz gibi gözüken kadını
da hayatıma öylece almıştım; çok sevdiğim, hayatımdaki herkesten çok sevdiğim,
huzuruna, sevecenliğine, bir nihilisti kıskandıracak amaçsızlığına bayıldığım
halde âşık olmadığım, hep yanımda istediğim ama onun yanında bir de aşk
istediğim bu kadınla sevişmelerimizi tekrar başlatmıştım, onunla sevişmeyi hep
sevmiştim çünkü...
Muratçıl’la tanıştığımız ilk zamanlarda birkaç
denemiştik sevişmeyi ama olmadı, benim cinsel açıdan sorun yaşadığım dönemin
başlarıydı; o ise bir sevişmede çoğu gözden kaçacak derecede fazla orgazm
olabiliyordu; e bunca beceriyi insan kullanmak ister! İri bedenini, tenini
beğendiğimi söyleyemeyeceğim, öyle bir, cinsel tatmin olsun diye, ama o da
olmadı, sonra sonra bazen bir gece, seviştiğimiz oluyordu ama iki ay içinde
toplam iki ya da üç gece, ben tahrik olup da mastürbasyon yapacak mekan
bulamadığımdan evde onun varlığı nedeniyle... Sevgili olmaktan geri düşüp
sadece dost kalmayı önermem de doğaldı bu nedenle. Onun her zamanki o kabul
eder görüntüsünün yanında, sağdan soldan ve bazen ortadaki kuyudan
hamlelerle sevgililiği ortaya getirmesini engellemeye çalışırken o birkaç
sevişme de hata oluyordu tabii, sevişince illa sevgili olmak gerekirmiş gibi...
Kirpiğimle, şu an âşık olduğum kadınla seks hayatımız
ise bir başka güzeldi... Şöyle yazmışım günlüğümün birkaç ay önceki
sayfalarına:
“O dönemde ilk defa bir kadın beni tam istediğim gibi
yalamıştı. Bunda uzun zamandır gerçek bir sevişme yaşamamış olmamın etkisi
vardı tabii. İkinci buluşmamızdı henüz, daha fazla istekliydi buluşmaya ve kendini
beğendireceğinden de neredeyse emindi. Buna çok aldırmamıştım, çünkü çoğu kadın
kendini güzel sayar, sadece seksi olduğu halde ve beğendireceğinden emindir
erkeğe. Uygun bir durum olursa böyle bir kadınla yatabilirim ama ben
ayarlamayacağım… Çok da akıllı olmadığı halde hayata dönük bir hırsı olan ve
insan ilişkileri de başarılı olduğundan bir dolu yetenekli insanın önünde
başarılı gözüken, bilmediği konularda bile demeç verdiği halde halk dilinden
konuştuğu düşünülerek hep desteklenen ve halkın sesi diye konumlanarak her
konuda ona soru sorulan ülke güzeli bir popüler kadını da beğenebilirim hatta
beni tahrik de edebilir (edemeyebilir) ama asla yatmam onunla... Belki bir
adada yalnız kalsak... Ama o da şöyle olacak ancak: Günlerce cahilliğini belli
etmemek ve doğallıkla sorduğu için aptalca oldukları saklanmış sorularını
aşağılamalarıma, kendi de beni aşağılamaya çalışarak karşılık verecek. Onun
hayranlığını belli etmemek için aşağıladığı, benimse aşağılık bulduğum için
hayran olamadığım dile getirilmemiş olsa da zaten ortada olacak (o kadar da
aptal değil). Birkaç günden sonra doğal çekiciliğime ve onun bu sefer
ukalalıkla gizlenmemiş doğal aptallığına geri döndüğümüzde, örneğin
palmiyelerin ve sonsuz denizin kenarındaki bir akşam yemeğinde, yaktığımız
ateşin kıvılcımlarıyla daha bir güneş yanığı gözükürken yüzlerimiz ve renkli
gözlerimiz arada karşılaşırken -benimkiler bir tabloya bakıyormuşçasına ama
onunkiler de sahibine bakan bir tablo gibi- o zaman artık onunla sevişebilirdik
ve seviştikten sonra da onun başkalarına yaptığı aptalca ukalalıklarına,
ukalaca aptallıklarına sevgilim olduğu için daha toleranslı davranırdım, hatta
onu savunur, belki bazen haklı bile bulabilirdim, başkaları dediğim ya
maymunlar ve timsahlara ya da gece kuşlarına...
O gece buluştuğum kadın evime gelmeyi istemişti, evine
gitmek zor geldiğinden, benimki epey yakındı. Daha ikinci buluşmamız biliyorum
ama, demişti. Boş ver bunları demiştim, ciddiydim. Ciddiydim, evime geldi diye
illa yatmamız gerekmiyordu. Evde, uykum geldiğinden ve keyfim de çok yerinde
olmadığından (dünyanın en güzel kadınından bile sıkılabilirim) yan yana
oturduğumuz koltuktaki bir-iki saat onu öpmemi beklemesiyle geçti. Yatma
saatini giderek erteliyorduk, çünkü planına göre öpüşüp öyle yatağa
girmeliydik. Tabii benim istediğim gibi oldu. Hadi yatalım, dedim en sonunda.
Yatak odasındaki çift kişilik yer yatağında mı, yoksa salonda müzik dinleyerek
yastıkların üzerinde mi? Yastıkların üzerinde otururken, içerde yatacağım,
dedi. Peki, dedim. Sen de gel, dedi. Peki, dedim. Onu kucaklayıp öpeceğime,
beyaz tenini sıkıp vücudunu yalayacağıma emin oldum. Kalkıp içeri yollandık. Ve
giyinik yattık yan yana... Epeyce yakındık, kısa siyah saçları yüzüme
değiyordu, elini yorganın içine soktu bir süre sonra. Ben de arkasından soktum,
el temasıyla başlamak ilginç olabilirdi, daha önce hiç öyle başlamamıştım.
Elimi uykunun arasında elinin üzerine doğru koydum yanlışlıkla! Ama daha fazla
ilerlemedim o da ilerlemedi. Sonra diğer elini göbeğimin üzerine koydu.
Tamamdır, dedim... Ben göbeğimin üzerindeki elinin üzerine elimi koydum, o
tişörtümün içine girdi. Aşağı inmedi tabii, ben uzandım ve kucakladım. Beni
itti, elimden kurtuldu. Üzerindekileri çıkartmaya başladı.
Sanırım o arada biraz daldım, çünkü saatler geçmiş
gibi geldi bana ve o belirsiz saatler sonra ayıldığımda üzerimdeydi çıplak,
boynumdan aşağı doğru yalıyordu. Karnımdan da aşağıya indi. Organıma gelince
tereddütsüz aldı. Uzun süredir ilk defa bu kadar sertleşmiştim. Ve hayatımda
ilk defa böyle boşalabileceğimi hissettim.
“Öbürleri sadece içlerine almak için sertleşsin diye,
ya da bazı hassas durumlarda sertliği acıtmasın diye ıslatmak için yalardı; o
ise yalamak için yalardı...”
Ama yukarı geldi ve içine almaya çalıştı sertliğimi.
Bir süre denedi.
-Almıyor di mi? dedi.
-Sakıncası yok, dedim.
Bunu uzun süre başaramadı. Kapıda kalmıştım. Aslında o
kapı olarak kilitli kalmıştı... Sertliğimi yitirmedim ama; ben girmeye çalışıp
da beceremeseydim başaramadığımı düşünerek yitirebilirdim. Bedeni çok hoşuma
gitti. Ay ışığı mı vardı yoksa bu beyaz ten kendinden bir ışıltıya mı
sahipti... Baldırları incecik olmasına rağmen etliydi. Ve kıvrılınca kaslar
sıkılıp daha da belli oluyor, çok tahrik edici duruyordu.
-Bir kadının dudaklarını mı öpmek istersin
baldırlarını mı...
-Baldırları neresi?
-Şu kalçaların alt kısmı sanırım, bacağın arka
yukarısı...
-Baldır daha iyi...
-Baldır...
-Evet baldırlarını...
-O zaman sen seks istiyorsun...
-Ya sen? Dudaklarını öpüp baldırlarını hayal etmeyi
mi...
-MEMELERİN ELİMDE, FİDYEYİ VERMEZSEN...
-FİDYE NE?
-KALÇALARIN.
Üzerimde dikildiğinde bir ara küçük memelerinin de
yaptığı hareketlerle birlikte gözümde büyüdüğünü fark ettim. Ama hâlâ içine
alamamıştı beni, neredeyse aynı anda o yanıma doğru yattı ve ben de üzerine
çıktım sertliğim sertliğinden hiç ayrılmadan. Bacaklarını karnına toplamış bir
şekilde altımda yatarken içine girmem çok kolay oldu bu sefer... Ve dizleri
göğüsleri hizasında sonunda becerdim onu... Bazen sağ dizini sol, sol dizini
sağ tarafına getirip oyun yaptım... Bazen baldırlarını okşadım bazen bacağını
dikleştirip bilek kıkırdağını ısırdım bazen üzerine tamamen kapaklanıp kulağına
dilimi soktum boynunu yaladım dudaklarımızı birleştirdim. İçinde olduğumdan
dudaklarım memelerine kadar inemiyor ancak elimle hakim olabiliyor dokunabiliyordum...
Hiç ses çıkartmıyor yüzümdeki ifadeleri izliyor ama ben bakınca başını
çeviriyordu. Bunun daha sonra soracaktım, keyfimi de kaçırmadı açıkçası...
Hayatımın en güzel boşalmalarından birini yaşadım ki bunun farkındaymış gibi
kutluyordu sanki beni, göğüslerimi öperek...”
Beni hiç böyle anlatmadın, diye sitem etti, bunu
sizden önce okuyan bir kadın arkadaşım. Bir kadın nasıl anlatır diye meraktan,
benden 10 yaş küçük bir kadın yazar arkadaşımın ilk kitabından bir sevişme
sahnesi:
“Nasıl başlıyorlar öpüşmeye Kaan hiç anımsamıyor.
Nergis nasıl sıyrılıyor iç çamaşırlarından, nasıl sevişmeye başlıyorlar? Kaan
ne zaman Nergis’in bacaklarının arasından kayıyor, ne zaman inliyor, ne zaman
boşalıyor hiç anımsamıyor. Yıllarca sürüyor, yıllarca dokunuyor Kaan. Yıllarca
öpüyor Nergis’i, yıllarca boşalıyor. Ve Nergis’in içinde, dışında, yanında,
kucağında, kolunun altında, bacağının arasında, saçlarının dibinde uyuyor Kaan.
Hiç uyanmak istemiyor. Belki de hep Nergis’in yanında uyanmak istiyor.”
Bu kadar ince bedenli bir kadınla ilk defa bu kadar
zevkle sevişiyordum. Kısa bir süre önce başka birisinde epey alıştırma
yapmıştım aslında, ama ondan önce zevkle seviştiklerim genelde dolgun vücutlu
olanlardı, memeleri büyük olsa bile kalçaları küçük olan kadın bana kadın gibi
gelmiyordu... Bacakları kız gibi bir sevgilim vardı, daha doğrusu çocuk gibi;
ancak topuklu ayakkabı yardımıyla seksi durabilecek bir bacak! Bir sevgilim
manken hatlarına sahipti herkes bayılırdı, ama beni hiç tahrik etmezdi, cinsel
soğukluğum olduğunu düşünerek beni ilk psikoloğa götüren kadındır. Cinselliği
hemen geçip başka şeylerden konuşmuştuk adamla, hatta kendisi gençliğinde
bisiklete binemediğini, sonra bunu yendiğini falan anlatmıştı, sanırım biz
psikologlar da insanız demek için, ama ben böyle bir psikolog aramıyordum ki...
On sene önceki ilk aşkımla ise müthiş sevişmelerimiz
olabilecekken olamıyordu; çünkü bakireydi, abisinin evinde yaşıyordu, ona
ihanet etmiş olurdu bekaretini bana verirse! Sonra kendi evine çıktığında ilk
beraber olduğu çevresi geniş adama verdi! Bir yıl sonra buluştuğumuzda söyledi
bunu. İnsanın bakire aşkının ayrıldıktan sonra kadın olmuş olarak geri dönmesi
kadar kötü bir şey yok...
İlk mastürbasyonumu üniversite yıllarında ailemle
birlikte yaşarken yapmıştım; farkında bile olmadan... Tina Turner’ı
düşünüyordum yatağımda, onunla seviştiğimi hayal ediyordum yüzüstü; bu arada
sürtünüyordum yatağa... Yatağa sık sık sürtünürdüm, ilk kez çok daha güzel bir
duygu hissettim; hayal gücümün verdiği bir zevk diye düşündüm, yatağın, serin
çarşafın, o gecenin güzelliği, bunu hep yapayım istedim... Uyumaya
hazırlanırken bir ıslaklık hissettim altımda... O zaman fark ettim ne
yaptığımı... Sık sık yapmaya devam ettim...
İlk sevişmem, daha doğrusu bir kadının içine ilk
girmem ise yıllar sonraya, 22-23 yaşlarına rastlar; geç, hele benim gibi etrafı
kadınlarla çevrili bir adam için çok geç... O kadın bakirliğimi onun kollarında
kaybettiğimi hâlâ bilmez; ilk burada öğrenecek, anlarsa kendisi olduğunu; asla
inanmazdı söyleseydim; hatta inanmadı, söyledim; evet evet, tabii, inanırım,
dedi gülerek; öyle laf arasında söylerim bazı gerçekleri...
Anadolu kökenli ve öyle de yaşayan bir arkadaşım,
babasının onu geneleve götürdüğünü söylemişti; görevini yapmıştı baba.
Herkesin birbiriyle flört ettiği bir gençlik
ortamında, hoş bir kadın olmadığı için flörtün ona saçma geldiği düşüncesini
savunan birine gülüyor, ama ona benzer düşünceler geliştiriyordum henüz
cinselliği yaşamamışlığımla; şöyle bir cümle yazmıştım örneğin.
“O, bana, bir
kadının içinde kaybedeyim diye verilmemişti...”
Ama bunlar, başka konular, çok eskiler. Belki ileride
dönerim...
Kirpiğim ile, o beni çok iyi yalayan kadınla
sevgiliydik artık. Biraz fazla çekingendi sadece sevgilim. Sanırım güvensizdi
kendine. Onu çekici bulup bakmıyordu erkekler... Sevgilimi güzel buluyordum,
ama yolda, oturduğumuz kafede ona güzel ve çekici olduğu için bakan erkekler
göremiyordum. Ondan bir önceki sevgilim güzel de olmadığı halde dikkatleri
çekerdi üzerine. Sanırım onda her zaman taşıdığı bir kadınsılık, cinsellik
vardı. Ben de sakallarım uzamış, üzerime giydiklerime kesinlikle özenmemiş
olduğum halde nasıl dikkat çekerdim sokakta; gidip bir ayna bulup suratıma,
giysilerime bakardım, açıkta bir şey mi görülüyor diye... Kirpiğim de zaten
benim önümde soyunamaz, üzerinde gidip gelirken bazen göğüslerini saklar
-yaramazlık yapmış iki afacanlarmış gibi- ben gözlerimi kapadığımda ancak
rahatlayıp orgazmı için çalışabilirdi; bakış istemiyordu ve bunu çok iyi
başarıyordu... Ondan önceki sevgilim ise baktığı için bakılıyordu; görülmek
istediği için ve gösterdiği... Erkekler çünkü... Bense tam tersi, kendine
bakılıp bakılmadığına bakan kadınlara bakmazdım...
Kirpiğim’in yüzü beni hayran bırakıyordu kendine.
Başını önüne eğdiğindeki hali, kısa saçlarının da etkisiyle sanki bir suç
işlemiş o çocuk sur atı çok hoşuma gidiyordu. Gamzeleri çıkıyordu gülerken.
Özellikle profilinden kirpiklerini izlemek zevk veriyordu bana. Yürüyüşü çok
zarifti. Kibardı. İnce hatları bu incelikle birleştiğinde çok hoş gözüküyordu.
Kaba, sakar insanlarda bir akrabalık oluyor. Onlarla
sevişirken eşyalarınızın kırılabileceği, yatağın yaylarının atabileceği ve
batabileceği, koltuğun ikiye ayrılacağı, ne diyorum organınızın ikiye
ayrılabileceği... yüklem nokta.
“Kirpiğim” diye çıkmıştı bir gün ağzımdan öylesine,
sonra açıklamıştım kendime de: Hem şirin bir kirpiyi andıran kısa siyah sivri
saçlarını, hem de kirpiklerinin uzun ve simsiyah olması nedeniyle beyaz
yüzündeki belirginliğini anlatıyordu bu ad.
Hafta sonlarını onun evinde geçiriyorduk ve huzurlu
mutluydum. Tüm günü sonbahar rüzgarıyla esneyen bir ağacı seyrederek geçirdiğim
oluyordu, Kirpiğim etrafımda dolanıyordu. Üç beş ay önceden söz ediyorum. Her
zaman olduğu gibi huzurluydum, ama aşk denilen o duyguyu da hissettiğim için
neredeyse, daha da iyiydim. Pazartesi sabahı tıka basa dolu otobüsle yoğun
trafikte yaklaşık bir saat süren yolculukla onu Mecidiyeköy’e işe bırakmak, ben
işe gitmeyeceğim için belki, zevkliydi. Otobüsteki insanlarla gizliden gizliye
eğleniyor, Kirpiğim’i de pazartesi sabahı stresinden kurtararak güldürüyordum.
(Bir süre sonra işe girdiğimde buna üzülen tek insandır: “Ne güzeldin yaa!
Şimdi sen de mi 9-6 işe gideceksin!” demişti.)
Peki daha iyisi bulunamaz mıydı? Kirpiğim de
saçmalıyordu tabii bazen: Saçlarımı kendim keserim. Bazen enseme çok özenmem ve
orası berber hatası gibi kalır. Çok da belli olmaz aslında ama:
-Burası neden böyle?
-Evet ensemi tam kesemedim.
-Ama kes!
-Şimdi kesemem, eve gidip tıraş makinesiyle kesmem
gerek.
-Hayır şimdi kes, böyle kötü.
-Kötüyse kötü ne yapabilirim.
-Eleştirilmeye gelemiyorsun değil mi hiç?
Hayır şımarıklığa gelemiyordum... Şımarıklıksa bunun
adı...
Onu terk ettiğimde, şimdi düşünüyorum da ilişkimiz
başlayalı 3 ay olmuştu, çok daha uzun geliyor oysa. Artık hayatımda benim tarzıma
uymayacak, benim hassaslığıma aynı şekilde karşılık vermeyecek, işinden ve
hayatındaki diğer şeylerden beni daha fazla önemsemeyecek hiçbir insana yer
vermemeyi düşündüğüm, bunu karara bağladığım bir dönemdi. Öyle bir karar
vermiştim diyelim, kararlar büyük bir kararlılıkla verilir de…
KERTENKELENİN KUYRUĞUNU BIRAKMASI GİBİ BIRAKACAKSIN
KADINI
Ayrılışımız hem kötü, hem de çok güzeldi! O gece
kötüydü, kötüydüm, ama bir kadından en estetik ayrılışımı da o gece yaşadım...
Ayakta ucuz ve güzel şarap içilen bir yerdeydik, benim
çok sevdiğim. Konu açıldı: Eski eşinin ara sıra onda kalmasını sorun etmediğimi
ama son gelişinin uzaması nedeniyle artık birbirimizi yeterince göremediğimizi
söyledim; bende kalabilecekken evde eski eşi olduğu için dönme gereği duyuyordu.
Belki benim evimde kalmayı çok sevmiyordu belki artık beni sevmiyordu. Sonradan
itiraf edecekti başta bana karşı çok yoğun duygular beslediğini; ama beslemeye
beslemeye ölmüştü anladığım kadarıyla: parasızlıktan beslemeye beslemeye.
Yaklaşık bir buçuk aydır doğru dürüst görüşmemiş, beraber uyuyamamış, hafta
sonlarını birlikte geçirmemiştik.
-Hafta sonu sende kalacağım her zamanki gibi, söyle
ona başının çaresine baksın.
-Bunu ona söyleyemem.
-O zaman yollarımız ayrılır.
-Neden böyle yapıyorsun!
-Aylardır görüşemiyoruz, o yüzden...
Kolunu sıktım incitircesine. O beni ısırırdı
sevişirken, cilveleşirken; acıtırdı, ancak mazoşist olsam hoşlanacağım kadar
acıtırdı ki acı eşiğim yüksektir. Yapma, deyince de kızardı. Şu an etini
sıkışım doğal bir intikamdı, cimciklemeye başladım etini, sonra arttı, arttı; o
mazoşistliğe benden daha yatkındı; acıtmamı da severdi: iki kere kürtaj olmuştu
ve bana içine boşalmamı sayıklardı ara sıra sevişirken, çıkma çıkma, diye
yalvarırdı; kalçalarımı kendine bastırmaya devam ederdi boşalacağım sırada ve
zor kurtulurdum elinden... Oysa şöyle bir konuşma geçmişti daha önce aramızda:
-Hamile kalmaktan korkuyorum, çünkü iki kere çocuk
aldırdım...
-Seni anlıyorum ama benim kaç kez bir kadını hamile
bıraktığım da önemli.
-Kaç kez?
-Hiç...
Erkeğin bir kadını biyolojik olarak nasıl hamile
bıraktığını hiç aklım almamıştı ve bunu bir mucize olarak görüyordum da, bir
erkeğin kadını istemeden hamile bırakmasını daha büyük bir mucize olarak
görüyordum; beceri kadınla iyi sevişmek ve onu hamile bırakmak mıydı ki!
Kirpiğimi hiç hamile bırakmadım ama o gece canını yakmak istedim. Tenini
parmağımın arasına sıkıştırarak da gerçekleştirdim bunu. O bunu abarttı. Belki
suratımdaki nefret ifadesi de yardımcı olmuştur abartmasında. Sonra çıkıp
yürümeye başladık Galatasaray’dan Taksim’e doğru. Yanımda olmasını
istemiyordum, onunla yürümek istemiyordum. Ondan hemen o anda kurtulmak
istiyordum, bana hiç de kibar davranmayan bu kadından kurtulmak… İstediği kadar
onu yolda bıraktığım için beni suçlasın…
Onu kalabalık caddede önümde ya da yanımda tutmuyor da
gelmesini bekliyordum sadece biraz arkamdan... Arkaya dönmeden hafif bir baş
çevirişiyle omzumun üstünden arkamı yoklayarak. Yavaş yavaş oldu her şey,
plansızdı. Daha fazla gerimde kalmaya başladığında, artık geriye bakmamaya,
ancak koşup da yanıma geldiğinde görmeye başladım, belki bacaklarım da yürüyüş
hızımı artırıyordu. Tramvay yolunun karşısına geçiyordum onu beklemeden, sanki
yalnız yürüyormuşum gibi. Giderek yetişmesi zorlaşıyordu. Sonra daha fazla
hızlanmaya başladım, kendi yürüyüş tempoma doğru, giderek... Arkamda olduğunu
artık sadece tahmin edebilirdim, arkamdan endişeyle baktığını, bana yetişmeye
çalıştığını... Sonra tamamen kendi yürüyüş hızıma ulaştım. Kendimi daha iyi
hissetmeye başladım. İpimi koparmıştım artık ve yürüyüp gittim. Hiçbir şey
söylememiş, bağırmaya kalkmamıştı arkamdan... Böyle ayrıldık. O gece...
Pürüzsüzdü...
Bir-iki ay kadar görüşmedik. Üçüncü kitabımı o sırada
bitirmiştim ve kendi hayatımı anlatmaya o sıralarda karar vermiştim, biraz
dinleniyor bilgi topluyor notlar alıyordum. Gördünüz, başlamak zor geliyordu
tekrar yazmaya. Sıkılmış mıydım yazmaktan, yazacağım şeyin uzun bir metin
olması mı korkutuyordu beni? Özel hayatımı en kadar açabilecektim ortaya, yaşamımdaki
insanları, onları kırmadan ya da kırılmalarına aldırmadan ne kadar
yazabilecektim? Hayatımdan nasıl bir edebiyat eseri çıkarabilecektim? Bu
sonuncuyu ikincil düşünüyordum, ama istiyordum da böyle olmasını. Cinsel
hayatımda bir sürelik ilginç bir kesinti yaşadım, cinsel isteğimde bir
zayıflama, değilse de, fiziksel bir yetersizlik ortaya çıktı. Birkaç kadınla
birlikte olmak isteyip olamadım...
Sanırım bedenim benden izin almadan bir tatile
çıkmıştı; aslında ben de ona sormadan abartılı hareketlerde bulunuyordum,
örnekse sabah daha saat 10’a gelmeden üç kez mastürbasyon yapıyordum; sonra
akşam bir kadınla buluştuğumda neden sevişemediğimi soruyordum! Günde üç kez,
üstelik sabahın köründe, bir ya da iki saat içinde. Dağ dayanmaz. O dönemimde
hayatımda hem bir harem kuracak kadar çok kadın vardı, hem de çok mastürbasyon.
Akşamı bekleyemiyordum boşalmak için ve akşam geldiğinde de kadını epey
bekletiyor, çoğu kez eli boş gönderiyordum...
BAŞKA HER ŞEYDEN ELİNİ ETEĞİNİ ÇEKİP SADECE KENDİSİNE
AYIRDIĞI VAKTİN KARŞILIĞI OLARAK BİR KEMANIN VİRTÜÖZÜNE VERDİĞİNİN BENZERİ
ZORLUKLAR, BUNALIMLAR, YILGINLIKLARLA BİRLİKTE AYNI TÜRDEN BİR TATMİN OLMUŞLUK
DUYGUSU DA VEREBİLSEYDİ KEŞKE, KADIN ERKEĞE.
Kadınların bedenlerini kafamda yücelttiğim, aynı
zamanda da neden bu kadar hayranız bu bedenlere diye düşünüp tutkumu
anlamlandıramadığım bir dönemdi... Doğa böyle, diyordum; sorgulamadan kabul
ettiğim tek şeydi hayatımda, belki de en güçsüz noktamdı.
Artık bir kadının bedenini çok yakınımda, bir
bilgisayar ekranında bile gördüğümde etkilenmeyecek ya da hayalimden
geçirdiğimde arkasından dönüp bakmayacak kadar isteksizleşinceye kadar 31
çekmek...
Kadın bedenini hep yüceltmiştim ama şimdiki kadar
değildi. Kadın düşünmeden geçirdiğim dönemler çok olmuştu, sonuçta insan tüm
gün boyunca kadın düşünemez ama benim hemen bilgisayarımın belleğine bir dolu
çıplak kadın fotoğrafı kaydedilmişti, istediğim zaman açıp bakabileceğim bir
dolu meme kalça sevişme ve istediğim zaman açıp bakıyordum... İşim gücüm yoktu
ve istediğim kadar vaktim, yazılarımla ilgilenmek kendi derdim olduğundan,
kaytarmak için dolu olanağım vardı, hangi işyerinde böyle bir olanak tanınır
çalışana... Allah herkese bir bekçi, bir patron nasip etsin!
-MÜKEMMELLİK ÇIKARILACAK BİR ŞEY KALMAYINCA ELDE
EDİLENDİR.
-KÜLOTU DA ÇIKARMALI YANİ.
Peki ama seksten başka neyi yüceltecektim ki hayatta?
Sanatta? Örnekse Robert Musil’in Genç Törles’i! Bir çocuğun ağzından asla
çıkamayacak karmaşıklıkta ama düzenli cümlelere rastlıyordum. Hadi çıktı
diyelim karşıdaki bunu asla anlayamazdı, benim en az iki kez okumam
gerekiyordu... Eserde hata olarak gördüğüm şeyler beni kadın bedenindeki
hatalardan daha fazla rahatsız ediyordu; dahası kadın bedenini nasıl olursa
olsun hatasız bir sanat eseri olarak görmek çok mümkündü, öyleydi.
GUERNIKA
Nazi subayı: “bunu niye yaptınız?”
Picasso: “bunu siz yaptınız!”
Nazi subayı: “bizimki unutulup gidecekti, sizinki kalıcı…”
“Genelde sanat
eserlerinin modellerini görmek insanı ateist yapar.” diyen Ayn Rand’a
katılmıyordum. Ya sanat eserine bakmasını bilmiyordum ya da hayata bakmasını
iyi biliyordum.
Sonuçta seks, aşktan daha önemli değil miydi... Çünkü
aşk bana orgazmın verdiği hazzı vermiyordu. Ruh ikizimi bulsam belki, ama
nerede. Oysa çoğu orgazm müthiş; beni orgazm yapan beden, kadın değil beden,
beden ve ruh ikizim gibi... Seksten sonra sarılmak istemediklerimi eliyoruz,
tamam da, sarılmak istediklerim bile eleniyordu bir süre sonra... Bedenine
saygı duyduğum bir sürü çok da akıllı olmayan kadın vardı. O güzel kalçalar
kadar sağlam karakter neredeydi? O ince bel kadar, ki kalçayı göstersin,
incelmiş zeka, ki aklı göstersin? O dik meme uçları kadar dik bir gurur, ve
silikon olmayan?
İnternetten bana mesaj attığında resmini istemem
üzerine “şekilcisin herhalde” diyen bir kadına şöyle yazmıştım: “Bir
kadın bedenindeki hatlara, mesela dik, iri, uçları kapkalın ya da korkmuş içeri
kaçmış göğüslere ve iri kalçalara, ya da erkeğinki gibi küçücük kalçalara;
belin incelip kalçaları göstermesine; topuklu ayakkabıyı dünyanın en önemlicadı
yapan bacaklara; baldırlara; sırtına... Yüzündeki hatlara, profiline; ama bu
siteye bırakılanlara değil de mesela yatakta yanında uyurken gördüğüne...
Saçlara... Ah o saçlara... Sen "şekil" mi diyorsun... Ve bunlara
hayran bir insana da tabii “şekilci”...”
Sonuçta düşünmek ve seks; gerçek orgazm bunlarda
vardı. Beden huzuru için orgazm; akıl huzuru için yazmak. Ya ruh huzuru...
Giderek daha fazla hazla kaplanmak isterken daha azla kaplanıyordum. O yüzden
mi mastürbasyonla kaplanıyordum.
YAKASI AÇILMADIK
Mağaranın kocaman bir kayayla kapalı girişi önünde,
taşları elliyordur 39 harami…
Ali baba gelir, yanında bir iri memeliyle: sapık mısınız
ulan siz!?
Memeliye döner. Yakasından içeri sokar elini.
Sıkar.
Yaz. İçerde yazıyor arada balkona çıkıp hava alıyorum.
Kentin en kalabalık sokağına tepeden bakan bir balkon. Kadınlar geçiyor, hepsi
iri göğüslü. Altımdan geçerken üstten iri gözüküyorlar ya da... Bazılarını
gözümle takip ederken balkondan sarkıp düşme tehlikesini göğüslüyorum.
(Üzerlerine düşmeyi sevmem kadınların, biliyorsunuz.) Sonra sonra karşı
apartmanın alt katında birilerinin olduğunu fark edip o kadar sarkmıyorum,
hatta kadınlara değil insanlara havalara bakıyormuşum gibi yapıyorum. Bir ara
gözümü kaldırıp binanın o katına daha dikkatli bakıyorum; bir aile yayılmışlar
parke zemine öyle oturuyorlar. Bana bakmaları, beni seyretmeleri rahatsız
etmiyor, etmez, hoşuma bile gider... Fazla yalnız kalınca insan seyredilmek
istiyor... Daha sonra hayal gücüm daha da katılıyor işin içine herhalde: Karşı
binanın, ki epey yakın, tam benim hizamdaki katında çıplak insanların yattığını
görüyorum. Beş-altı kişiler, biri dışında hepsi kadın. Yüz üstü, sırt üstü
yatıyorlar. Sonra oranın bir solaryum salonu olduğunu görüyorum. Yerden çıkan
ışık huzmelerinin üzerine önlerini arkalarını yakmak için uzanıyor insanlar.
Bazıları balkondalar. Doğal güneşle güneşleniyorlar herhalde, diye şimdi
düşünüyorum.
Ben balkona kurulmuş etrafı seyrediyor onların orda
olması normalmiş gibi davranıyorum. Daha doğrusu benim onların karşısında
durmam... Sonra sevgili geliyor, yüzü yok, herhangi birisi, solaryum salonunu
henüz görmüyor (demin yarattığım için herhalde.) Konuşuyoruz... Sevgili daracık
balkonun dışında duruyor. Düşmüyor musun, diyorum? Bakıyorum balkon genişmiş ve
arkaya doğru uzanıyormuş aslında... Aslında! Zihin nasıl kuruyor, büyütüyor
üzerinde hayat kuracağı mekanı... Sonra bir tanıdık geliyor, kim olduğunu
bilmiyorum, bir genç çocukla tanıştırıyor beni. Her şey balkonda oluyor... Genç
çocuk durumu fark edince yanıma gelip dikizlemeye başlıyor. Trene bakan
öküzlerden biri olmak istemediğimden başımı başka yöne çeviriyorum. Sonra beni
yalnız bırakıyorlar, uyanmak üzereyim... Gerisi rüya da olabilir benim yarı
bilinçli kurgum, uyanıkken uydurmam da: Karşıdaki kadınların bazılarıyla
gülüşmeye, selamlaşmaya ve sohbete başlıyoruz. Ben bu sefer onlarla konuşmak
için, ya da bana uzattıkları soğuk bir içeceği mesela almak için, bende bitmiş
sizde var mı komşu? sarkıyorum. Arada içeri girip yazıyor ve klavye
tıkırtılarımı duyuruyorum, ya da dizimin üzerine balkona alıyorum bilgisayarı.
Benim için gelenler olmaya başlıyor. Ön taraflarda yer kapılmaya çalışılıyor.
Yazar olduğumu biliyorlar. Dışarı çıkmıyor musun? diyorlar. Arada çıkıyorum ama
burada daha yoğunlaşabiliyorum diyorum. Çapkın çapkın gülüyorlar, çıplak
göğüsleri dik, burada mı? diyorlar etraftaki çıplak vücutları işaret ederek,
bunu şimdi uydurdum, uyandım artık. Şimdi olsa şöyle derdim çıkmıyor musun
sorusuna: Ne gerek var... İlk baktığımda gördüğüm bronzlaşan çıplak erkek artık
fark edilmiyor...
Şu seks olmasa, diye düşünürüm bazen, herkes herkesle
çıksa... Bukowski, kadınlara sahip olmayız asla, der, onları ödünç alırız
sadece. Seks olmasa; hiçbir kadın sizin olmaz; evet; ama başkasının da olmaz.
Başkasının olmaması yeterlidir, nasılsa benim olacaktır. Aşk; bana olunanı.
Kirpiğim bir gece benimle pek ilgilenmiyor; can
sıkıntımı önemsemiyor; intikamını gece alıyorum; beni uyandırıp benimle
sevişirken başka bir kadını, eski sevgilimi düşünüyorum... Buraya kadar da hiç
önemli değil, hayal ettiğim şeyler önemli: Eski sevgilimi bir kadınla,
Kirpiğim’le aldatıyorum hayalimde, ve eski sevgilim bunu görünce kumsaldaki
bara içmeye gidiyor ve yanına yaklaşan iki adamla kabinlerden birine girip
orada onlarla sevişiyor, ikisiyle birden sevişiyor, onlara veriyor; bir birine,
bir diğerine... Belki sonra yine birinciye... Eski sevgilim böyle bir şey
yapacak kadın değildi, ben onu aldatacak adam mıydım? Onu yeni sevgilimle
aldatıp, kendisini de iki yabancı herifle bir kumsal kabininde, ayak üstü
düzüşerek hayal edecek bir heriftim. Şu anda üzerimde gidip gelen yeni
sevgilimi eski sevgilimle ilgili kurduğum ahlaksız kare alakasız hayalle
aldatacak bir heriftim... Ön sevişmeyi hayalindeki bir kadınla, esasını o an
etini sıktığın kadınla ve boşalmayı da hayal ettiğin üçüncü biriyle... Ya da:
Sarıldığın kadınla başlayıp araya başka kadınları da alarak boşalmak... Önemli
olan kime sarıldığım boşaldığımda, gerçekte ya da hayalimde...
İktidarsız Farinelli, âşık olduğu kadınla öpüşür
yatakta, birbirlerinin gözlerinde erirler, bu arada kardeşi altta kadını
düzmektedir... Kadın âşık olduğu adamın gözlerine bakarak, adamın hayvansı,
şehvet açı kardeşi tarafından becerilir ve çocuğunu doğurur. Kimin çocuğunu?
Not defterimde o dönem, Thomas Mann’dan bir alıntı ve
Banu’nun telefon numarası, Kundera’nın bir romanını okurken aklıma gelmiş
“Alçakgönüllü peygamberdir, ben o kadar ukala değilim” lafım ve Müge’nin
telefon numarası... Kundera ve Mann’ı biliyorsunuz, ben Müge’yi de Banu’yu da o
gece tanımıştım...
Önce bir vicdan muhasebesi: Onlarca kadınla tanıştın.
Aralarından üçü, üçünden birisi, diğerleri olmasa rahatlıkla bir ilişkiye
girebileceğin kadar öne çıkıyor, ne güzel... Ama diğerleri var! Üçüyle de
çıkarsın. Tabii ki sevişeceksin de. Onlara söylerim diyorsun, böyle böyle, hayatımda
olması muhtemel biri daha var. İşte burada karaya oturdun. Kadın kabul ederse
de karaya oturdun yanlış anlama; sonuçta nasıl seçeceksin? Bir kadın arkadaşım
açık yüreklilikle şöyle demişti: Yalan söyle. Seviyorsan yalan söyle... Kabul
edemeyecekse yalan söyle...
Doğruyu hak eden olgun insan değil mi sadece?
BENİM SAVUNMA AMAÇLI ERKEKSİ ŞİDDETİM,
SENİN SALDIRI AMAÇLI KADINSI İŞVE VE OYUNLARINDAN DAHA
MASUM:
BANU
İnternetten tanıştığım bu kadınla uzun zamandır gayet
dostça konuşuyor telefonlaşıyorduk. Resminden anladığım kadarıyla hoş bir
sarışındı; neredeyse bebek gibi. Kocasından ayrı yaşıyor, tamamen ayrılmaya
çalışıyordu. Parasal anlamda ayakta kalmaya gayret ediyordu. Bir çocuğu vardı
henüz küçük. Ona sevgiyle yaklaştığını belli ediyordu. Bir gün akşamüstü geldi
bana. Fotoğrafındaki kadar bebek gibi durmuyordu, e yıllar, bunun için
uyarmıştı zaten beni ama işte, hayaller. Oysa fıkır fıkırdı, esmerlerden
sarışınlara vakit bulamamışlığım ölçüsünde çekiciydi, farklıydı çünkü. Zaten
çok da bunları düşünecek durumda değildim: Hastaydım. Sakindim. Yorgundum...
Gelecekti bir gün, bugüne denk gelmişti. Bir saatten sonra elimi tuttu, şarap
açmıştım ona. Giderek daha rahat hissettiği bir anda, içimden geleni yaparım,
deyip öptü beni. Sonra da seninle sevişmek istiyorum dedi... Tam olarak, içime
girmeni istiyorum dedi, virgülsüz de olur. Hafif bir kadın olduğunu düşündüm
önce, bir erkeği değil cidden beni istediğini düşünmedim. Ben de isterdim ama
hastayım, dedim. Üsteledi bir yarım saat ve ben gitmesini istemek durumunda
kaldım: artık iyice üzerime gelmeye başlamıştı ve başım ağrıyordu, ki hiç
ağrımaz. Öpüşüp geri çekildiğimizde sanki aylardır öpüşmemiş gibi gözleri bir
süre daha kapalı kalıyordu. Bu konuda rol yapıp yapmadığını anlayacak kadar
tanımadım onu. Sanki doğal davranabilmek için bir an önce tüm rollerinden,
onları oynayarak arındırıyordu kendini. Ama ben... Hastaydım, yorgundum... Hiç
böyle reddedilmemiştim, diyor devamlı. Özel bir yönümü görmesinden dolayı
hoşuma gitmekle birlikte, bir dolu başka erkek çağrışımı yapıyordu kafamda;
reddetmem iyi oluyor diye bile düşünmeye başlıyordum; dün kiminle seviştiğini
bilmediğim, geçen hafta hangi erkeğin yatağında uyandığını bilmediğim bir
kadınla sevişmedim hiç; grup seks gibi bir şey; prezervatif kullanmasını da
öğrenemedim, klostrofobi var; reddetmedim, hastayım, diyorum, hem çocuğunu
anaokulundan almayacak mıydın sen, e saati geçiyor! Kapıya kadar geldik,
açıyorum kapıyı kapıyor, açıyorum kapıyor... Acı çekiyorum gider misin! diye
bağırmak durumunda kaldım. Gitti... Aradı iki saat sonra, çok kırdın beni, diye
mesaj çekti... Ancak 2 gün sonra özür diledi. Evet, dedi, alnına dokunmuştum,
şimdi hatırladım, ateşin vardı, hava sıcak olduğu halde üzerinde iki polar
vardı. Yüzün soluktu... Evet, şimdi hatırladım bunları, gerçekten hastaydın…
İnanabiliyor musunuz?
Bir ara ben de dellendiğimde artık, onu kollarıma alıp
tişörtünü yukarıya çekmiş, siyahlar giymişti, sutyenini hafif indirip meme
ucuna ulaşmıştım, minyon ama dolgun bir vücudu vardı, keşke tamamen soyup yapıp
yapamayacağımı deneseydim. Bende fazlasıyla rahat mı desem safça mı desem bir
hal vardır, şimdi olabilecekse her zaman olabilir diye düşünürüm; evet safça;
bir daha olmadı çünkü; aramıştım bir süre sonra, davet edecektim tekrar,
isteksiz davrandı, aşırı dostça davrandı, “eşim” falan gibi laflar etti
sevgiyle. Nevizade’de gördüm sonra; önce ona benzetemedim, çok güzel duruyordu
çünkü, tam resimlerindeki gibi; afrodit; uzaktayken; o ısrarla bana, benden
tarafa bakmıyordu, bu kadar ısrarla bakmamasından anladım aslında fark
ettiğini, o olduğunu, bir de ayağa kalktığında vücut yapısından... İlginçtir;
bir anda o kadının her tarafını görebilecek, her tarafına girebilecek, yatakta
çırılçıplak, belki bacağınız onunkinin üzerinde, eliniz kalçasında, onun eli
sizinkini tekrar kaldırmaya çalışırken, ya da sadece oynuyor olabilir, tuhaf
bir oyuncak gibi olmaz mı sabahları, yeni uyandığınızda, uyanacaksınız, tekrar
uyuyacak uyanacaksınız, gündüz sevişmeleri; oysa bir anda bir hiçsiniz
birbiriniz için. Karşılaşıyor ve görmezlikten geliyorsunuz birbirinizi. Güzelce
giyinmiş sizin ona baktığınızdan emin, ama yanınıza gelemez çünkü yanınızda bir
kadın var, ama gülümseyebilir, en azından, yanınızdaki her kadın sevgiliniz
olmayabilir; iş kıyafetleri içinde, ceket ve pantolon, topuklu ayakkabı, oysa o
kadının memelerini gördünüz, öptünüz o memeleri; orada öyle iş kıyafetleri
içinde; geçiyor, arkasından bakıyorsunuz, kalçalarını sıktınız, daha fazlasını
yapmanızı istedi ve yapmadınız, ve şimdi pantolonu var üzerinde... Bir
pantolon, düşünsenize... Belki de boğaz ağrımı ve halsizliğimi mazeret olarak
sunmuştum, cinsel hastalığımı saklamak için; hastalık da dememek lazım, öyle
bir dönemdi, yalayıp geçti. Çok önceleri üç kadına iktidarsızım deyip oyun
yapmıştım; zaman kazanmak da için: bir kadınla hemen o anda, onun istediği anda
sevişemeyebilirim, performansımın deneniyor olduğu düşüncesi beni rahatsız
eder; erkeksi iktidar, cinsel olsun olmasın, uzak durmaya çalıştığım bir
şeydir. Bu üç kadından ilkiyle bakire olduğundan hiç sevişememiştik zaten ve
hiçbir fikri yoktur şu anda da nasıl seviştiğimle ilgili, yolda görse mesela.
İkincisi bir süre sonra terk etti beni hayatımda başka bir kadın olmasını
bahane ederek; düzülmek istiyordu, başka bir kadın bile olsa hayatımda, hem de
aynı işyerinde; çok istiyordu, işyerinin bilgisayarından “masaya yüzüstü daya
ve arkamdan gir bana” gibi mesajlar atıyordu; yapamayacağımızı düşünmesi
bitirmesinde etkili olmuştur, ve başka kadını bahane etmek de kolay... Allahtan
üçüncüsü ne büyük yalan olduğunu anladı söylediğimin, gösterdim, espri olarak
anıldı sonra palavram, büyük espri hem de, tam geyik... Erkeksi bir iktidar
değildir benimki yine de. Gerektiğinde sertleşirim, kadını gerçekten
istediğimde ve buna da en iyi organım karar verir. Onu dinlerim. Onun
kollarında eriyorum, diye psikoloğuna benden söz eden sevgilim ve, neredeyse
bayılacaktım, diyen diğeri sizi yanıltmasın; cinsel performansımın
fiziksellikle bir ilgisi yoktur.
JEST, JOKER DEĞİLDİR; ÖZRÜN
YERİNE KULLANILMAZ.
Çok tanımadığım bir insana nette anlatmıştım bu
durumu; kadındı o da ve ne dedi:
-Ben sizin gibi hasta dahi olsam, eğer o kişinin
istediğinin gerçekten ben olduğunu bilse idim, onu geri yollayamazdım. Sıkıntı
çeker ama ona istediğini verirdim...
Şaşırtıcı; üstelik bir kadın: Sadece karşıdaki
istediği için veren başka kadınlar da tanımıştım, hatta bir tanesi sevgilimdi!
Sanırım ayrıydık bir süreliğine: Bir gecelik bir ilişkiye girmişti, barda
tanıştığı, sarhoş, adama hayır diyemediği için, karşı koyamadığı için değil saf
biri olduğu için, seksten özellikle zevk alan bir kadın da olmadığı halde,
tenlerin teması, erkeğe zevk veriyor olmak, sarılınmak, o kadar; diğer kız
arkadaşı ben bakireyim dikkat et diye elinden kurtulmuş adamın, belinden,
gerçekten bakireymiş; memelerinin ve orasının yalanmasıyla, onun erkeği
yalamasıyla bozulmuyorsa bu bakirelik. Yıllar önce daha çocuk sayılacak kadar
gençken “bakireymiş” derlerdi çok güzel bir kız için, bizim yaşlarımızda ama
daha büyük gösteriyordu kız, “bakireymiş, arkadan veriyormuş...” İlk âşık
olduğum kadınsa bir inşaat işçisine bir kere vermeyi hayal ettiğini söylemişti,
iyilik niyetine!
Netteki o çok tanımadığım kadın açıklıyordu da neden
istediğini yapacağını karşısındakinin, öyleymiş karakteri!
-Çünkü ben başkalarını mutlu ettikçe mutlu olan
biriyim.
Anlattığımda John Wayne sendromu, diyen biri çıkmıştı
buna. Bir başkası, bu kadın genelevde çalışsa çok mutlu olur, demişti…
-Amacım en dobra biçimiyle iyi anılmaktır. Çünkü ben
başkalarının ne düşündüğüne değer verilmesi gerektiğini düşünerek yaşadım.
Herkese bir peri kızı gibi mutluluk dağıtmak istiyorum. Böyle büyüdüm, böyle
şartlandım ve özümde böyle mutluyum.
Özünde mutluluk nasıl oluyor insanda? Hayvanlardakini
biliyorum da...
İnsanın özü, olduğu öz müdür, olması gereken öz mü?
Olunan öz ve hayat boyu kalınan, hayvanlardakidir, diye biliyorum ben de, o
yüzden.
SİRENLERLE KARŞILAŞTIM, BENİ BÜYÜLEMEYE ÇALIŞIRKEN BİR AN
DURDU TEKİ, SÖYLEYECEĞİMİ Mİ TAHMİN ETTİ NE, SİREN DEDİM BENİM TEKNENİN ADI,
SENİN ADIN DA SİREN ONUN ADI DA SİREN, SENİN ADIN BUNDAN SONRA OLSUN MUSTAFA
SİREN, GEL GELELİM TÜM ÇEKİCİLİĞİYLE YİTTİ GÖZÜMDE, DE YOLUMA DEVAM EDEBİLDİM
BÖYLECE…
Bense bir kadını reddedebiliyordum, erkek olduğum
halde üstelik. Kendimi fedaya yanaşmamak gibi bir özelliğim vardır, bunu
biliyorum, ne ülkem için, ne başka biri için, ne de... 3 araba güneyden
dönüyorduk. Diğer iki erkek konvoyun önünü görmeden solluyorlardı, ilerde
sıkıştığın yerde yanaş! Ben dedim ki, ben artık yavaş gidiyorum, isteyen öndeki
arabalara geçebilir. Molada biz sadece biraz geç geldiğimizde, yemeklerinin
gelmemiş olmasından değilmiş asık suratları, kavga çıkmasındanmış fazla hızdan,
kızlar korkmuş, uyarmışlar, adamlar da her halde gururlarına yedirememiş, ne de
olsa bu yolda ölürler bile bunlar… Sıkılmalarının, kavgalarının acısını bana
bulaşarak çıkarmaya çalışmıştı erkekler: Korkuyor musun oğlum hızlı araba
kullanmaktan… Niye korksun canım diye beni korumaya çalışırken kızlardan biri,
yo diyorum korkuyorum, tabii ki korkuyorum, canımı sokakta bulmadım.
Ne diyordum; bazen erkekliğimden şüphe ediyordum; ama
olumlu anlamda... Sahip olmak istediğim
şey erkeklikle değildi ki. O, zaten doğuştan sahip olduğum ve aptalca
yönlerinden kurtulmaya çalıştığım şeydi... Özümde böyle mutluydum...
Bir kadın sormuştu: Beni tahrik edebilir misin? diye.
Beni tahrik edebilen her kadını edebilirim, demiştim...
İLİŞKİ SIRASI: AŞKTAN KAFAMI
KALDIRAMIYORUM.
İLİŞKİ SONRASI: KAFAMDAN AŞKI
KALDIRAMIYORUM.
ÇOK SÜRERSE: ARTIK AŞKI
KALDIRAMIYORUM.
Banu yıllar sonra yazacaktı bana, sana hatalar yaptım,
ama o dönemi hatırlamak bile istemiyorum diye, arada sen de yapmışsındır ama
bir şeyler diye yan çize çize…
KOCANIZIN KAYNANASI OLMAYIN:
MÜGE
Karın yolları tıkaması nedeniyle, yani bu mazereti
kullanarak, onun evinde 3 günlük bir ilişkimiz oldu. İyi didiştik. Ben sinirim
geçip de mantıklı düşündüğümde, bu kadınla anlaşabilir, bu kadının beni
sinirlendirmesine engel olabilir, bu kadına bağırmamayı başarırsam bir daha
kimseye bağırmam, herkesle iyi anlaşabilirim artık demiştim kendime; zaten
yakın olduğum o meleksi hayata varabilirim belki de bu yoldan... Ve sırf bu
yüzden onunla tekrar görüşmeyi düşünmüştüm; olmadı.
Neden sinirlendiriyordu beni... Çevremde giderek daha
fazla görmeye başladığım bir kadın tipi vardı karşımda.
İnsan haklılığını kanıtlamak için tartışır ama
haksızlığını saklamak için didişir. Didişerek sadece haksızlığınızın üzerini
örtmekle kalmaz karşıdakinin hata yapmasını da sağlayabilirsiniz. İnsan bu
yolla kendinden bile saklayabilir haksızlığını. Örneğin devamlı lafımı kesen
biri, konuşabilmek için onun lafını kestiğimde, beni lafını kesmekle
suçlayacaktır... Bu tipiktir; aslında tabii komiktir.
Zaten didişmemeyi başarmak için susmak ya da ortamı
terk etmek de sizin, siz kadınların didişme istediğinizi yok etmez, didişmeye
gerek olmadığını size sakince anlatmak da mümkün gözükmez. Yani bir kez
didişmek istemeyegörün... Kaçmaya çalışsam bile yolumu tıkarsınız; bu
durumlarda sizi sevmek ya da sert davranmak gerekecektir, sorunun temeline
yönelmedikleri için bu ikisi farklı yöntemler değillerdir aslında, ama siz
sertliği tercih edeceksiniz. Evet, böyle bu, içtenlikle. Çünkü sizinle
sevişirsem beni suçlama olanağınızı elinizden almış olurum. O zaman... dünyanın
en sakin kedisi olsam bile, köşeye sıkıştırdığınızda tırnaklarımı göstereceğim,
tırmalayacağım, tüm gün mutlu mayışık yatmış uyuklamışsam bile; hayaller
kurmuşsam bile diyelim, ben uyuklamam. Karşıt uçta da tabii köpekler var; ve
ben de, bilirsiniz, dünyanın köpekliğe en uzak erkeğiyim.
Herkes kadar sinirli olmama rağmen, bazen benim kadar
melek gibi olan çıkabileceğini sanmam. Çünkü sinirlendikten sonra sakinleşecek
vaktim vardır, dünyada cenneti yaşadığım zamanlar az değildir. Oysa siz yoğun
hayatınız nedeniyle sinirlenecek devamlı başka şeyler geldiği için bir türlü
sakinleşecek zaman bulamazsınız ve üstelik bağımlılık oluşturursunuz artık
sinirlenmeye, sinirleniyorum o halde varım, bir çeşit sado-mazo karakter;
baştan uyarsanız ya! İlginç olan özünüzde sakinsiniz, yumuşaksınız, doğaya daha
yakınsınız, yakında çocuk doğuracaksınız, belki doğurdunuz, memelerinizle bir
çocuğa süt verdiniz ya da vermeyi bekliyorsunuz, siz beklemiyorsanız
memeleriniz bekliyor; ya da bir erkeğin meme uçlarınızı sertleştirmesini
beklediniz, olmadı kendi kendinize sertleştirdiniz; ama sadece uçlarını,
bedeniniz yumuşacık, kaba etler desek ne kaba, onlar bile öpülesi bir
yumuşaklıkta; kalbiniz nasıl bu kadar sertleşebiliyor, ırkınız benden daha
sinirli nasıl olabiliyor... İş kadınlarııı... iş kadınlarıııı... Sinirler
gerili, baş-lar yukarııı… Bugün okudum, erkeklerden iki kat fazla depresyona
yakalanıyormuşsunuz... Bir de muayyen günleriniz var... Bize gün kalmadı...
UYANIYORSUN YANINDA BİR KADIN HİÇ Mİ
HİÇ HATIRLAMIYORSUN DÜRTÜYORSUN UYANMIYOR NEFES DE ALMIYOR AMAN DİYORSUN İYİ
HİÇ UĞRAŞAMAYACAKTIM ŞİMDİ.
Ne hissettiğinizi biliyorum; çok içtiğim ve az
uyuduğum gecelerin ertesi böyle hissettiğim olur; derim: böyle hissediyor
olmalılar. İnsan nadiren bir başkasına sinirlenir zaten, genelde sinirlendiği
kendisidir. Ben birisine kızdığımda sorunun bende olduğunu bilirim, hatayı
yapma anlamında değil, hata onun olsun, benim hatam sinirlendirilmeme izin
vermektir; engel olamamak anlamında…
Sinirlenmediğim zamanlarda... Tabii yine suç bende!
Hiçbir şey yapmadan orada öyle duruşumla, asılmayan, bekleyen bir tavırla
-ayağına bekleyen olarak çevirirler bazıları; dil her zaman çevrilmeli o dili
konuşanlara bile- sakin, sanki kadını beğenmemiş gibi, ne büyük hakaret bir
kadına; beğenmenin kıstası da kraliçeyi beğenir gibi beğenmek, önünde eğilmek;
şövalyeler eğilir, ama o kraliçeler de kraliçe; neyse; ben sırf duruşumla,
varlığımla, bakışlarım, ortaya karışık umursamazlık; sırf bu hallerimle bile
onları sinirlendiriyor olabilir miyim?
İşte size az bulunur bir gözlem, bir kadından hem de:
“Çünkü
vermediğin bir şeyler var sende, bir de üzerine çok belirgin olmayan aşağılama,
gerek bir bakış, gerek ses tonu, gerekse sessizlik, ondaki arzuyu körüklüyor...
Histerik ya da obsesif kadın tipi özellikle sürekli peşinde. Senin öyle bir
kabuğun var ki, bunu bazen pasif agresif olarak ortaya sunuyorsun. Kültürün bu
pasif agresifliğinle birleştiğinde kadın için mıknatıs gibi hissediliyor. Diğer
yandan korkutucu... Biri seni çok iyi tanımıyorsa, ilk izlenim rahatsızlık
verici. Zor görünüyorsun. Herkes buna ayak uyduramaz, hele de aklını sidik
yarışı için çalıştırıyorsa.”
Sarışın tombul yanaklı bir kadındı Müge, tabii tombul
vücutlu da. Şişme bebek gibi. Estetiğini çok bozmuyordu tombulluğu, ama güzel
de değildi. Dümdüz iniyordu işte sırtı kalçalarına. İlk gece, daha o sabah
tanışmıştık, sohbet ilerleyince, kal bende, demişti. Yan odada yatağa girdim ve
uyumaya hazırlandım, tipik. Mışıldamaya başlamadan bana seslendi ve yanında
yatmamı istedi.
-Burada da yatabilirsin.
-Orda sen varsın! Gülüyorum... Yatağımdan çıkıp onun
yatağına gitmek biraz gurursuz bir hareketti, ama o da beni yanına çağırmıştı.
Yan yana yattık: Yukarıda anlattım, Kirpiğimle olduğu gibi oldu hemen her şey,
sevişme dışında. Yaladı, ama o kadar iyi değildi, içine aldı, hızla ve
beceriklice, fena da değildi, yumuşak bir ten, hemen içinde bitivermek güzeldi,
uyumaktan döndüğümüz için bir de. Cidden uyurdum ama. Sesler çıkardığımı
hatırlıyorum, çok güzel, oooh! diye. Dalga geçiyordum aslında, çok da değil,
sabah keyifli bir uykudan sonra kalkmadan yatakta şöyle bir gerinirsiniz ya, o
üzerimde, onu bunumun üzerinde, öyle bir gerinmiş bile olabilirim. Öyle gidip
gelirken üzerimde, ne olduysa ben sertliğimi kaybetmeye başladığımı fark ettim.
Böylece ben onun üzerine çıktım ve biraz da olsa sertleşmeyi başararak içinde
gidip geldim, salladım onu, hâlâ bıyık altından gülüyor dalgamı geçiyordum: Onu
şişme kadın gibi mi görüyordum cidden? O sırada boşaldığını sonradan öğrendim,
ben işimi hallettim sen üzerimdeyken, demişti: o da dalgasını geçti, bu iyi! Ben
ise bir daha sertleşip boşalamayacak kadar yorgun ve isteksiz ve birazcık da
kızmıştım bedenime, yanına serildim... Sabah uyandığımızda yine olmadı... Ancak
öğleye doğru onu çok da önemsemeyerek, soyup arkasını çevirip yaptığımda
sertleşebildim ve boşaldım sırtına; erkek iktidarı ancak böyle kadını
önemsemeyerek kurulabilir, eğer kadına gitmiyorsa gönlünüz. Hoş, gidiyorsa da
öyle bazen; sertliğinden en çok tat aldığımız uğraşımız seks.
3 gün camdan karı seyrettik. Konuştuk, daha çok o...
Kendini anlattı. Bana yazdığı metinleri okudu. Çok basit şeylerdi, lise
seviyesinde, ama büyük bir zevkle, değerlerinden eminmiş gibi okuyordu ve onu
kırmamaya çalışarak “fena değil” dememden bile anlamıyordu kötü olduklarını.
Sıkılmaya başladım, çünkü bir tanesini bitirip diğerini okumaya girişiyordu;
gece orgazm olmuşsa bu ne tatminsizlik! Birisine okumuyordu da kendi kendine
okuyordu sanki, karşısına boş bir koltuk alıp okumamasının tek nedeni vardı,
böyle bir görüntü hoş olmaz, adama deli derler!
İnsanlar doğru güzel akıllı insanlarla
karşılaştıklarında hadi şundan bir şey öğreneyim demiyorlar da şöyle
düşünüyorlar: “Hah işte tam kendimi anlatabileceğim biri.”
Sevin’e de hayatımla ve yaptıklarımla hiç
ilgilenmediği için sitem etmiştim. “Sen kendini anlatmaya pek meraklı değilsin?”
demişti... Bu ayıptır yahu, kendini anlatmaya meraklı olmak! Onun kadar meraklı
olmam gerekiyordu kendimi anlatmaya... Beni huzursuz etmemek için üzerime
gelmediğini söylüyordu. Üzerime gelmemiş, beni henüz tanımıyormuş çünkü. Oysa
beni tanımaya çalışarak geçireceği vakti kendini anlatmaya harcıyordu.
Gerçek bir ilgi beklerim karşıdan, neredeyse bilimsel
bir merak... İnsanların laf olsun diye konu açtığı bir toplumuz. Birkaç
dakikalık bir suskunluktan bile korkan insanlarız. Düşünerek konuşacağımıza,
düşünürken konuşan insanlarız... Tek merakları var; anlattığınız bir konudan
kendi hayatlarına ya da düşüncelerine paralel geçişler yapıp konuyu kendine
çekmek... Buna karşılık yapılacak tek şey, haklılar, kendini anlatmaya meraklı
olmak; olayı kendi tarafına en iyi çeken kazanır! Oysa insanlarla konuşmak,
onları konuşturmak değil midir...
SEÇİLMİŞ: KÖLE
“Ben yaptıklarını önemsemediğim ve saygı duymadığım
biriyle niye birlikte olayım ki...” diye yazmıştı Sevin.
Beni önemsediğini görmem gerekiyordu, beni görüp
göremediğini görmem gerekiyordu, yoksa egom okşansın da kendimi daha değerli
göreyim diye değil, onun değerini göreyim diye. Ama bunu bana pek göstermedi,
beni önemseme nedeni kendini önemsemesiydi çünkü, ona değer katıyordum,
değerini tamamlıyordum! Ben! Tamamlayıcı. Eklemlenen biri! Ben!
Demiştim; yazılarım eşim, Sevin ise metresimdi. Bunu
söylediğimde, o aşırı kıskanç kadın, gülmüş ve, sorun değil, demişti. Ama
karımı tanımaya, onla ilişkimi çözmeye çalışmadı.
-Benim sevgilim Süpermen.
-Ne güzel, kutlarım, nasıl uçabiliyor?
-E... Bilmem hiç sormadım...
Yıllar sonra sormayacak mıydı:
-Sevgilim, artık beni neden uçurmuyorsun?
Sen değiştin diyorlar sonra da erkeğe; bana ilgini
kaybettin... E tabii kadının isteği doğrultusunda adam rol yapıyor, ilgili
gözüküyor, kadına kraliçe gibi davranıyordu. Öyle görmüş, bir kadına ancak
böyle yanaşabileceğini öğretmişti abileri. Erkeğin ilgisiyle başlayan ilişki
zaten yapay başlamış bir ilişkiydi; erkeklerin kadını tavlamaya çalışırken
etrafından dört dönmeleri yapaydı; oyundu.
Kur yapmak, tavlamak kadının altıncı hissini
bozuyordu. Kendine kur yapılan kadının ilk beş hissinin yoğunluğu altıncı hisse
izin vermiyordu. Tavlamak, ikna etmek değildi, kandırmaktı.
Ve çoğu kadın da bunu bilinçsizce istiyordu, kur yapılsın,
yapaylaşılsın, göz boyansın. Böylece en iyi taktiğe gidiyordu kadın, kur
yapmaya harcanan zekaya harcanıyordu.
Adam zamanla insan karakterine geri döndüğünde,
kendini fark etmeye, feda etmemeye, kadına tapmamaya başladığında, kadının şart
koşmasıyla girdiği rolden sıyrılıp doğal haline döndüğünde, suçlanıyordu.
Kadını kandırmış, aldatmış oluyordu!
ÜN SAHİBİNDEN BÜYÜKTÜR O KADAR Kİ SAHİBİ DE ÜNÜNE
KAVUŞMAYA ÇALIŞIR
“Kitabını bana adarsın artık” demişti Sevin. “Sana mı
adarım?” diye sormuştum şaşkın, “neden sana adayayım ki...” Tamam sevgilimsin
ama, kitap başka... Tabii kitabımın onunla ilgisi olmadığını da söylemeliyim.
Ne içindeki öykülerden biri onunla ilgili, ne de o hayatımdayken yazıldılar...
Buna rağmen adanabilirdi tabii, bir hediye gibi, ama hediyeler verdiğiniz
kişinin olurlar, kitabım benimdi.
SABAH UYANINCA BANA DA KAHVE YAPSANA DEDİ
BAŞKA FİNCAN OLMADIĞINI FARK ETTİM KENDİMİNKİNİ DÖKÜP
ONUNKİNİ KOYDUM
İÇERKEN SENİNKİ NERDE DEDİ ANLADI ONUNKİNDEN ALDIM BİR
YUDUM
SENİNKİNİ DE PAYLAŞABİLİRDİK DEDİ BEN PAYLAŞMAM DEDİM.
Hayatımda birine verdiğim en güzel hediyeyi
hatırlıyorum. Sevgilimle ilk kez öpüştüğümüz gece, öpüşmemizin nasıl
gerçekleştiğini hediye ettim ona. Onun evinde karşılıklı koltuklarda
oturuşumuz, benim koltuğun dibine yere oturuşum ama daha fazla ilerlemeyişim,
çünkü bunu cidden rahat oturmak için yapmıştım, onun yanıma usul usul sokuluşu:
Önce kendi koltuğundan yere inişi, yarım saat sonra aramızdaki sehpanın yanına
gelişi, 20 dakika sonra sehpanın benden tarafına geçişi, 10 dakika sonra
dizlerime değecek kadar yaklaşması ve birkaç dakika içinde artık benim bir
hareket yapmamın iyi olacağını düşünüp, uzanıp boynundan tutarak suratını
suratıma doğru çekişim... Bu dakikaları anlattığım günlüğümün sayfalarının
kopyası... Bugüne kadar anlattığım her kadın çok güzel bir hediye olduğunu
söyledi biraz kıskançlıkla.
En son anlattığım, ki sonra sevgilim oldu, “Kopyası
mı, dedi, neden gerçeği değil?”
Bir başka hediyeyi hatırladım verdiğim en iyilerden
biri... Solak değilken sol elimle yazdığım bir not. “Seni düşündüğümde sevgilim
bir çocuk gibi heyecanlanıyor, aptallaşıyor... âşıklaşıyorum. Duygularımı daha
iyi anla diye sevgilim sol elimle yazdım.” Çok gençtim o zamanlar...
“Bana adarsın artık…”
Hiç katılmadığı bir reklam kampanyasının yaratıcı
yönetmeni olarak anılmak ister mi insan... Kafasını uzatıp sırıtarak bir
fotoğrafa ya da kameranın kadrajına kıyısından köşesinden girmeye çalışan biri
geliyor gözlerimin önüne.
Ağzından kaçmadığı da belli... “Adar mısın?” da değil,
adarsın “artık”. Eşşek değilim ya, adayacağım haliyle, doğal olarak...
İnsan böyle şeyleri düşünebilir, ama yüksek sesle de
söyler mi...
Tabii böyle bir insan basit bir ithafla da yetinmez,
bir romanın kendisine adanması onu kesmez. Kitabın ilk sayfalarından kurtulup romanın
içine de nüfuz etmek isteyecektir. Bir roman kahramanı olmalıdır o...
Kapitalist toplumda insana bir şeyler bildiği için
diploma verilmez, diyor bir lafta ve şöyle devam ediyor, diploması olduğu için
bir şeyler bildiği varsayılır...
Süper devletlerin başkanlarıyla el sıkışırken
objektife poz vermiş ikincil dünya ülkeleri başkanları geliyor aklıma. Bakın
bizi nasıl önemsiyor…
Bana adadı, bakın beni nasıl önemsiyor...
Tarihe geçmek isteyen bir komutan -bizim durumumuzda-
bir kraliçe gibi. Tabii her komutan ya da kraliçe gibi kendi istediği şekilde
geçmek isteyen...
-NERDEN BİLİYORSUN?
-KENDİ HAYATIMDAN.
-HAYATINI YAZSAN KUTSAL KİTAP OLACAK!
Müge’yle tartışmalarımız da böyle başladı, beni
ikincil bir pozisyona koymak istemesiyle, hem de Sevin gibi kendine göre
ikincil değil, başka birisine göre ikincil... Bir arkadaşı, daha doğrusu ona
asılan ama yüz vermediğini söylediği bir adam gelecekti eve bir şey teslim
etmek üzere. Bu adam evde oturduğumuz günler boyunca birkaç kez telefonla
aramıştı. Konuştular. Şöyle: Müge devamlı sesini yükseltiyor, çoğu kez
bağırıyor, küfredip telefonu suratına kapatıyor, adam tekrar arıyor yarım saat
sonra, sakin sakin konuşmaya devam ediyorlar; sanki hiçbir şey olmamış gibi...
Neyse, adam getireceğini bırakacak, çok kalmayacaktı, ama beni görmesini
istemiyordu Müge. Bunu kibarca söylemedi de, ki ima etse de anlardım, benim
gazete almaya çıkmamdan da yararlanarak şöyle bir laf etti: “Bir yarım saat
gelme”.
-O zaman hiç gelmem. Senin saatlerine uymam.
-Ben de böyle yapardım.
Hayranlıkla bakmıştı ama beni anladığından değil. Bak,
bu benim özelliğim işte, demek istiyordu, helal olsun, sen de benim gibi
birisin... İnsanın hayatı ne kadar özellikle dolu olabilir de tüm gün anlata
anlata bitiremez...
-EGOİSTSİN!
-AMA KENDİME EGOİSTİM…
Kendini bu kadar sevmeseydin seni bu kadar sevmezdim,
gibi akıllı bir cümle kurmuştu ya Sevin; hayran olduğu şey, kendisini bile
kıskandıracak kadar başarılı bir şekilde kendisini seven bir örnekti; benim
kendimi sevmem... Ama değerini anlamadan bir tabloya sahip olamazsınız, en
fazla duvarınıza asarsınız... Kendimi sevmemdeki esas hayran olunacak şey olan
bencilliğe düşmeme gücümü gözden kaçırıyordu... Başkasını kulum kölem yapmaya
yönelik değildi benim sevgim. Cidden kendimi sevdiğim için, köle sahibi olmanın
bana yakışmayacağını bilirdim. Hegomonya kurmak asla hoşuma gitmezdi. İsteyen
gelirdi. Yanımdan ayrılmak istemeyen ayrılmayabilirdi. Bağlanmak isteyen
bağlanırdı. Ama ben bağlamazdım kimseyi... Gerçekten bağlanansa bana
özgürleşirdi, bana bağlanan çözülürdü…
Müge evine gelecek o adamla birlikte değilse de olma
olasılığını her zaman canlı tutuyordu... Çokeşlilikten söz etmiyorum ama
kesinlikle cinsellikten söz ediliyor burada. Bacağını göster, geç... Bir kere
ver, ön koltuğa otur... Yılmaz Erdoğan ne yazmıştı: “Ben senin beni sevme
olasılığını sevdim.” Tam da eve gelecek çocuğun düşünü anlatıyordu... Müge de
bu olasılığı her zaman saklı tutuyordu; başka bir olasılığı gizleyerek,
kendinin başkasıyla olma olasılığını. Bir şeyi düşünmek onu tüm olasılıklarıyla
düşünmektir, diyorum ya, bir kadını, onun başka bir adamı sevme olasılığıyla
düşünmüyorsanız, siz o kadını düşünmüyorsunuz. Neyi mi düşünüyorsunuz? Hakkaten
de düşünmüyormuşsunuz... Eminim Müge adama bir dolu işini yaptırıyordu;
erkekler başka ne işe yarar; ünlem yok!
Aralarında hâlâ maddi bazı bağlar olduğu için beni
eski kocasından saklamaya çalışan bir sevgilim olmuştu. El ele yürüyemiyorduk
örneğin; kalabalık yerlerde samimi olamıyorduk, yanımızda hep bir üçüncü kişiyi
taşıyorduk; üç arkadaş pozisyonu... Sorun etmedim, zamanla eski kocasını
boşamayı öğrenecekti ya da öğrenmeyecekti; izliyordum. Kocasından bir çocuk
istemediğini anladığında ayrılmıştı ve sevişirken kollarımda eridiğini
söylemişti psikoloğuna. Bunları eski kocasına söyleyemezdi; destek kesilirdi;
benim varlığım bu desteği tehdit ediyordu; tamamen bana da çeviremiyordu
yüzünü, sonuçta paralı olabilecek kadar güçlü değildim. Paraya sırtımı dönecek
kadar güçlüydüm sadece!
Kollarımda eridiğini söylediği psikoloğu tipik bir
erkekti. Kendince tamamen tıbbi açıdan, sevişmeniz nasıl diye sormuştu, aslında
erkek olarak beni merak ediyordu. Sevgilimden “Kollarında eriyorum” cevabını
alınca beni gözünde daha da büyütmüştü adam. Tanıştığımızda, sözümü gereksiz
yere kesmiş, ortamı gereksiz yere yönetmeye kalkmıştı. Ayrılırken garajda
arabasına giderken espriyle karışık ama tam da değil, benim BMW’m nerde, diye
bağırmıştı, ben karakteri böyle diye düşünmüştüm ama herkes tarafından sonradan
ayıplanmıştı: “Hiç böyle yapmazdı, neden yaptı!” Teşhisi koymak zor olmadı.
Sonra seyircilerinin arasında benim de olduğum bir psikoloji grubunu çok kötü
yönetmiş ve hatasını da ısrarla kabul etmemişti. Neden, hiç yapmazdı diye
soruyordu herkes, çok şaşırmışlardı. Tüm gece boyunca ben sevgilimle yan yana
otururken bakışlarını özellikle uzak tutmasından anlaşılıyordu nedeni.
Erkeklerde böyle etkilerim olurdu: Babalarının
önündeymişler gibi...
Kendi çaplarında dört usta kişi birlikte yolculuk
yapıyorlarmış. Konakladıkları yerde ağaç ustası gece nöbet tutarken vakit
geçsin diye bir kız resmi çizmiş ağaca. Terzi ustası nöbeti sırasında “Bu şimdi
sabah bunla övünür.” diye bir elbise dikmiş kıza... Kuyumcu ustası takı takmış
nöbeti sırasında. Dördüncüsü aşçıymış, ne yapacağını bilememiş, Tanrıya
yalvarmış: “Tanrım bu kıza can ver, beni küçük düşürme...”
Sabah hepsi hak iddia etmiş ve kendilerine almaya
çalışmışlar capcanlı kızı... Kralın oğlu geçiyormuş o sırada oradan, önce
onları ayırmak istemiş ama kızı görünce o da hak iddia etmiş (ne güzel
anlatıyor erkekleri)... Hakime gitmişler, onun da kızda gözü kalmış ve hak
iddia etmeye başlamış o da... (oh oh)
Hikayenin sonunda kız usanıp tekrar ağaca girmiş.
(Hikaye yazarı erkek değilmiş demek.) Laz atasözü oradan çıkmış: “Ağaç
kesersen, ağaçtan akan su o kızın gözyaşıdır...”
Nasıl harcanmış güzelim fikir: Hikayenin sonundan önce
ben girerim... “Gönlü kimi seçerse kız onun olsun.” derim... Hem akıllı, hem
güzelim. Kız beni seçer.
Burada kız benim hak iddia ettiğim hikayeye girer ve
haklı olarak hak iddia eder, bana şöyle sorar:
-Seni seçeceğimi nereden biliyorsun?
-Akıllı bir kıza benziyorsun.
Hem doğruyu söylemek ve kızdan yana olmak, hem
kazanmak benim tılsımımdır...
Kıza güzel olduğunu söylemem.
BENİMLE SEVİŞİRKEN, AHMET AHMET DİYE SAYIKLARDI ARADA.
HAYIR DÜŞÜNDÜĞÜNÜZ GİBİ DEĞİL, AHMET BENİM ADIM.
AMA BELKİ DE DÜŞÜNDÜĞÜNÜZ GİBİ, ESKİ SEVGİLİSİNİN ADI DA
AHMET.
Kadınım benden ayrıldıktan kısa süre sonra başkasıyla
olursa beni aldatmış demektir; ama bu kadın mutlaka bana âşıktır. Bana âşık
değilse, benden çocuk yapmak falan istemiyorsa, ona sahip olduğumu düşünmem;
sevişerek bir kadına sahip olmadım hiç, sadece sahip olduğum kadınlarla
sevişebildim... Peki erkekler kendilerine âşık olmayan bir kadına nasıl sahip
olduklarını düşünebiliyorlar? Âşık olmadıkları için... Evet, güzel cevap. Aşk
yok, bari sahip olalım! Buna tecavüz derler...
Tamam fazla üzerinize gelmeyeceğim.
ONU HÂLÂ SEVDİĞİMİ BİLİYORSUN, DEDİ KADIN.
ARTIK, NEYSE Kİ, DEDİ ADAM ASLA KABUL ETMEZ SENİ…
BİR ADAMIN DİĞERİNİN GURURUNA GÜVENMESİ.
Benden ayrılan âşıklarım da yeni sevgililerine bana
hâlâ âşık olduklarını söylediler mi? “Onu henüz unutamadım, ama yardımcı
olursan...” Âşık unutturan adamlar... “Sana onu öyle bir unutturacağım ki!” Erkekler
benimle doğrudan sidik yarışı yapamadılar çok, genelde böyle kadınlar
üzerinden...
Morrisey söylüyor:
The more you ignore me
the closer ı get
you’re wasting your time.
Çevireyim izninizle:
Kâle almadıkça daha da
yakınlaşıyorum sana
vaktini boşa harcama.
Ya da
Sen beni kalene almadıkça
Daha çok kuşatıyorum seni
Askerlerine yazık
Neyse; diyeceğim: Bu nasıl bir ruh durumu hiç
anlayamadım.
Kız arkadaşım, kendine asılan bir erkeğe:
-Bir erkek arkadaşım olduğunu bilmiyor musun? demiş.
Şöyle demiş adam, tarihe geçsin:
-Bizim köyde bir laf vardır: “Biz kızı bin kişi ister
bir kişi alır.”
“Bana çanak” diyorum böyle yaşam formlarına:
Onların köyünde, bir kişi kızı aldıktan sonra hâlâ
kızın peşinden koşmakla ilgili bir laf var mıymış diye sorsaydın keşke
demiştim, yoksa doğrudan dayak mı atıyorlarmış…
Başka bir sevgilime mesaj gönderiyor adamın teki:
“Sana hissettiklerimin onda birini bana hissetseydin...”
Sevgilimin cep telefonunu alıp karşı mesaj çekiyorum:
“Bu mesajlarını okumadığımı mı sanıyorsun? Nasıl köpekleştiğini görmediğimi...”
“Kimin gönderdiğini anlayacak mı?” diyor sevgilim.
“Köpek o” diyorum “eşek değil...”
Doğuştan boynuzlu erkekler...
Tek bir durumda boynuzlanmış hissederim, dediğim gibi;
kadın bana âşık olmamışsa... Başkasına olması değil, bana olmaması...
Müge’yle 3 günümüzün sonunda kızıp eve döndüğümde
aradı. Bak Müge, dedim ona telefonda, halbuki adı Mine’ymiş. Buna kızdı. İnsan
adının yanlış söylenmesine kızar, hele tüm gün boyunca kendini anlatmış,
hayatını belletmişse! Tabii ben bu durumu kendi yararıma dönüştürdüm. Mine’yle
Müge’yi iki ayrı kişi, iki ayrı kişilik olarak konumladığımı söyledim. Mine
gitti. O sadece ilk anlarda ilk gün buradaydı. Şimdi yok. İkizi Müge var.
Karaktersiz ve yalancı. Ukala ve kaba. Hiç insancıl değil. Kiminle dans
ettiğini bilmiyor, dans etmeyi bilmiyor, devamlı ayağıma basıyor.
Müge beni evinden çıkmak zorunda bıraktı, sonra arayıp
“gel” dedi. Beni evden göndermesini çok önemsemediğimi ama kusurlu bir hareket
olduğunun anlaşılmış olmasını beklediğimi, en azından biraz da olsa mahcup
olunmasının iyi olacağını hatırlattığımda, ağzından “O dört beş saat önce olmuş
bir şey.” sözleri döküldü; yere...
Mantıksızlık bir tarz olabilir mi; kadın ırkının
tarzı! “Delilik kadınların aklıdır” yazıyordu internetteki bir profilde. Her
şeyi de kadınların peşinden gitmek için yaptığımıza göre; işte size dünyanın
hali...
BANA BAK ADAM, BANA MAÇOLUK
SÖKMEZ,
SEN OTURACAKSIN, BEN KAHVENİ,
YEMEĞİNİ, İÇKİNİ AYAĞINA GETİRECEĞİM!
BEĞENMİYORSAN KALKAR KENDİN
ALIRSIN…
Yalan söyledi Müge: Şu kapıdan girdiğimde, dedi,
evinin kapısını göstererek, iş kadını, yönetici kaybolur, parmağını sallıyor
kapıya doğru. Bir anda değişirim dedi. Göstere göstere yalan söyledi... Mine
dediğini başarmış olabilir zamanında ama benim karşımdaki Müge başaramadı. İki
buçuk gün boyunca bir yönetici gibi davrandı. Ustaca yönetilmeyi kim sevmez;
ben severim en azından, ama o riyakar ve kötü tarzda bir yöneticilik yaptı...
Bana hangi renk içeceğimi sormadan şarap ısmarladı, en pahalısını; en
anlamsızını. Ben radyo kanalını değiştirdiğimde geldi ve eski kanalına geri
döndü tek laf etmeden. Beni hoşlanıp hoşlanmadığımı sormadan Türkçe Pop,
arabesk çalan barlara götürdü. Tüm barın eller havada söyledikleri şarkıyı
bilmiyor olduğumu görünce şaşırdı. Bu popüler kültür insanları neden böyledir?
İNSANIN HERKESİN KENDİSİYLE AYNI GÖRÜŞTE OLMASINI İSTEMESİ
NE BÜYÜK ALÇAKGÖNÜLLÜLÜK; ÖZEL VE BENZERSİZ OLMAK
İSTEMEMESİ…
Sevin bir şarkıcının kasetini dinletmeden önce şöyle
diyor: “Bir, üç ve sekizinci şarkılar harika...” Kısa bir metin tutuşturuyor
elime: “İkinci paragraf çok iyi...” Filmin sonunu söylemek gibi bir şey bu...
İnsan neden başkasını böyle yönetmek ister?
Müge ile Sevin karşılaşsalar ne olurdu acaba? Var
örneği: Sevin, çok konuşan, kendinden bile daha baskın ve egoist bir kadın
arkadaşından söz ediyor...
-İpek geldi. Hafta sonu ne yaptığını anlattı
saatlerce.
Gülüyorum:
-Senin de ipeksi bir anlatımın var aslında...
-Şu anda konuşacak durumda değilsin, sinirlisin,
laflarımı yanlış anlıyorsun, lafımı kesiyorsun devamlı. Başka zaman konuşalım.
Yürüyüşe çık, banyo yap, ya da ben yürüyüşe çıkayım, banyo yapayım, istersen
birlikte banyo yapalım... Ama konuşmayalım.
-Şu anda konuşmak zorundasın.
Mecbur kalıyorum... Önce sakinim. Ama tabii “Bu konuyu
konuşmalıyız.” dememişti, “konuşmak istiyorum” demişti; söylemek, söylenmek...
Böylece konuşuyor... Yine durduruyorum:
-Birazdan bağıracağım; çünkü beni dinlemiyor, lafımı
kesiyor, sinirlendiriyorsun. Bağırmak istemiyorum o yüzden gideceğim.
-Hayır gitme, bu konuyu hemen şimdi burada
halledeceğiz.
-Bak, ben konuşmayalım demiyorum, sadece şimdi
konuşmayalım diyorum.
-Hayır.
-Ama o zaman bağırırım ve bağırınca da ben suçlu
oluyorum.
Sabah oluyor.
-Dün akşam bağırdın yine.
Bağırdığımı kabul ediyorum. O hiç saçmaladığını, beni
sinirlendirdiğini, freni patlamış bir kamyon gibi üzerime geldiğini kabul
etmiyor. Sadece bir gece:
-Saçmaladığını nasıl göremezsin. Dilimde tüy bitti,
demem üzerine, birdenbire:
-Arada saçmaladığımı fark ediyordum, diyor.
Şok oluyorum. Sakinleşiyor, seviniyorum. Yanına
oturuyorum.
-Peki neden bana söylemiyorsun?
-Ben kendime söylüyorum.
Gerçeğe en yaklaştığı
an...
Bir itiraf, demek isterdim ama ağzından kaçıyor
sadece, sözcük bile patlıyor ve kaçıyor. Bana onun açığını yakalamak isteyen
patronuymuşum gibi davranıyor.
AĞZI OLAN KONUŞUYOR DİYENİ DE SANIRSIN Kİ
VANTRİLOK
Muratçıl: “O gece ben birkaç cümle ettim sadece, hep
sen konuştun.”
Eskiden bunun çıkarcı bir yalan olduğunu düşünürdüm,
çünkü söylediğinin tam tersi olmuştu: Kontrollüydüm o gece, lafımın devamlı
kesilmesini olgunlukla karşılamış, sıkılmamış, patlamamış olduğum için kendimi
sevmiştim. O zaman nasıl böyle farkında olmadan konuşabiliyordu? Ya da farkında
olduğu aslında neydi; bana bir şey anlatmak istediği, haklı olduğu düşüncesi,
bunu mutlaka anlatma kaygısı ve kendini dinletme arzusu, ne olursa olsun...
Muratçıl’ın egoist olduğu söylenemez; ama egoistçe davranıyor!
Benim konuştuklarım düzeyinde bir şeyler söyleyebilmek
için mi benim bir cümleme karşı on cümle söyleme gereği duyuyorlar?
Bu bencil duygu öyle bir yanılsamaya neden oluyordu ki
o kadar olayı, gerçeği göremiyorlardı; olmuş, birkaç dakika önce yaşanmış
gerçeği... O heyecanla kendi onlarca cümleleri birkaç cümlecik, benim birkaç
cümleciğim onlarca cümle gibi gözüküyordu... Benim lafımı keserken bitmesini
artık bekleyemeyecekleri onlarca cümleme son veriyorlardı, biraz da kendileri
konuşsundu canım! Ve onların lafını kesmemeliydim...
ADEM İLE HAVVA, ROMEO VE JÜLYET, YUSUF İLE ZÜLEYHA,
KEREM İLE ASLI, İNSAN VE DÜŞÜNCESİ…
İNSAN İLE DUYGUSU.
Dün bir kadınla telefonda konuşuyordum internetten
yazıştığımız, hiç tanımadığım biri. Konunun bir yerinde bir örnek verdi. Örneğinin
konuyla bağıntısız olduğunu kibarca anlattım. Biraz durdu, sonra verdiği örneği
araştıranın, geliştirenin ve ortaya atanın, bilimsel olarak kanıtlayanın yurt
dışında hangi üniversitelerde okuduğundan araştırdığından söz etmeye başladı.
Sordum:
-Sen oralarda okudun mu?
-Hayır.
-Nasıl eğitim verildiğini biliyor musun oralarda.
-Hayır
Söylemek istediğini anlıyorum, diyene kadar epeyce
tartıştık. Hatta bir ara ne uğraşıyorum kapatayım diye de düşündüm, sıkılıp
sinirlenip; evet ben sıkıldığımda sinirleniyorum, sıkılmayı hayatıma hakaret
olarak görüyorum, aptallığı, konuyla alakasız örnekleri, alakasız ısrarları.
-Sana şimdi o örneğin mantıksız olduğuyla ilgili gayet
mantıklı bir şey söylüyorum ki doğruluğunu sen de kabul ediyorsun; kanıtlıyorum
gözlerinin önünde, neden tanımadığın bir adamın bilmediğin üniversitelerden
aldığı diplomaları sıralıyor da benim kanıtımı önemsemiyorsun...
Peki tamam esas konuya dönelim, neden konuşuyorduk?
dediğimde konuyu hatırlayamadı, konuda uzaklaştığımızı, örneğe takılıp kaldığımızı
gördü ki uyarmıştım biraz önce bu konuda onu; burada gerçekten anladı beni;
hayranlık duymaya başladı bana, haklı olduğumu “hissetti”; ben de sonunda
anladığı için ona hayranlık duydum, az bulunur böylesi. Böyle konuşmaya güzelce
devam ederken -Allah için yumuşakbaşlı, uyumlu kadındı- arada benim konuşma
tonumun, sesimdeki ukalaca ve öğretici ifadenin ve söyleyiş tarzımın, bunların
değil, karşıdakinin çıkarlarıyla çatışacak kadar doğru şeyler söylememin sorun
oluşturduğu sonucuna vardım. O gece iyice anladım bunu.
-SEBEBİ NE SEBEBİ, İNSANLARI ÖLDÜRMEK İSTEMENİN SEBEBİ NE?
-BU SEBEBİ BİLMEMELERİ...
Başka bir zaman:
-Neden bildiğim şeyi anlatırken bile hararetleniyorum?
diye kızmıştım kendime.
-Katlanamıyorsun çünkü başkasının bilmemesine, demişti
bir kadın.
Bu kadından söz etmedim ona, karşılaştırma beni
başkalarıyla diyecekti muhtemelen. Ama bir çocuk kadar saf ve bağımsız bir
kafayla, sanki her şeyi yeni öğreniyormuşçasına sorduğum sorularla en
bilgilisine bile konunun o ilk ve en basit kısmını düşünmeden geçmiş olduğunu
hatırlattığımı söyledim; ne iş yapıyorsunuz, diye ilk o zaman sorulduğunu ve
alakasız bir iş yapıyor olmamın da kızgınlık yarattığını söyledim.
Sanki bunları hiç söylememişim gibi çok güzel bir
nekahet devresinden sonra, tekrar örneğinin üzerine gitmeye başladı. Demin
haksızlığını kabul ettiğin yere niye tekrar geliyorsun? diyorum. Bir gayretle
örneğini başka bir şekle sokmaya ve içini deşmeye başladı. Ve aslında iyi oldu:
“İlk başta örneğinle ilgili aynı ezberlenmiş cümleleri tekrarlarken, ilk defa
farklı şeyler söylemeye başladın, bir adım ileri gittin, bir birim derinleştin,
söyle bakayım şimdi bir daha bu yeni haliyle.” dedim. Kaldı öyle...
“Ben seninle konuşamıyorum.” dedi. “Biz
konuşamıyoruz...” diye düzeltti. Bozdun, dedim, ilki doğruydu; sen benimle
konuşamıyorsun.
-Ki konuşma değil suçlu olan, sen beni, beni bırak
kendini anlamıyorsun, o örneği vermeyi yeni hak ettin; çünkü o örnek bilmem ne
üniversitelerinde prof olmuş bir uzmanın değil, artık senin, çünkü onun üzerine
düşündün, emek sarf ederek senin yaptın.
-Ama beni dinlemedin ki örneğimi açıklayacaktım.
-O örneği yaratanın hangi üniversitelerde okuduğuyla
mı açıklayacaktın!
-Ben senle konuşamıyorum dedi ve artık kapattık
telefonu...
Kendini var etmeye çalışan bir insanın bunu hangi
zeminde yapacağını düşünmeden futürsuca etrafa saldırması; bana yer açın
demesi. Hiç hazırlık yapmamış bir koşucu; işte başlama düdüğü çalsın da
bakarız...
Hatasını anlamaması, ya da buradaki gibi anladığı
durumlarda bile anlamamaya ısrarla devam etmesi.
-Ya ben bu örneği verdimse mutlaka vardır bir nedeni;
yanılmış olamam, olmamalıyım.
Yanılmış olamam... Yanılmış olmamalıyım!
Evet, tabii, insanlara çok sakin, peygamberimsi bir
sakinlikle davranabilirim, hatalarını görüp söylemeyebilir, zaaf göstergesi
cümlelerine takılmayabilirim; ama dediğim gibi, sıkılıyorum. Tanrının sıkıldığı
gibi... Bir şey istiyorum; bir şey oluşturmak; Adem’i yaratmak gibi. Aklını
kullanıp doğruyu yanlıştan ayırt edecek birini; yoksa yanlışa saplanmakta ısrar
edecek birini değil.
Kimle konuşuyorum! Neyse kayıt olsun... Geçelim...
Genelde okuruna güvenmek gerekir denir. Ben
güvenmiyorum. Yazarına bile güvenmedikten sonra…
Bu arada.
Artık.
Zamanı geldi.
Bana sinirleniyor musunuz?
Sonuçta bu metin kendi hayatımı yazılı göreyim diye
var oluyor ama basılırsa okumanıza açık olacak.
(Neden yayınlatıyorsun, sadece yazsana, demişti geveze
bir kadın; neden konuşuyorsun sadece düşünsene, demiştim ona.)
Editöryel bir çalışmadan geçerse bu metin, ya da daha
önce arkadaşlarım tarafından okunursa, bunlar insanları kızdırabilir
denecektir, eminim, o yüzden sorayım dedim, bana ne kadar kızıyorsunuz?
Kendimi bu kadar haklı görmem sizde bir kızgınlık
yaratıyor mu?
Haklı değil miyim sizce?
Anlattığım insanları dinlemek isteyen var mı aranızda?
Bir de onları...
Bunu isteyen insanı severim...
Onların anlatacaklarını dinlemek isterim...
Kendilerini haklı çıkarmak için neler
uyduracaklarını...
Kendisinde hata olabileceğini düşünen bir sevgilim
olmuştu kısa bir zaman önce;
-Dün akşam ne olduğunu sen anlatamazsın mesela doğru
olarak; ikimiz de orada olmamıza rağmen tam ve doğru olarak ancak ben
anlatabilirim, demem üzerine bir gün bana dün akşam ne olduğunu anlattırdı;
ikimizin yaşadığı bir olayı, tartışmamızı bana anlattırdı ve anlama kaygısıyla
sakin sakin dinledikten sonra, şimdi daha iyi anladım, dedi. Dediğin gibi
olduysa haklısın.
Müge de bir ara, gecenin bir vakti, herhalde içindeki
küçük Mine dürttü, mesaj atıp özür diledi, onun gibi bir insan için büyük
başarı. Bir umut belirdi. Ama, sonra telefon açıp yavşakça güldü, özrünü de
geçersiz kıldı...
Sevin, hatasının farkındaydı ve bunu saklıyordu.
Biliyor ve saklıyordu... Üstelik beni suçlu ilan ediyordu bağırmamdan
faydalanarak.
Kendini kandırıyordu. Ama hayatı da kandırabileceğini
sanıyordu.
Belki de cezasını bulmuştu da çekiyordu bile...
Geçirdiği kötü dönem, işinin stresleri… Hayatın görünmez elinin intikamıydı
belki de. İnsanın cehennemi buydu belki de. Hayatın adaleti.
DÜNYA: PEŞİN YUVARLAK
Sana kötülük yapıldığı için kötülük
yapıyorsun sanıyorsun ama
Kötülük yapacağın için sana kötülük
yapılmıştı.
Tüm bunların kendi suçu olduğunu düşünse ne olurdu
peki... Artık ölümüne mi hastalanırdı, yoksa tamamen iyileşir miydi?
MEKAN
-Buraya bir daha gelmeyelim.
-evet, iyi ki geldik.
Ama şunu açıklayamıyorum! Nedir şu?
Cunda Taş
Kahvede oturuyoruz. Cepten arıyorlar Sevin’i ve ajansın müşterisi yapmaya
çalıştığı bir bankayı kazandıklarını öğreniyor. Yaklaşık on kadar telefon
konuşması yapıyor. İnsanlar onu arıyorlar, o insanları arıyor. Taş Kahvedeki
herkes bankayı aldığını öğreniyor ajansın, o sakin sonbahar sabahı, dönüp dönüp
en arkaya bize bakıyorlar, ben utanıyorum. Beşinci telefon konuşması sırasında
elimle, biraz yavaş konuş, diye işaret yapıyorum, kalkıp gidiyor arkadaki bir
aralıkta konuşuyor. Ama ne özelliği var öyle gizli gizli konuşmanın! Herkes
duysun! Geliyor ve yine yüksek sesle konuşmasına devam ediyor, çok keyifli,
katıla katıla gülüyor, sabah şekeri! Ben, git ya, git ya, diye hareketler
yapıyorum elimle. Tüm telefon konuşmaları bitene kadar birkaç kez oluyor bu...
Cunda’da bir Bodrumlu…
(En son başka bir arkadaş arıyor, sanki bizi
izliyormuş gibi şöyle demiş: “Çok fazla telefonla konuşma, Murat sevmez!”)
-GÜVENDİĞİM DAĞLARA KARLAR YAĞDI...
-DAĞA MI GÜVENİYORDUN BU KADAR, KENDİNE
Mİ!
Bir insan nasıl bu kadar prenses gibi hisseder
kendini... Nasıl tebaasıymış gibi görür insanları...
-Ben sevgi her şeyi çözer sanmıştım ama olmadı, diyor.
Ama sevgi şu onun için:
-Sorun şu ki, senin ilişkiye ve hayata bakışın
benimkinden çok uzak. Ne sen değişebiliyorsun ne de ben seni anlayabiliyorum...
Uzak olan benim, ay gibi, keşfedilmemiş bir kıta
gibi... Değişmem gerek, çünkü anlaşılmaz olan benim...
-UZAKSIN.
-KENDİNDEN KAÇIP GELMEK İSTEYECEĞİN KADAR.
Sadece dünyanın kendi etrafında dönmesini istemiyor,
bu basit bir egoistlik; o benim dünyamın da onun etrafında dönmesini istiyor,
bu diktatörlük. Bir insan ben Kralım, ben Peygamberim, hatta ben Tanrıyım bile
diyebilir. “Narsistsin” dersiniz, “delisin” dersiniz, “narsist bir delisin”
dersiniz, geçersiniz. Ama bu insan bir de sana dönüp, sen de benim tebaamsın,
müridimsin, kulumsun, diyorsa, işte sorun esas orada başlar...
-HAKLISIN.
-EN ÇOK SEVDİĞİM LAF.
-HAKSIZ OLDUĞUN DURUMLARDA DA MI?
-ESAS O ZAMAN.
Mutsuzluk dilediğimi fark ettim bazı insanlara, çünkü
mutluluklarını, gerçek mutluluğu istiyorum onlar için. O yüzden de mutsuz
olmalılar. Hata yapıp, bunu anlamayıp, üstelik mutlu olurlarsa bir de, hayatın
dengesi bozulur. Bu olamayacağına göre, bu insanlar mutlu da olamayacaklardır.
İşte size mutsuzlukların açıklaması... Ve bu insanlar mutsuz olmalılar ki bir
şeylerle yüzleşebilsinler, kendileriyle. Bu kadar uzun zaman ve her defasında
mutsuz olunca insan, artık anlar diye düşünüyorum, bir yerlerde hata yaptığını.
Ama hatasını anlamazsa, mutlu olsa da neye yarayacak, aptalcasına mutlu. (Bazı
insanların mutluluğu da böyle, kaderin onları kendi hallerine bırakmış
olmasından değil mi; gerçek bir işe yaramaz, doğrudan cennetlik, yaşamadan…
Tolstoy’un sözünü ettiği mutlular işte bunlar…)
YA TREN DE ÖKÜZÜ SEVİYORSA
Geçen gün Bebek parkta çimenlere serilmişken önümdeki
banka bir çift oturdu. Gazete okumaya başladılar beni şaşırtacak bir şekilde.
Şaşırmamın nedeni kadın gazetesini erkeğin gazetesinin üzerine getirecek şekilde
okumuyordu; ikisi de birbirlerinin sınırlarını geçmiyorlardı... Tabii
aralarındaki aşk olmadığından... Kadın kısa bir süre flört ettiğim biriydi.
Evime ilk geldiğinde perdelerimi beğenmeyen kadın! İşini evini değiştirmeye
çalışıyordu, planlarını parasal olarak destekleyemeyeceğimi düşünüyordu. Şimdi
parkta sevgilisini bana gösteriyordu. Düzgün bir işi olan düzgün bir tip.
Düzgün bir seks hayatları da vardı mutlaka! İnsanların birbirinin sınırlarını
ihlal etmeye, birbirlerinin içine girmeye haklarının olduğu tek yerde, yatakta,
düzgün bir ilişki!
Sevgilisini, belki nikah yüzüğünü, hatta çocuklarını,
hatta bir de köpeklerini tabii, göstererek ne göstereceğini sanıyordu ki?
Mutluluğunu mu göstermeye çalışıyordu? Ama mutluluk gösterilemez. Böyle şeyler
gösterilemez. Ben bile yapamıyorum işte bunu...
Neyse, dediğim gibi, sınır ihlali... Kıta sahanlığı...
Bu konular çok önemli.
Yıllar önce Hayri ile oynadığımız masa tenisini
hatırlıyorum. Yenme hırsı, yenilme korkusu, ondaki. Yenilince aşağılanmış gibi
hissetmesi, hırstan yüzünün kızarması... Hiçbir zaman kazanmak çok önemli
olmadı benim için başkasının önünde, başkasının gözünde... İçimi dolduran
insancıl bir gururdu sadece, kazandığımda, asla büyüklenme değil. Birkaç kez
üst üste kazanınca rahatsız hissettiğim çok olurdu... Hep kendinden söz etme
fobisi türü bir hep kazanma fobisi.
No fear tişörtü almıştım Kaş’tan, dardı üzerime, ama
tamdı üzerinde yazan felsefeme: Doesn’t play well with others… It seems others
have problem with loosing…
Bunu çevirmeyeceğim izninizle…
MEKAN
-Buraya bir daha gelmeyelim.
-evet, iyi ki geldik.
Yıllar sonra Sevin’le şehrin yakınlarındaki bir
derenin kenarında, cennet gibi bir yere gitmiştik, adı böyleydi, Cennet... Masa
tenisini ilk orada oynadık, iyiymiş, öyle dedi: Oynarken açığımı yakaladı ve
devamlı oraya atıyor. Tak tak puan, tak tak puan, tak tak tak puan, tak puan...
Takıyor bana. Her seferinde oraya! Atma da oynayalım dedim. Birkaç atmadı, ben
puan almaya başlayınca, tak puan... Her açığıma attığında sert bir vuruşla geri
göndermeye başladım. Filenin az üstünden hamle. Karşılayamıyordu; nooluyoruz ya
diyor. Açığım açığı oldu. Nasıl yaptığımı bilmiyorum ama ne yaptığımı
biliyordum: Sertleşince kazanırsın! Bıraktım; normal oynuyorum. Açığıma atıyor,
karşılayamıyorum. Yüzüne, hareketlerine, hırsına bakıyorum; açığına; o sadece
topa bakıyor. Açığımdan başka yeri görmüyor gözü; beni görmüyor; kazanacak
illa. İzin veriyorum.
Sidik yarışı... Ad olarak çok güzel, kim bulmuşsa.
Komik de, değil mi? Ama salak bir çocuğun büyüyüp de akıllı bir adam olduğunda,
hâlâ sidik yarışı yapacak kadar aptal kaldığını gördüğünüzde gülemiyorsunuz.
Sizinle sidik yarışı yapan o çocuk bir kadınsa; ağlayabiliyorsunuz. Bir kadının
bir erkeğin üstüne çıkmaya çalışmasından daha saçma bir şey olabilir mi.
Doğuramayan bir cinsi yenmeye çalışmak, onun sahasını işgal ederek, iş
hayatını. Bu arada aile yıkılıyor, çocuklar savruluyor, kadının kendisi
savruluyor. Yuvamızı yapıyorlardı eskiden bu dişi kuşlar, şimdi toplumun
yuvasını yapıyorlar. Her biri bir katı kraliçe ya da hırslı prenses gibi
davranıyor. İş kadınlarııı. İş kadınlarııı. Göğüsler ileri başlar yukarı.
Sevin’den sonraki sevgilim –psikoloğunun, sevişmeniz
nasıl? sorusunu kollarında eriyorum diye cevaplayan- ilk bir iki ay heyecandan
yanımda uyuyamıyordu. Bu kadar etkilenmesine rağmen, belki tam da bunlar
nedeniyle beni gözünde yüceltti ve ara sıra duygu patlamaları yaşayıp bana
şiddet dolu laflar eder, karşı çıkar, didişmeler başlatırdı.
Kendisi de rock dinleyicisi olduğu halde, ama o dönem
arya dinlediğinden olacak evimde soft rock dinlediğim bir gün yatak odasından
geldi ve rock müzik mi empoze etmeye çalışıyorsun bana, diye çıkıştı... Başka
bir zaman, Kafka kendini neden böceğe dönüştürdü ki, böcek insan bakışıyla
iğrenç, dediğimde, evet kelebeğe dönüştürebilirdi dedi. Çok iyi, kelebek evet,
böylece, yaşam gibi oluyor, olumlu ve olumsuz özellikler birarada… diye
tamamlamaya çalıştığımda, benim düşüncemi bana satma diye çıkıştı… (Bu
ayrıntıları verdiğim, sevgilimin sorunları nedeniyle birlikte gittiğimiz
psikolog, obsesif kişilik var sizde, demişti, suratıma karşı… Bir dedektifin
kanıt toplamasını, kanıt toplama manyaklığıyla mı açıklarsınız demiştim ona…
Özür dilemişti sonradan benden, tek bu özelliğini takdir etmiştim, özür
dileyebiliyordu!)
Genç bir psikolog arkadaşı şöyle sormuş Aryam’a:
“Murat sana kimi hatırlatıyor?”
“Annemi” demiş, birden verdiği bir yanıtla.
Sevin’in benle didişmesinin de annesiyle didişmesini
yansıtmış olabileceğini anlamıştım böylece. Çünkü Aryam’ın da benzer türden bir
baskın annesi vardı.
Bayan hasta psikanalistini kendine karşı acımasız,
düşmancıl ve sadistçe davrandığı için suçlamış. Psikanalist: “Bu hisse, kötü
bir anneyle olan ilişkisini benimle canlandırmak istediği için vardığı şeklinde
yorumladım. Benim ona annesinin davrandığı gibi davrandığımı hissettiğini ya da
bana annesinin kendisine davrandığı gibi davrandığını ve çoğu zaman da
kendisine, içindeki annesi ona saldırıyormuş gibi davrandığını gösterdim.”
Hasta bu yorumları psikanalistin kendi davranışlarını haklı gösterme çabası
olarak görmüş ve öfkeyle yadsımış.
ANNE DEDİĞİN BABA KARISI, BABA KÖTÜYSE ANNE DE YARISI...
Güçlü bir anne figürü... Öğrendiği şey didişmek;
geliştirdiği yetenek... Sonra bir anda güçlü bir sevgili, figürü değil kendisi.
Gerçek bir güç ama, o güne kadar karşılaşmadığı türden, diğerlerinde güç diye
gözükenin aslında güçsüzlük olduğunu gösteren. Hayranlık durulur di mi; ama
hazırlıksız, paslanmış hayranlık duygusu, takdir yeteneğini örümcek ağları
sarmış ya da garajda unutulmuş.
Böyle bir adam karşısında kadınların kaç yaşında
olurlarsa olsunlar tecrübesiz bir yeni gelin gibi kalmalarının suçlusu, evet
benim! Aptallaşmalarının suçlusu! Ve bu aptallaşma teslim olma şeklinde değil
de meydan okuma şekliden gösteriyorsa yüzünü…
Otoriter anneleri yoksa ne oluyor peki? Hayatta
otoriteden dar ne var! Hele bir de özellikle arıyorsan… Sert, burnundan kıl
aldırmayan patronları gibi görüyorlar o zaman beni ya da rakip firmanın alaşağı
etmek zorunda oldukları çalışanı. Başka bir kadın şöyle demişti: “Sadece
ihaleyi kazandığımıza değil rakipleri yendiğimize de sevindim... Belki ondan da
çok!” İşleri bu konudaki yeteneklerini geliştiriyor; alt etme yeteneklerini.
Peki ya aşk yetenekleri? O gelişmemiş, dinozorların ön kolları gibi... Sonra
şöyle oluyor: Sahip olmak için belki de hayatı boyunca beklediği(ni henüz
itiraf edemediği) bana sahip olabilmek için bugüne kadar geliştirdiği
teknikler, fazla “ticari” ve “rekabetçi” ve hatta “haksız rekabetçi” kalıp bir
işe yaramıyor; bana ballandıra ballandıra anlattığı hayatı etkisizleşiyor ve
onu beğenmeyebileceğim olasılığı kadını deli ediyor, şimdi ya da yakın bir
zamanda bırakıp gidebileceğim gerçeği, kendi hayatının görece değersizliğini
kadına gösterip, bir de o hayattaki en değerli şey olan kendimi de çekip
alarak.
-Yaramı
öp ve unutalım...
Sakın iyileştirmeye kalkma. Bayramlarda barışalım!
Ne
aşk Tanrım! Şu bedenin savunma düzeneklerine saldıran hastalığın adı neydi?
Hah, ben AIDS yapıyorum kadınlarda...
-Ne sen ne de başkası için kişiliğimi ve doğallığımı
değiştirmeye niyetim yok, demişti Sevin.
-Çocukluğumda sorunlarım oldu benim de, ama bunların
bugün bir sorun oluşturduğunu düşünmüyorum, demişti.
Tüm bir psikoloji bilimini çöpe atıp fallara inanmak!
-SENLE GELECEK PLANI YAPILMAZ.
-SEN GELECEK PLANI YAPMAK DEĞİL,
GEÇMİŞİNİ AYNEN DEVAM ETTİRMEK İSTİYORSUN…
Mine, Müge olabilmek için çalışmıştı. Kocasından
boşanmıştı. Bir çocuğu vardı. İstanbul’a gelip burada iş hayatında başarılar
kazanmıştı. Maddi gücü vardı. Arkadaşları küçük şehrinden kalkıp büyük şehre
gelebilmeye cesaret edememişler ve onu takdir ediyorlar, kıskanıyorlardı.
Mine’yi unutmak zorunda kaldığını ama, kimse ona hatırlatmıyordu. Şu
anlatacağım bir rastlantı olamaz, şeytanın gör dediği: Nasıl açıldıysa konu,
küçük şehrinden bir kızla nette konuştuğumdan falan söz ettim, kim? diye sordu,
ben de birkaç ayrıntı verdim ve onu tanıdığını söyledi; kızla birkaç kez
konuşmuştuk, ama İstanbullu olmadığı için görüşemeyecek olmamızdan dolayı ben
ilerletmemiştim sohbeti. Tak aradı. Daha ilk saatlerimiz, ben Mine sanıyorum
onu henüz, ama o kadına hava attı telefonda. O yakışıklı var ya dedi, hani
senin “senin gibisi yok nette” diye yazdığın, şimdi karşımda oturuyor. En yakın
arkadaşlarından biri bu.
Kapatınca biraz ayıp olmadı mı diye sorar gibi oldum,
yokladım; ilk filizlenmeler başladı bende Mine’nin bozulup Mügeleşmesiyle
ilgili...
Kim bilir ailesinden, gençlik çevresinden ne kötü
etkiler aldı: Kazayla kötücül!
Bir evlilik, ilerde sevgisinin biteceği bir adamla...
Bir çocuk, henüz ihtiyacı olmadığı bir çağda. Çocuk doğurmak gelenek olmaktan
çıkarılsa kafada: Bir dolu kadın bunu anlasa hem yüklerini azaltırlar hem de
yük olacak çocuklar getirmezler dünyaya: Soyunu devam ettirme saplantılı
düşüncesi içindeki ırkçılığı fark edebilsek...
Şöyle bağırıyordu bir kadın:
-Ben daha iyi bir insan olmak istemiyorum, ben bir
çocuğum olsun istiyorum...
Sadece çocuk doğurmayı değil çocuğunu doğru
yetiştirmek de isteseydi, daha iyi bir insan olmanın önemini görebilirdi.
Sevin ile ilgili belgeleri dosyalayıp bir rafa
kaldırmıştım. Giriş metni şöyleydi Sevin dosyasının: İlişkimizin başında
söylediğim “Hayatıma getirdiğin strese katlanmak istemiyorum” lafımı “seni
bırakmayacağım” şeklinde karşılayan, ama söyleyişinde “sana stres
getirmeyeceğim” anlamı bulunmayan; aralarda devam eden streslerinden
yakındığımda belki durumu biraz fark edip, “ben sana zarar veriyorum o zaman”
dediği halde stres vermemeye ya da benden ayrılmaya çalışmayan; beni en son
patlattığında keşke daha sakin olsaydım diye düşünüp özür dilediğimde, yani
hatasız olduğum halde özür dilediğimde, “ben senin üzerine daha çok geldim,
asıl ben özür dilerim” demeyi seçmeyen de “haklıydım” demeyi seçen; böylece
benimle devamlı bir rekabet içinde olduğunu açıkça belli eden; hiç kavga
etmediğimiz son iki üç ayın bitiminde “hiç kavga etmiyoruz artık bana stres ve
negatif elektrik geçirmiyorsun” diyerek kendi stres yumağı hayatı yanında benim
melek gibi huzurlu yaşamımı, onun sayesinde artık o kadar da huzurlu olmayan yaşamımı
bir kalemde silerek ilişki umudunu içimde tamamen yok eden; en sonunda artık
ilişkiye devam edeceksek psikolog yardımı almalıyız diyeceğim gün benden
ayrılmak istediğini cep telefonu mesajıyla ileten eski sevgilim...
Kanıtları
iyi toplayan, belki suçluyu da bilen ama onu yakalayıp itiraf ettiremeyen bir
dedektif gibi yetersiz görüyordum kendimi... Herkesten önce gidecektim belki de
Tanrının cehennemine. Bilmediği için kötülük yapan insanlardan önce; bildiği
halde iyilik yapamayan... Çarmıha gerilen...
Başarısız
bir dedektiftim yani. Ama dedektif olduğumu iyi biliyordum. İnsanlarsa
ya katildiler ya da kurban. Çoğu kez ikisi birden.
GELECEK ARKADAN SOKULUR
“Karşısındakini kışkırtıp cezalandırılmalarını
sağlamak amacıyla birtakım yaramazlıklarda bulunmalarını, cezalandırılmalarının
kendilerini yatıştırıp rahatlatmasını çocuklar üzerinde açık seçik
gözlemleyebilmekteyiz.” diyordu Freud.
Sonradan bunun sadomazoşizm yani sapıklık olduğunu
öğrettikleri için mi yetişkinliğimizde saklıyorduk cezalandırılma isteğimizi.
Suçluluk duygusundan dolayı cezalandırılma isteği
oluştuğundan da söz ediyordu Freud.
Yani kadınlarım belki de beni gerçekten seviyorlar ve
bana kötülük yapmaya çalışmıyorlardı... Sevmedikleri kendileriydi,
beceremedikleri buydu: kendini sevmek… Beni alet ediyorlardı; kendi kendilerini
cezalandırmak için beni kullanıyorlardı. Yani beni gerçekten sevmiyorlardı!
SEVİŞMEYİ NERDEN İĞRENDİN BÖYLE!
Uyanıyorum. Sabah erken. Sevgilim yanımda yatıyor.
Geceliğini yukarı çekip kalçalarını öpüyorum. “Uyuyorum” diyor...
Su almaya kalkıyorum, gelip yatıyorum. “Uyumama izin
verecek misin.” diyor... Ciddi mi diye bakıyorum sırtından...
-Ciddi misin sen?
-Kıpır kıpırsın dalamıyorum.
-Al, dal.
Odadan çıkıyorum.
-Teşekkür ederim çok naziksin! diyor arkamdan imalı...
Evden de çıkıyorum, sabahın köründe. Neden evden
gittin, diyor sonra, kırılmış!
Daha önce ona “özgüvenimi yıktın” diyen bir adama
gönderme yaparak şöyle diyorum:
-Daha sonra seni özgüvenimi yıkmış olmakla suçlamamak
için, yatağından kovulmuşken salonda yatmam değil evden gitmem gerekiyordu.
Onun mantığı ise farklı!
-Öpücüğün hiç de sevgi ve şefkat içeren bir öpücük
değildi, diyor.
SONRA ANLADIM Kİ BEN ONUN SORUNLU KİŞİLİĞİNİ SEVİYORUM...
BÖYLECE ARAMIZDA HİÇBİR SORUN YAŞANMAMAYA BAŞLADI...
AYRILDIK.
Sadomazoşist bir hayat yaşanıyordu. Hem de sandığım
gibi sadece yatakta değil, sokakta, işte, her yerde. Acıtma ve acı çekme,
hükmetme ve boyun eğme ilişkisi cinsellikte oluşmuyor, sosyalliğimizde
oluşuyordu. Çıplakken değil sadece, giyinikken. Cinsel hale getirerek
katlanılır kılıyorduk sadece… Acıt tatlım diyorduk yatakta, ama dışarıda
saklıyorduk acıtılma isteğimizi. Düzmekten zevk alıyorduk yatakta, ama kaba bir
insan değilimdir diyorduk dışarıda, kibar davrandığımız yalanını söylüyorduk.
Hakkını vererek sevişemediğimiz için mi, sokaklarda iş yerlerinde giriyorduk
birbirimize, inceden inceye, erkek kadın fark etmeden…
Banaysa yatak haricinde hiçbir yerde zevk vermiyordu
sadomazoşizm.
Tolstoy’un bu işi çözdüğünü düşünmüştüm bir an: Anna
Karenina’da şöyle düşündürtüyordu Levin’e: “Karısına yanlış düşündüğünü
kanıtlayacak değil, onu avutacak sözcükler bulmaya çalışarak konuşmaya başladı.
Böylesine haksız bir suçlamanın altında kalmak acıydı, ama kendini temize
çıkarıp ona acı çektirmek daha kötüydü.”
Barışıyorlardı Levin ve Kiti.
“Kiti kendi suçunu anlayınca –ama bunu belli etmemişti
kocasına- Levin’e karşı daha bir sevecen davranmaya başladı...”
Ama sonra yine kavgalar ediyorlardı...
Böyle devam ediyordu… Kadının hırçınlığına adam hep
katlanıyor, ama kadın adamın ne kadar olgun ve sevgi dolu davrandığını
gördüğünde, kendi hırçınlığını ve gereksiz suçlamalarını fark ettiğinde
susuyordu sadece, adamdan özür dilemiyordu.
Gerçek hayatında Tolstoy, karısını, artık yeter, diye
terk ediyordu hayatının son günü… Hayatının son gününde terk etmiyordu tabii,
terk ettiği için hayatının son günleri oluyordu; bir tren istasyonunda donarak
ölüyordu Tolstoy…
MÜDAVİM
-Buraya bir daha gelmeyelim.
-evet, iyi ki geldik.
Sevin’le yaşadığımız evden kendi evime dönüşümü hatırlıyordum…
Emirgan’daki o iki katlı, deniz manzaralı, harika ev, ve başımı sokabilmem
haricinde olumlu özellikleri pek olmayan ve döndüğüm dönemde yan binada altı ay
boyunca bir inşaatın sürdüğü Beşiktaş’taki evim. Ve mutluluğum ve sakinliğim ve
huzurum. Eve gelen arkadaşlarımın, bu seste nasıl çalışabiliyorsun, dediğinde
ancak, fark ediyordum inşaat sesini.
HAYATI YOĞUN YAŞAMAYI SEVİYORDU,
BENLE YAŞAMAK DA BUNA SAHİL.
“Erkekler sıkılıyorlar!” diye açıklamıştı yeni
tanıdığım bir kadın eski sevgilisinin onu neden bırakıp gittiğini. Durup
dururken sıkılıyor erkekler! Birkaç kişi evindeydik, iki olay hepimizin
dikkatini çekti. Sehpanın üzerinde içecek altlıkları vardı ve aramızdan biri bu
altlıklara değil de sehpanın üzerine bıraktı içkisini bir an; uyarı aldı, tatlı
sert.
Bir ara yerdeki karoların üzerinde şöyle bir durdu ev
sahibimiz mutfaktan dönerken, burayı kim çizdi? dedi. Ben yaptım herhalde,
dedim; bir şey demedi.
Sonra bir gün kızgın olduğu eski sevgilisini,
karşılaştıkları bir sırada çekmiş kenara, söyle bakalım, demiş, neden terk
ettin beni? Adam geçen hafta bir parti verdiğinden söz etmiş evinde. Gayet
keyifli bir şekilde sürmüş ve aynı keyifle bitmiş parti. Sen olsaydın, demiş
adam, hep diken üstünde olacaktım.
Otobüste önümde iki genç sevgili oturuyor. Genç adam
tamamen kıza yönelmiş, kız ara sıra dönüyor onla konuşuyor çoğu kez yola
bakıyor. Bazen başını koyuyor omzuna genç adamın. Genelde kız konuşuyor genç
adam dinliyor. Bir ara kız şöyle diyor:
-Saçlarını bir daha böyle kestirme.
Erkek bir şey
demiyor. Sakin. Konu geçiyor. Kız erkeğin omzuna başını koyuyor bir süre sonra
yine.
Tolstoy açıklıyordu yine bu durumu kendince: Levin
“Kiti’nin kendini aynı anda hem kocasının karısı, hem evin hanımı olacağı, hem
de çocuklarını karnında taşıyacağı, onları besleyeceği, yetiştireceği o sıkı
devreye hazırlandığını bilmiyordu. Kiti’nin bunu içgüdüsüyle sezinlediğini, bu
korkunç çalışmaya hazırlanırken, şimdi yuvasını neşe içinde örüyor, bir yandan
da mutluluk dolu, kaygısız aşk dakikaları yaşıyorken buna hakkı olduğunu
düşündüğünü anlayamıyordu.”
Kendisini anlattığı Levin karakterinde Tolsoy,
zamanında hatalarını anlamadığı için günah çıkartıyordu!
Günah çıkarma, ortada bir günah yokken
gerçekleşiyorsa, bu, insanın kendine karşı işlediği bir günah değil midir…
Kadının evini kurarken ve çocuk doğuracakken gireceği
streslere karşılık, erkeğin üzerine yine ev, çocuk ve dışarıdaki hayatta
girdiği stresler yetmezmiş gibi bir de âşık olduğu, evinin kraliçesi,
çocuklarının annesi yapmaya çalıştığı kadın tarafından da stresler getirilmesi…
Bu bahis geçiliyor, önemsenmiyordu...
KADINDAN ÇOK KADINCI OLMAK
Eh, herkes ister vallahi, saçma, özensiz, sevgisiz ve
insanlık dışı davranıp, ben ne “korkunç” bir çalışmaya hazırlanıyorum biliyor
musun ve zaten bunun için doğdum diye duygu sömürüsü yapmaya bile gerek
kalmadan haklı çıkmayı, çünkü zaten adam böyle düşünerek haklı bulmalı kadını!
YANINDAKİLERİN GÖZÜNDE KÜÇÜK DÜŞECEĞİNİ
SANAN ADAMI
DAHA FAZLA KAZIKLAMADIĞINA PİŞMAN OLDU
GARSON.
Kimse erkeklerin duygularından söz etmiyor. Kendileri
dahil. Erkek egemen bir toplumda yaşadığımız söylencesi erkeklerin ağzına bir
parmak bal çalmak için söylenmiş bir yalan değil mi…
Zaten Levin’in böyle hep alttan alır şekilde
davranmasını başta açıklıyordu Tolstoy: “O günden
sonra Levin kendini daha az değer görmeye başlamıştı Kiti’ye, ruhsal yönden
onun önünde daha çok eğilmeye, hakkı olmayan mutluluğunu gözünde daha
yüceltmeye başlamıştı.”
Sizin kadınınızı yüceltme nedeniniz ne?
Levin’inki şuydu: Kiti başka bir erkekten
etkilenirken, o erkek kendisiyle ilgilenmeyince Levin’i iyi bir eş olacağı için
seçiyordu…
-EĞRİ OTURUP DOĞRU KONUŞALIM...
-SEN HAYATINDA EĞRİ OTURAN KAÇ KİŞİ GÖRDÜN...
Marquez, Tolstoy gibi bir erkek değildi, en azın dan
Kolera Günlerinde Aşk’ta… İlginç bir karı koca anlaşmazlığıydı sözünü ettiği.
Erkek bir haftadır sabunsuz yıkandığından yakınır banyodan çıktığında. Kadın
hatırlar, 3 gün önce sabun olmadığını fark etmiştir ama 3 gün boyunca koymayı
ihmal etmiştir. Ama süre kocasının söylediği gibi 1 hafta değildir... “Ama bir
haftadır ben her gün yıkanıyorum,” diye bağırdı kendinden geçerek, “sabun
vardı.”
“Kocası onun savaş yöntemlerini çok iyi bildiği halde
bu kez katlanamadı.”
Adam evde kalmamaya başlar, sadece giysisini
değiştirmek için uğramaktadır... Kadın o geldiğinde işi varmış gibi
yapmaktadır.
“Doktor Urbino, karısı banyoda sabun olmadığını itiraf
etmedikçe eve dönmeye razı olmuyordu; karısı da ona eziyet olsun diye, bile
bile yalan söylediğini kabul etmedikçe, onu eve almaya yanaşmıyordu.”
“Sonunda Doktor Urbino, başpiskoposa gidip birlikte
günah çıkarmayı önerdi; çünkü banyodaki sabunlukta sabun olup olmadığına karar
verecek son hakem Tanrıydı. O zaman, kendini tutmayı çok iyi bilen karısı,
kendinden geçerek tarihsel bir çığlık attı: “Başpiskoposun canı cehenneme!”
Tolstoy’unki gibi davranmayı çok denemiştim ama
olmuyordu, kadın erkek, yaşlı geç ayırmayan o adalet duygumdan…
Mazoşizmi sadece yatakta sevebiliyor olmam gibi, kıç
yalamayı da sadece yatakta ve kadınlar söz konusu olduğunda kendime
yakıştırabiliyordum.
Marquez’in anlattığı erkek tavrı bile bana çok yakın
değildi.
Benim tavrım tam olarak…
Ben hayvan gibi davranıyordum kadınlara...
Kundera’nın Şaka’sında sözünü ettiği türden bir hayvan
gibi: “Kadın düşüncesini çekip çevirmenin sarsılmaz kuralları vardır; bir
kadını inandırmayı, onun görüşlerini güçlü savlarla çürütmeyi aklına koyan bir
erkeğin, bu amaca ulaşma şansı azdır. Kadının kendi hakkında, ilkeleri, inançları,
idealleri konusunda vermek istediği imajı saptamak, sonra safsata yoluyla, bu
söz konusu imajla, onun, bizim istediğimiz biçimde davranışı arasında uyumlu
bir ilişki kurmayı denememiz çok daha yerinde olur. (...) Erkeğin bir kadından
ne olursa olsun istemeye hakkı vardır ama, bir hayvan gibi davranmak
istemiyorsa, öyle bir ortam hazırlamalıdır ki, kadın, en içten hayalleriyle
uyum içinde davranabilsin.”
Şunu diyor bence: Kadına bir kraliçeymiş gibi davran,
senin krallığını kabul edene kadar; gerekirse soytarılık bile yapabilirsin bu
sürede. Bekle... Roller değişene kadar bekle ve o ne istiyorsa onu yap. O
istediğini aldıktan sonra sen de istediğini alacaksın...
Bir kraliçe atayıp, onun da sizi kral seçmesi...
Bu erkekler hep kadınların
bir şeylerine ihtiyaç duyuyor olmalarının ezikliği nedeniyle mi kadınları
bastırmaya çalışıyorlar ve erkek egemen toplumlar kuruyorlar, yoksa kadınlar
erkek egemen toplumun intikamını almak için mi böyle gösterip de vermiyorlar…
Ki ortada erkek egemen bir toplum olmadığı da açık!
Kundera, Ayrılık Valsi’nde
yukarıdaki fikrini pratikte açıklıyordu:
Kız adama ondan hamile
olduğunu söyler. Sadece bir gece beraber olmuşlardır. Adam arkadaşlarına
danışır. Evlidir. Üç yöntem vardır ortada:
“1. Kadının yufka yüreğine
çağrıda bulunulacaktır. Adam karısının hasta olduğunu, adamın başka bir
kadından çocuk beklediğini öğrenirse öleceğini dost bir dille anlatacaktır.
Kendisine acıması için yalvaracaktır.
Kızın ruh yüceliği gibi
kuşkulu ve tekinsiz bir temele dayandırıldığı için bu yöntem reddedilir. Hem bu
yol geri de tepebilir: Çocuğun babası olarak seçilen kişinin başka bir kadına
gösterdiği bu ilgi kızın kendini küçük düşmüş hissetmesine neden olacaktır
belki de. Böylece kız daha da kararlı davranacaktır.
2. Kızın sağduyusuna çağrı
yapmak: Adam çocuğun kendi çocuğu olduğuna inanmadığını, asla da gerçekten
inanamayacağını söyleyecekti kıza. Kız başka erkeklerle düşüp kalkmadığını
söyleyemezdi. Bunu söylese de adam kızın doğru söylediği güvencesini nasıl
taşıyabilirdi. Babasının hiçbir zaman babalığından emin olamayacağı bir çocuğu
dünyaya getirmek mantıklı bir iş miydi?
Bu yöntem de arkadaşlar
tarafından çürütülür: Birisi kızın sağduyusuna güvenmenin acıma duygusuna
güvenmekten daha safça bir şey olacağını belirtir. Öne sürülen kanıtlardaki
mantıklılık hedefi gözünden vuracak, genç kadının yüreği de sevdiği adamın
içtenliğine inanmak istemeyişi karşısında allak bullak olacaktır. Bu da, gözü
yaşlı bir inatla, sözlerinde ve amaçlarında daha sıkı direnmesine yol
açacaktır.
3. Kıza adamın onu sevdiğini
ve sevmekte olduğunu söylemesi. Çocuğun bir başkasından olabileceğine asla
değinilmeyecekti. Aşk ve şefkat banyosu yaptırılmalıydı kıza. Boşanmak dahil
kıza her söz verilmeliydi. Eşsiz gelecekleri gözler önüne serilecekti. Ve bu
gelecek adına çocuğu aldırmasını rica edecekti. Çocuğun doğumunun erken olacağı
ve onları aşklarının ilk ve en güzel yıllarından yoksun bırakacağı
açıklanacaktı.
Bu görüş de öncekilerde bol
bol olan şeyden yoksundur: Mantıktan. Aradan o kadar süre geçtiğine göre adam
kıza nasıl bu kadar tutkun olabilirdi? Ama âşıkların hep mantıksız bir
davranışları vardır ve bunu şu ya da bu biçimde genç kadına anlatmaktan daha
basit bir şey yoktur.
Bu sonuncuda anlaşırlar.
Çünkü bu koşullarda tek göreli kesinlik gibi gelen genç kadının sevi duygusuna
çağrıda bulunuyordur.”
İnternetteki bir profilde kadın şöyle diyordu: “Beni anlayacak bir kişi yeterli. Gerisi mesaj atmasın
lütfen. Ukalaları sevmem. Çünkü ben öyle değilim. Yalancı olmamalı. Ben yalan
sevmem. Duygusal olmalı. Romantik olmalı. Çünkü ben pek değilim, bana öğretsin.
İşi gücü iyi olmalı. Çünkü benimki iyi, eşit olmalıyız. İstediğini bilmeli ve
almalı. Ne de olsa erkek. E başka ne isterim bilmem ki? Şişşt belanı mı demeyin
sakın!”
Profile bakın: İsteyen ama ne vereceğini asla
söylemeyen bir profil.
Duygusal olmalı, çünkü ben değilim bana öğretir diyor.
Ukala olmamalı, çünkü ben değilim diyor; alçakgönüllü olmayı ona öğretirim
demiyor, uğraşamaz bununla, doğrudan ukala olmayacak adam. İşi iyi olmalı,
çünkü benimki iyi, eşit olmalıyız diye de ekliyor. İşi iyi olmasa da olur,
neyse ki benimki iyi ben ona bakarım çok seversem demiyor. Ne istediğini
bilmeli ve almalı: Ne olsa erkek!
İstediğini bilmeli ve almalı!.. Oysa hayatta
istediğini bilmek es geçiliyor ve almak yüceltiliyor. Böylece ne istediğini
bilen değil ama bir şeyler alan, almayı bilen, karakterli, ünlemli, dolu erkeğe
rastlıyoruz. Aldıkları şey, istedikleri mi gerçekten? Ne önemi var, aldılar ya.
Almak çok önemli. Almak! Onu istiyorum ve alacağım. Almak istediğim için
istiyorum onu. Alınca daha iyi hissedeceğim için. Bu istek mi! Bu sevgi mi!
Birçok evlenme teklifi, teklifin kabul edilmesinden
dolayı yaşanacak o üstünlük, hakimlik, becermişlik, isteğini onaylatmışlık,
layık olduğu onaylanmışlık duygusuyla yapılır. Çoğu erkek, bu kadınla evlenmeli
miyim, diye sormaz kendine. Bu kadınla evlenmeyi gerçekten istiyor muyum? Şu an
yaşadığım hayatta en önemli amacım bu mu? Sormazlar erkekler böyle şeyleri
kendilerine, onun yerine kadınlara sorarlar.
Şöyle konuşmuştuk bir gün Sevin’le, karşılıklı
oturuyorduk, o an aklıma gelmişti ve devam ettirdim: Bakın nasıl hayvanca:
-Beni senin eski âşıkların tuttu. Acı çektikleri için
intikam almak istiyorlar. Ve bu işte usta olduğumdan beni bulmaları zor olmadı.
-Ne yapmanı istediler peki?
-İstemediler para verdiler.
Biliyorsun, ihtiyacım olan tek şey para. Üç aşamada senden intikam planı
hazırladım. İlk aşamayı şu an bitirmiş oluyoruz. Seni böyle ağlatarak. Basit
bir göz sulanması değil, alelade bir duygusallık değil, durduramamacasına
ağlamak. Bunu yaptım. Sonra ikinci aşama sonra da üç. Ben devam edersem tabii.
Bunu sana söyleyerek çekilmeni ima ediyorum. Devam etmeyebilirsin seni
zorlamam. İşimi yapmamış olurum tam olarak ve bu forsuma zarar verir ama seni
sevdim bunu sana yapmayabilirim. Ben duygusal bir kalp hırsızıyım ve paramı
verseler de istemediğim hiçbir şeyi yapmam.
-Beni böyle tahrik etmeye çalışıyorsun.
-Bu sefer sana bir iyilik yapmaya çalışıyorum. Hatta
daha da fazlasını istersen, yani paramı da verirsen demek istiyorum, senden
intikam almak isteyen heriflere bir oyun hazırlarım.
-Onlar beni ilgilendirmiyor.
-İşte sen böylesin, sadece seni sevenleri bilmek
istiyorsun. Seni sevmeyenler yaşamıyor bile senin için. Halbuki onların neden
seni sevmediğini anlamak da ilginç bir yöntem, mükemmelliğe gitme aşamasında.
Daha iyi olma yolu kötülüklerden sıyrılmak olabilir, hatalarını azaltmak,
pürüzleri düzeltmek.
-Düz bir insan olurum o zaman.
-Hayır basit olursun. Saf olursun. Katışıksız. Tabii
seni pürüzlerin rahatsız etmiyor, onlar başkalarını çizer ancak. Daha sonraki
aşamaların konusu ama bunlar. Başlamazsak beni daha fazla konuşturmazsın...
-Peki kabul ediyorum seninle her türlü oyuna varım.
Seninle ama... Diğerleri beni hâlâ ve cidden ilgilendirmiyor.
-İş hayatını bu kadar önemseme, esas oyununu orada
oyna, takma ve dalganı geç; esas işin ise şu olsun: Benle oynadığın oyun.
(Size daha iyi bir aşk cümlesi söylendi mi…)
KÖTÜ DÖNEM YOKTUR, AZ MURAT VARDIR.
Hayatımdaki kadınların bana âşık olduklarını söylemesi
sadece bir başlangıçtı. Kadının kendini feda etmesi gerekiyordu. Ama benim için
değil, bana doğru, ama benim için değil. Kendi için. İnsan olabilmek için...
Önce bana bir peygambere tutulur gibi tutulması sonra da bir peygamberi izler
gibi izlemesi gerekiyordu. İlk aşama neredeyse her zaman gerçekleşti ama ikinci
aşama... Bu benim henüz olmadığımı gösteriyordu...
-Tüm çevremde ben her zaman el üstünde tutuldum, hep
bir numara, her zaman en iyi bilen bendim. Senin yanında tam tersi oluyor,
demişti ya bir kadın, tüm diğer kadınların yanımdaki hallerini açık
yüreklilikle, ama yine de kızgın, dile getiriyordu. O güne kadar yaşadığı derya
bir su birikintisi gibi kalıyordu benim yanımda, yine de suyuna gitmemi
istiyordu.
Gerçeğin peşindeydim ben, kadınların değil. Çünkü
gerçek kadınlara çıkmıyordu.
Aşkı anlayıp hayatı anlamadan kalırsanız,
şaşkınlaşırdınız; ama hayatı anlarsanız aşkı aşar, aşkınlaşırdınız.
“Cennet Adamı” adlı bir kitap okumuştum yıllar önce.
Giriş sayfasında şu yazıyordu; “O bir erkekti, kadınlar için yaşadı ve kadınlar
onu bu yüzden sevdiler...” O zamanlar bu cümle beni anlatıyor, anlatacak diye
düşünmüştüm. Oysa şimdi düşününce: Hiçbir zaman kadınlar için yaşamadım. Tabii
o zamanlar yazarlık söz konusu değildi hayatımda. Kendimi kadınlara
beğendirebilmek için her şeyi yapacaktım demek ki az kaldı, konu mankeni gibi.
Diğer erkekler gibi...
KELİN MERHEMİ OLSA DA KENDİ BAŞINA
SÜRMEYEBİLİR,
BELKİ BİRİSİNİN SÜRMESİNİ İSTİYORDUR.
Peki neden bir erkeğe yıllar boyunca âşık olurken
kadınlar, bir gün gelir ve âşık olmamaya başlar... Tanrı müritlerini terk
ettirerek peygambere ne anlatmaya çalışıyordur.
Kadınlarla düşüp kalkıyor derler ya, acaba sadece
erkeğin sarhoşluğundan mı düşüp kalkıyoruz, yoksa engebeli de mi zemin…
Örneklerle açıklayayım. Bir internet arkadaşlık sitesi
sayesinde çok kadınla tanışma fırsatım oluyor. Blogumu da o zamanlar açıyorum
ve oraya da yorumlar yazılıyor.
NİCK: RA
Kendim:
Her şekilde çekici. (Sinirlendirecek kadar doğal bir
çekicilik.)
Aradığım:
Bir şekilde çekici. (Edebiyatla (sanatla)
ilgilenmiyorsa en azından güzel olmalı. Güzel değilse en azından akıllı. âşık
olmak istiyor ama erkeği huzuruna bekliyorsa, nette sanal kalmaktan
yorulmuyorsa başkasını aramalı. Hoşlandığını belli edecek kadar güçlü, aptalca
değil zekice gururlu, kompleks ama komplekssiz olmalı. Kişiliğimi sağlam
temeller üzerine oturtmuş ve çok geliştirmiş, hatalarımı en aza indirmiş
olduğumu kavramakla kalmayıp kendi güvendiği kişiliğinin dostça ve yapıcı
eleştirilmesinden hazzetmesini ve faydalanmasını bilmeli. Azılı bir hümanist
olduğumu, adalet duygumun abartılı geliştiğini, denge mantığına saplantı
derecesinde inandığımı ve yaşam tarafından kayrıldığımın kanıtlarını cebimden
çıkardığımı gözleriyle görünceye kadar inanmakla yetinmeli. Çelişkinin,
paradoksun ve ironinin bütünsel anlamını bilmeyip de bu cümlelere “ben daha
doğrusunu bilirim” diye hemen atlayacaklardan, nedensiz ukalalarla temelsiz
kendini beğenmişlerden sadece boş vakitlerimde zevk alabileceğimi anlayışla
karşılamalı. Bu girişten sert olduğumu değil; sağlam, dik, doğru yaradılışta
olduğumu çıkarsamalı. Bugüne kadar başardığım şey, hayattaki ilk 20 yılımdan
dik bir doğru çıkartarak varacağı yere ulaşmak oldu. Kendimi keşfetmekle
kalmadım, doğru kendime doğru evrildim, evriliyorum. Aradığım kişi de insanın
benimle bir sorunu olması için kendisiyle (ya da yaşamla) bir sorunu olması
gerektiğini keşfedebilmeli. Burada
olmamın nedeni yazarlık kapanmaları ve felsefi uzaktan bakış nedeniyle
sosyalliğimin riske girmesi. Beni asosyal, yanlız bırakılmış ve fiziksel
yetersizliğiyle karizma eksikliğini yazarak aşmaya çalışan biri sanmamalı.
Zorunlu
ekleme: Bir insanı, kendisi için kullandığı sıfatları en az onun kadar taşıyan
biri yargılayabilir ancak... Bir de belki onu gerçekten tanıyan ve kullandığı
sıfatların anlamlarını gerçekten bilen biri... Yoksa her dâhiye deli, her
bilgeye çok bilmiş, her kendine güvenene kendini beğenmiş gözüyle bakılır...
Kendim
için kullandığım sıfatları kendinde gerçekten taşıyanlara çok rastlanmadığına
göre, ben sıfatların anlamlarını gerçekten bilen birilerine kendimi tanıtmak
için yazıyorum.
Yani:
Kibirli, çok bilmiş, kendini beğenmiş gibi sıfatları yapıştırmak için yazanlar
yazmasın lütfen...
YANLIŞ KADINLAR TUVALETİ
-Selam, hangi sanat
dalı ile uğraştığını merak ettim doğrusu! Yalnız megaloman mısın yoksa artist
misin? Ona da karar veremedim.
-Sana profilinden cümlelerle cevap vereyim dedim.
Şöyle yazmışsın:
“İstersen yaz ama dalga geçeceksen hiç girişimde
bulunma derim.”
Sen dalga geçebilirsin ama öyle mi?
“Bendeniz her konuda birazcık kendine güvenen bir zat
oluyorum da!”
Başkalarının kendine güvenme hakları olamaz mı?
Profilimin tek bir cümlesi bile senden daha
"fazla" olduğumu söylemez sadece, kanıtlarken aynı zamanda, şunu
sormak isterim: Bu ne ukalalık...
-Merhaba, çok şükür ki zaaflarımı maddi manevi her
konuda törpülenmiş kabul ediyorum. Bunu söyleyebiliyorum, çünkü her konuda
kendimi acımasız bir dürüstlükle yargılarım. Sonuçta insanız ve insani
taraflarımızı yitirmek zaaf olarak kabul ediliyorsa, ona katılmıyorum. Benimki
bir fotoğrafa belki de biraz gönül almak adına yapılmış bir iltifattır,
açıklamak isterim. Senin ise, bir kelime ki bence alınganlık zaafının tipik
göstergesidir. Aslında lafa girerken bir selam bile yazmaman üzerine bir
medenilik tartışmasına bile girilebilir. Kendine iyi bak.
-Alınganlık! Bende mi sende mi? “Megaloman mısın
artist mi karar veremedim” lafına alınsam haklı değil miyim? Ki alınmadım...
Sana ne güzel bir karşılık yazdım; profilini ayna gibi tutarak: Komikti; o
kadar malzeme vardı ki profilinde!
“İnsani taraflarımızı yitirmek zaaf olarak kabul
ediliyorsa, ona katılmıyorum.” Hiç gerek yok bu tuhaf felsefelere, demagoji
bunlar...
Böyle hatalı olduğunu hissettiğinde hemen karşıdakinin
hatasını aramak; bulamayınca da “bir selam bile yazmamak medeniyetsizlik”
diyecek olmak insani tarafımız değil; “insani tarafımız” nankör kedilere değil
tanrıya yöneliktir; iyi düşün bunu...
Kendimi acımasız bir dürüstlükle yargılarım, demişsin
ya: Neden kendini eleştirmeyi gerçekten başardıklarını sanır hep insanlar?
Bunun ne kadar zor olduğunu bilmediklerinden mi? İşte sana gösteriyorum
“acımasız bir dürüstlükle”, bunu başaramadığını; benden sonra işe yarar diye.
Şimdi dikkatli ol: Sana karşı çıkılıp çıkılmadığına
göre değil (çünkü bu alınganlık olur, dürüst de olmaz) sana hatanı göstermeye
çalışanın gerçekten haklı olup olmadığına bak, bu mesajıma illa da karşılık
vermek istiyorsan...
Hoşçakal...
SANA DÜRÜST DAVRANACAĞIM, BEN DÜRÜST
BİRİ DEĞİLİM.
-Görücez bu kuru sıkı
sallamalarını, hadi bi cesaret göster kendini bana.
-(Kaydetmemişim kendi
mesajımı.)
-“Görücez bu kuru sıkı
sallamalarını, hadi bi cesaret göster kendini bana" ifadesinin meali
şudur: Senin anlamak istediğin gibi bana kendini kanıtla gibi bir anlamdan çok
öte gülcemalini göster demekti. Kendi adıma ancak şurada bir kabalığı kabul
edebilirim ki o da "kuru sıkı sallamalarını" ifadesidir, ancak çokta
hayatın içinden gelen bi cümle gülümseyebilmen adına... Senin sarf ettiğin
"vaktimi alma" cümlesine gelince bunu son derece acımasız bir ifade
olarak kabul ediyorum... Ben saygı duymasını ve de sevmeyi son derece iyi bilen
biriyim hatta bu konuda da son derece iddialıyım ama bu bir güç gösterisini
ifadesi değil, kendimi anlatmaya çalışmamın bir yoludur.
-İnsanların hatalarını geçiştirmeye çalışmaları ile
ilgili onlarca yazılı örnek topladım burada, seninki bir fazlası sadece. Şu
seninki:
“Kuru sıkı sallamaların” cümlesi "senin olduğu
için" hayatın içinden ve kaba değil; “vaktimi alma” cümlesi ise
"benim olduğu için" hayatın içinden değil ve acımasız!
Ben senin söylediğin o hayatın içinden değilim. Kendi
hayatımın içindeyim ve bu hayat mutlu bir hayattır. Kabalığa insanlar alışık
diye hayatımın içine almam; egoistliği, laf çarpıtmalarını da... Ve bu nedenle
de kendi hayatımı milyonlarca diğerinden "üstün" görürüm...
Benimle görüşeceksen, hayatımın yanında seninkinin
kaba kalacağını görmen adına söylüyorum bunu... Vaktimi alma cümlem da anlamını
bir kez daha açıklıyor böylece sana... "Kabalığı almam, kaba lafını çarpıtacaksan
vaktimi alma." demek oluyor...
"Ben saygı duymasını ve de sevmeyi son derece iyi
bilen biriyim hatta bu konuda da son derece iddialıyım..."
Hayatım bu iddiaların içlerindeki boşlukları
göstermekle mi geçecek...
Daha fazla tartışmayacağım. Gerçek bir saygıysa
içindeki bana karşı, artık göstermenin zamanıdır... "Haklısın"
diyeceğin insanla karşılaştığında o kelimeyi kullanmalısın; yoksa unutulacak o
güzelim kelime.
Ne olur bana koleksiyonumdaki onlarca benzerinin
arasına katacağım bir cümle daha verme...
-İnan bana kimsenin egosunu tatmin etmek adına
"haklısın" demem, hele birini rahatlatmak için hiç kullanmam, fakat
haklısın diyemiycem çünkü buna inanmıyorum tabii kendi haklılığıma da... Sadece
iletişime yanlış yerden ve kelimelere özen gösterilmeden başlandı diyebilirim,
çünkü inandığım bu...
İnsanların hatalarına ilişkin onlarca yazılı örnek,
niyedir bunu sorgulamak bile istemiyorum ve bunu gerçekten "kaba"
buluyorum... Onlarca örnek midir seni memnun eden ya da senin deyiminle seni
diğerlerinden üstün kılan? Ayrıca milyonlarca insandan üstün olman beni hiç
rahatsız etmiyor aksine son derece iyi hissediyorum sana yazarken...
Demek istediğim odur ki şurda ne yazdıysam buna
gerçekten inandığım için söze dökülmüştür
-"İletişime yanlış yerden ve kelimelerle
başlandı."
İş toplantısına mı girdin sen çok?! Çok mu politikacı
tanıdığın oldu?!
Bana gerçek insan cümleleri kurar mısın lütfen...
"Biz" iletişime yanlış yerden ve kelimelerle
başlamadık, çünkü "ben" iletişime yanlış yerden ve kelimelerle
başlamadım. Parmak izlerini silmeye çalışıyorsun... Bende hata arıyorsun bir de
üstelik...
Karamozov Kardeşler'de bir özür sahnesi vardır... Adam
haksız yere başka birini düelloya davet eder... Sonra haksızlığını anlar...
Gider düelloya... Silah üzerine doğrulur. İlk olarak, hakaret ettiği adam ateş
edecektir... Kurşun yanağını sıyırır. Sıra kendindeyken silahını atar rakibinin
ayaklarına ve özür diler... Nasıl yahu, derler, bunu şimdi mi söylüyorsunuz...
Evet, der adamımız, önce silahın önünde durmam gerekiyordu...
Anlayabiliyor musun?
ALLAH ALLAH
-Bir kişi kendisini ancak bu
kadar güzel ifade eder, sizi kutlarım. Profilinizi okurken sonradan gelen tüm
cümleleri öyle güzel oturtmuşsunuz ki akılda oluşan sorulara bir bir cevap
vermişsiniz.
İBLİS İBLİS
-Tüm olası soruları sormuş ve tüm cevapları vermişsin
hatta veremediğin ya da vermediğin cevapların sorularını (eleştiri, düşünce)
bloke etmişsin. Öyleyse. Ortada söylenecek söz, sorulacak soru kalmamış “geyik
muhabbeti” ya da klasik “nasılsınız efendim” diyalogları dışında…
-Soracak bir soru, söyleyecek anlamlı bir şey
bulamıyorsun diye niye ben suçlu oluyorum.
KAPTANI EN SON GEMİ TERK EDER 2
-Şimdi yazdıklarını okudum da bu kadar mükemmel olmak
ya da mükemmel olduğunu düşünmek zor değil mi? İster istemez yalnızlığa
yöneltir insanı.
-İster istemez lafını çok severim, tam insanı açıklar.
İsteyip istemediğini bilmeyen insanı... Bir şeyi özgürce sevebilmen için
karşıtını da sevmen gerek. Ben hem kalabalıkları hem de yalnızlığımı seviyorum.
GÜZELCENE
-Yazdıklarını bir güzelcene
okudum aslında kızıp bağırıp çağırıp aman ne ukalasın deyip, mesaj bile
yazmamam gerekirdi. Ama yazdıklarının arkasındaki, satır aralarındaki
içtenliğin farkına varınca seni tanımayı istedim... Belki ortak noktalar
bulabiliriz diye düşündüm… Sen de ben diye birini tanımak istersen burdayım
mesaj yolla
-Çok önemli bir hata
yapıyormuşsun, yapmamışsın. Profilim orada durur okuyan okur beğenen mesaj
atar. Beğenmeyenin beğenmedim diye mesaj atma hakkı yoktur. Atma şansı vardır
tabii, ama sana kızmak bağırmak istedim derse, bendeniz tarafından uyarılır.
Şimdi... Sen benle bu şartlarda konuşmak istersen mesaj at...
NE GÜZEL ADDIR ECE!
-Murat
selam.
-Selam.
-Nasılsın?
-Fena değil.
-Sana geçenlerde mesaj attım cebine, aldın mı?
-Hatırlayamadım.
-Peki ben hatırlatayım o zaman. Sana verdiğim dvd'yi
geri rica ediyorum.
-Ha hatırladım, ben seni hatırlamamıştım.
-Senin liste çok kalabalık herhalde, şimdi hatırladın
mı, hani yemek yemiştik.
-Ben sana onu vermek için çabalamıştım ama sen pek
umursar gözükmemiştin.
-Nasıl bir çaba, ben fark etmedim, umursuyorum, benim
için önemli bir dvd o, görüşmediğimize göre kargo mu daha kolay olur senin
için, ya da maslağa yolun düşüyor mu.
-Pek düşmüyor.
-O zaman adres vereyim, işin bitti herhalde değil mi,
kopyalayacaktın.
-Evet bitti.
-(Adres veriyor) Yollamanda sorun yok değil mi?
-Sanırım senin aldırman daha doğru olur.
-O ne demek?
-Ben adres vereyim yani.
-Muratçım, ödünç alırken geri vereceğine söz
vermiştin, ayrıca sana yemek de ısmarlamıştım. 4 ytl için sorun çıkartmadığını
umuyorum... Öyle birine benzemiyordun.
-Anlayamadım!!!
-Ben mi yanlış anladım, dvd sende olduğuna göre
kargoya verecek olan sensin, ya da almak için geldiğin gibi vermek için de gel,
üstüne mi yatmak niyetin senin?
-Bence kelimelerine dikkat etsen iyi edersin Ece...
Epey güzel konuşmuştuk ve hayata bakışımı anlamış ya da takdir etmiştin diye
hatırlıyorum. Bana böyle cümleler kurarken dikkatli olmalısın
-Ben şu anda sadece dvd'mi istiyorum... Ödünç aldığın
şeyi geri ver, çünkü koleksiyonumun özel bir parçası o. Çok ayıp ediyorsun,
buna tenezzül edecek biri olmadığını umuyorum.
-Sözlerine dikkat et dedim ama hâlâ aynı
terbiyesizliği yapıyorsun. Hemen bu konuyu burada kapatalım... İstersen adres
veririm ve nasıl aldırmak istiyorsan aldırırsın.
-Sen kendi yaptığın terbiyesizliğe de bir bak istersen
-Oooo beni dinlemeden sen suçlamaya devam ediyorsun.
Bu durumda seni yasaklamak zorunda kalacağım.
-Peki Murat, ver adresi, dvd’mi ver ve sonra yüzümü
görme, sorun yok.
-Bak Ece, aptalca cümleler yazıyorsun. Terbiyesizdin
şimdi de aptalca bana böyle hakaretler ettikten sonra bir de devam ediyorsun
adresini ver demeye, ben senden bu hakaret cümlelerini alıp bir de sana saygı
mı duyacağım.
-Murat ne yapmamı öneriyorsun, boş ver saygıyı...
Ödünç aldığını geri vermek için nasıl bir yol önerdiğini söyle.
-Dvd’ni parçalayabilirim ya da ihtiyacı olan başka
birine verebilirim, şu an bilmiyorum. Seni hatırlatmaması için elimden
çıkaracağım... Ama sana vermeyeceğim kesin. En azından saygısızlığının cezası olur...
-Çok terbiyesizsin, bir de edebiyatçı geçiniyorsun,
bende kartın var, Kanyon’a gelip seni rezil edeyim gör.
-Dvd senin sorunun, aylar önce benim de sorunumdu,
sana vermek istemiştim, beni rahatsız etmişti bende kaldığı için, ama sen pek
ilgilenmedin, sonra konuşuruz dedin... Şu anda benim sorunum değil. Benim
sorunum hakaretlerin. Sen o konuda bir şey yapmayı düşünüyor musun acaba...
-Ruh hastası HIRSIZZZZZZZZ siktir git hadi, dvd’yi de
kıçına sok.
-Bu kayıtları saklıyorum Ece. Kimin hayasız olduğunun
kayıtları... Elveda... Kanyon’a gel istersen, ama bir daha gelemeyeceğine emin
olarak gel. Kimin kimi rezil ettiğini görürüz... Ama ben senin düzeyine
düşmeyeceğim.
Sonra, mektubum:
Oku terbiyesiz. Yarın cihangirdeki X kafedeki Y adlı
barmene dvd’ni bırakıyorum. Tatlı bir çocuktur dürüsttür bişi yapmaz dvd’ne.
Oradan alabilir aldırabilirsin. Gündüzleri akşama kadar orada Y. Tatil gününü
bilmiyorum o güne rastlarsa... Off bana ne yaaa. Hem hakarete uğra hem de
kadını düşün... Orada al... Benden çıktı. Hakaretlerin hâl bende Senin
rezilliğin olarak... Keşke daha değerli bir şey olsaydı da seni kelime kelime
cümle cümle özür dilenmeye zorlayabilseydim. Ve bu yazılı olacağından sen bile
hatalıymışım diyebilseydin. O zaman benim nasıl bir edebiyatçı olduğumu görürdün!!
Son kez elveda. Sakın tek kelime daha etme.
Sonra, mektubu:
Senden çok özür dilerim, okudum konuşmamızı ve senden
çok özür dilerim... Dvd’yi istemiyorum. Çünkü bana hatamı hatırlatacak. İyi
akşamlar.
O dvd’yi, kıçıma sokmamı öğütlediği o dvd’yi evinin en
görünen yerine assa ya. Ya da kendi kıçına sokup asmam için bana gönderse.
ROMANTİK VE EGOİST, NOSTALJİK VE
MODERNİST,
PROLETER VE KAPİTALİST, MUTLU VE SON.
15 günlük planlarını sayıyor. Hiç vakti olmayacakmış
görüşmeye bu sürede. Tamam canım diyorum ne yapalım, gelince görüşürüz.
Havaalanına gelip yarım saat bile olsa seni görmek isterim demeyecek misin,
diyor, daha yeni birlikte olduğumuz bu kadın:
-Ben o annemin zamanındaki romantik aşkları
bulamayacağım di mi…
-Bunun nedeni, senin annen gibi bir kadın olmayışın
olabilir mi acaba…
O benim romantizmime ve erkekliğime laf edebildiği
halde, ben onun kadınlığına laf edince direkt kabalaşmış sayıldığımdan bir daha
görüşmüyoruz…
Mutlu ve Son…
SEÇİMLE İLGİLENMİYORUM MEÇİMLE
İLGİLENİYORUM
İnternet duvarımdaki yazım:
-Sizin gibi bilge birinin insanları
sınıflandırmayacağını sanırdım!
-Bilge sınıflandırmaz değildir, yanlış
sınıflandırmazdır.
-Kime bu sözler?
-Kim doğru alırsa.
-Umarım alabilir o kişi
-Kim alabilirse, almayanların da saygılı olanlarına
saygılıyız
-Ben karanlıklara saygılı olamam, gerçek saygıya
haksızlık etmiş olurum saygıyı gerçekten hak edenlerle aralarında fark
olduğundandır çünkü!
-Bunun benim yazdıklarımla alakası nedir?
-Yazdıklarınızı ortaya koyarsanız, o kişiye özel,
birebir söylemezseniz ben ve benzeri hassas insanlara söz hakkı çıkmış olur,
ben tecavüzcüleri ya da ülkemi geleceği çalanları, torunlarımızın bile altından
kalkamayacağı borçları üzerimize yıkanları, yani hırsızları, rantçıları, eli
kanlıları asla ama asla sınıflandırmam! Onlar bakın adları üzerlerindedir
zaten!
-Tecavüzcü! Hırsız! Eli kanlı! Siz kime kızdıysanız
onla konuşsanız. Olayın benle ve yazdığımla ilgisini hâlâ göremiyorum... Onlar!
Kim onlar?
Tam bu sırada kadının internette duvarındaki yazıyı
okuyorum:
“Nihat Genç'in dediği gibi bu halk Hüseyin Üzmez'leri
seçti yine! İnanamıyorum!”
-Yoksa, “sizin gibi bilge birinin…” diye başlayan
cümlemi size diye mi okudunuz! Olamaz...
-Hayır elbette. Ben sadece sordum ama siz öyle bi
cevap verdiniz ki, çok ilginçti, insanı kaşıyan, irite eden bir cümleydi, hayır
size demedim demek yerine öyle bi cevap seçtiniz çünkü!
-Size demiş olmam mümkün değil ki... Bunu anlamanız
için söylemem gerekmiyor ki... Bakın şu an fazla benmerkezcil bakıyorsunuz...
Tecavüzcülerle, karanlıkla ne ilgisi var benim yazdığımın...
-Neyse tamam o zaman, üzerine konuşmaya devam etmenin
de o zaman bi gereği yok.
-Konuşmamak için önce bir kusura bakmayın cümlesi
almalıyım...
-Bence onu önce ben almalıyım, genele yazmanız
yanlıştı, çünkü benim yazdıklarıma sizinkiler bi cevap gibi oldu.
-Paranoyaklık olduğu açık... Özür dilemeyeceğim laflar
kurarım...
-Siz bana paranoyak diyemezsiniz, bu ne saygısızlık.
-Tekrarlıyorum kime kızdıysanız lütfen ona yazın...
Bana yazmayın... Benim genele yazılmış yazımı üzerine alınıp bir de genele
yazamazsınız diye otorite taslayan, yazımla alakasız tecavüz vs gibi yorumlar
getiren insana, mantık süzgecinde yazarım... Ama mantıksızsa karşıdaki
anlamayacak ve hakaret olarak alacaktır... Ben yine de bu yazıyı sonradan
okuyup hatanızı algılayacağınızı düşünüyorum... Hoşçakalın.
-Ben de hatanızı anlayacağınızı düşünüyorum! Güle
güle.
-Yazım size değildi. Size olduğunu düşünmeniz
paranoyaklıktır. genel bir mesajdı bu da oldukça açık ve doğal ve hakkım.
Genele yazamazsınız filan gibi yasaklayıcı söyleminiz ise yasaklayıcı ve kaba,
nihat genç de eminim böyle yorumlardı. Lütfen kime karşı olduğunuzu ve kimi
desteklediğini bir kez daha düşünün... inanın olayı uzatmak için yazmıyorum
bunları. Ama şunu da diyeyim. seçimlerle falan zerrece ilgim yok. umarım bunu
da olumsuz yargılamazsınız. çünkü bu da sizi ilgilendirmez... iyi günler
tekrar...
-bence sizin bu yaptığınız daha kaba, karşınızdaki
kişi haksız ya da daha başka olumsuzluk içinde olabilir, ama sizin tutum ve
davranışlarınız haklıysanız bile bunu mazur kılmıyor ne yazık ki! madem o kadar
haklısınız, bunu sürdürebilecek bi tavır muhteşem olurdu! ama siz anladığım ve
sizin de sunduğunuz üzere hiç de öyle biri değilsiniz! sanatçıları ben hassas
bilirdim, ama siz hassas ve duygulu değilsiniz! kusura bakmayın ama bende böyle
bi kanı oluşturdunuz!
-Yani istediğiniz kadar paranoyaklık kabalık ve
çılgınlık yapabilirsiniz ama ben sizin gördüğünüz gibi bir insan olmak
zorundayım hem de tüm bunlar karşısında... inanın diktatörden bir farkınız
yok...!!! 2. yargımı veriyorum sizle ilgili ve ikisi de burada yazdıklarınız
kanıt olarak gösterilebilir. ama siz sadece kanılardan söz ediyorsunuz.
-tüm bunlar dediğiniz siz yarattınız, ben burda bi şey
sordum, siz tutup garip bi cevap verdiniz
-Yazımın size karşılık olduğu paranoyasından
kurtulunca hiç de garip olmadığını anlayacaksınız...
-İnsanları kategorileştirmekti konu, bende fikrimi
söyledim, ama siz inanılmaz BÜYÜK bir tepki verdiniz!
-Bunlar yalan... Açın da okuyun, böyle olmadı, yalan
söylüyorsunuz. Bu da 3. tespitim ve yine kanıtlarım.
-Bu arada ben diktatörsem siz daha da diktatörsünüz...
Bana kimse yalancı diyemez! Haddinizi bilin lütfen! Siz kaba ve inanılmaz
yüzeysel birisiniz o zaman!
-Mühim olan birinin demesi değil yalan söylüyor olup
olmadığınız... Bana da herkes yalancı diyebilir ama değilim…
-O zaman kabul edin veya etmeyin hiç umurumda değil,
size KABA olduğunuzu ve inanılmaz SİNİRLİ bir yapıya sahip olduğunuzu söylemek
istiyorum! Ve söyledim de!
-Hata yaptığına bu kadar inanmamak...
Diktatörlüğünüzün kanıtı budur… Sinirli olan da sizsiniz... Ve bu da 4. ve
kanıtlı...
-Siz böyle davranarak beni itham ettiğiniz diktatör
benzerliğinizi kendiniz üzerinde asıl siz tescilliyorsunuz ama hiç de farkında
değilsiniz! Bu çok tehlikeli! Yani kişinin kendi farkında olamaması!
-Son iki cümlenize katılıyorum.
-Çünkü asıl hatalı olduğunu ve kaba olduğunu kabul
etmeyerek ona benzerliği siz gösteriyorsunuz!
-Ama başka birinin, yani benim, bu kadar farkımda
olmanız da saçma... Böyle olduğunu düşünmeniz de aptalca... 5. ve yine
kanıtlı...
-Objektif biri olduğumu herkes bilir! Bunu ben
söylemiyorum!
-Ben söylüyorum, objektiflikle alakanız yok. 6. Ve
yine kanıtlı: Çevreniz aptaldan geçilmiyor demek.
-APTAL SİZSİNİZ!
-Benim hayatım kendileri üzerlerindeki yanlış
inançları yıkmakla geçti insanların... Neden seçimlerle ilgilenmediğimi bir de
bundan çıkarabilirsiniz...
(Yukarıdaki ileti tüm alıcılara teslim edilemedi.)
APTALIN BİRİ GELİP BANA APTALSIN
DİYORSA NEDEN DİNLEYEYİM.
BANA APTAL DİYECEK ADAMIN AKILLI OLMASI
GEREKİR.
YETERİNCE AKILLIYSANIZ DA BANA APTAL
DEMEZSİNİZ.
BANA APTAL DİYECEK ADAMIN APTAL OLMASI
GEREKİR.
-….
-Asla altta kalmam ve son sözü ben söylerim. Bu nette
de hep böyle olur. İşte böyle bir “çabuk hırsız ev sahibini bastırır” durumları.
Büyük bir keyifle size yazmayacağım. Zaten görünür
kimliğinizle, mesajlaştığım insan arasındaki büyük farkı çıkartmam da kolay
oldu. Siz bahsettiğiniz kişi değilsiniz. Aydın kişiliği yok sizde, siz
kendinizi olduğundan farklı gösteren zavallı insanlardan birisiniz sadece.
-Aydın kişiliği mi. Hahahaha güldürme beni.
Sen de zavallı çirkin kadınlığını sert karakter altına
saklamaya çalışan bir yaratıksın. Çirkinsin ve yumuşak olarak bunu
dengeleyebilirsin, halbuki sertleşmişsin. Aydın nedir bilmemeni geçelim seninle
daha aşağılık konuşmak gerek. Bir hayvanmışsın gibi.
Götünü sikmek ilk düşüncemdi.
Fotoğrafından iri kalçaların var gibi gözüküyor.
Porno filmlerde sikilmekten başka işe yaramayacağını
gayet “aydınca” bilen kadınlar kadar bile olamayan entel geçinen
zavallılardansın. Altta kalmam diyorsun ama istediğin bu, altta kalmak. Orgazm
edebilirdim seni. Sikerek. Asla âşık olmadan ve seks dışında önemsemeden. Ve
bunu bilip zevk alabilir fazlasına cüret etmeyebilirdin. Ne yazık ki kendini
bir şey sanmaya başlamışsın. Kaybettiren tarafın bu.
Kendini olduğundan farklı göstermek!!!!
İşte kanıt sana orospu bile olmayı becerememiş
yaratık… Her insanda insanlığın tüm halleri olduğunu unutma. İntikamcı ve
aşağılayıcı yönümü tahmin ettiğin için sağ ol. İkimi tatmin etmeni tercih etsem
de sağ ol.
Bir gün kitabımı okuduğunda bir yazar nasıl bunları
yazar diyeceksin.
İkime kadar yolun var.
Bundan sonra yazdıkları -evet yazdı- önemsiz şeylerdi,
o yüzden almadım buraya. Önemsizdi ama kaba değildi, konuşmayı kibarca devam
ettirdi, neden kızıp bağırmadığını anlamaya çalıştım, ötünü ikmek ilk
düşüncemdi dememiş miydim; ama açıklamadı, belki kendi de bilmiyordu, belki ilk
defa biri ona gerçekleri söylüyordu, belki de tipik bir mazoşistti ve tatmin
etmiştim onu...
DOĞMAMIŞ OLSAYDIM AYNI ADAM OLURDUM
-Profilini okudum ama hâlâ kendime gelebildiğim
söylenemez. Haklısın, her şekilde çekicisin... Karşı cinsten beklentilerini
omuzlamayacak kadar yorgunum ben. Lütfen hep böyle kal. Bir yerlerde de olsa
ulaşamayacağım bir erkeğin var olmasını bilmek güzel çünkü nerde bıraktığımı
asla hatırlayamadığım aşka küskün bir yüreğim var. Sevgiler.
KAFADAN SAKAT
Profilimde genele açık yazım:
Bir kadın kesik bacakla bu kadar güzel mi olur yahu…
(Foto: Marion Cottillard / Rust and bone filminden)
-Kesik bir bacakla güzellik arasındaki bağı çözemedim!
Güzel bir insan uzvunu kaybedince çirkin mi oluyor sevgili Sohto?
-Valla Canancım hep söylerim hasta olan sevgiliyi terk
ederim, kusura bakma, ben buyum:)
-Vücudu olan birini bulduğunda bu insanca düşünceyi
paylaşmayı düşünür müsün?!!
-E paylaştım ya:)
-Yazmak kolaydır, karşısına geçip hasta veya sakat
olursan seni terk ederim, diyebilmek dürüstçe olan.
-Rahatlıkla söylerim, neden biliyor musun, ben hasta
ve sakat olduğumda direkt ben terk ederim sevgilimi...
-Kendini çekmek başka bir konu ve terk etmek daha
başka, bu teklif sevgilinden gelirse anlarım! Tersi durumda duyarlılığını
sorgulamalısın.
-Benim duyarlılığımı sorgulayan kadını sakat olmasına
gerek yok direkt terk ederim:))))
-Vicdanını ve duyarlılığını sen sorgulamalısın,
acımasızca ve insanlık dışı bulduğumu kendi adıma söylemek isterim, tanrı
yardımcısı olsun seni seçen o zavallıyı. İyi geceler.
-Valla kafadan sakat kadınları terk etmekten daha
kolay oluyor; kafadan sakatlık hemen anlaşılmıyor ne yazık ki:(((
-Seni tanımadığım için çok şanslıyım.
-Canan o zaman yazma, daha fazla tanıma... Olmaz mı...
Bana bu kadar hakaret ettikten sonra sana yazacağım şeyleri kaldırmazsın
çünkü... Adamı (kadını) laflarımla sakatlayabilirim:))
-Hayat böyledir! Yüzüne ayna tutulduğunda tepkiler ve
edepsizliklerle karşılaşırsın. Sakatlık konusuna gelince, kendini bu kadar
önemseme çünkü cidden değmezsin..!:)))
-Değmem, uzaktan kopartırım... Artık gülmüyorum! Leş
olmak istersen devam et bakalım!
Yazışarak daha yeni tanışmaya başladığımız bir bayana
“yazarım” dediğimde, “kardeşime söyledim yazar olduğunuzu ne var ben de yazarım
diyor” yazıyor. Her ne kadar cümlesinin sonuna gülme işareti de koymuş olsa,
“Siz kardeşinizle konuşun o zaman” diyerek kapatıyor, onu siliyor ve
yasaklıyorum (internetin en parlak buluşu). Sonra bana bir mail atıyor.
“Suratıma kapatılmasından hiç hoşlanmam” cümlesiyle
başlıyor mailine.
Kendini anlatıyor, önemli bir işi varmış vs.
Ben karşı mailimde rahatsızlığımı dile getiriyorum.
Sonraki maili şöyle:
“Biz insanlarla dalga geçecek kadar seviyesiz insanlar
değiliz beyefendi. Sadece moralim çok bozuktu, kardeşim de arada sırada yanıma
gelip ne yaptığıma bakıp beni güldürmeye çalışıyordu. Burada bizi görmediğinize
göre söylemeyebilirdim de. Ama sizi yakın hissetmek istedim belki de, ya da
ihtiyacım vardı buna kardeşimin beni güldürmek için söylediği bir şeyi siz de
gülersiniz belki diye paylaştım o kadar.”
Tek bir özür cümlesi yerine, basit bir, kusura
bakmayın, demek yerine, bir paragraf kadar kendini, durumunu anlatmaya
çalışmak! (Yazarlıkla dalga geçilmesine benim de gülmemi beklemesi konusuna hiç
girmeyeceğim!)
Tüm bu mazeret cümlelerinin bir özür başlığı altında
toplanmadan bir anlam ifade etmeyeceğini bilmeyen biri, “seviyesiz birisi
değilimdir” dediğinde altını doldurabilir mi?
İnsanlar seviyesiz olmadıklarına nasıl karar
veriyorlar?
Seviye testi falan mı yaptırmışlar!
40 kere falan seviyeliyiz demişlerde mi olmuşlar!
Bir kart falan mı almışlar benim bilmediğim!
Ya da babadan miras kalıyor herhalde bu seviye denen
şey, hayata böyle başlamışlar, kendilerini bildiler bileli seviyesiz insanlar
değillermiş!
Aynen diplomanın, bir şey bildiğiniz için
verilmemesi, diplomanız olduğu için bir şey bildiğinizin varsayılması gibi…
Bakalım neymiş:
“Evet ben de yazarım babam da yazar. Ama biz karşımızdakini
incitmemek adına yazarız söyleyeceklerimizi o kadar.”
O kadar!
Evet babadan geçmiş olabilir bunların seviyesi,
“İncitmemek adına yazar” bir aile!
“Şimdi beni silebilirsiniz. Yasaklamanıza gerek yok
zahmet etmeyiniz. Biz gururumuz ve onurumuz için yaşayan insanlarız. Bin yıl
geçse de size tek kelime yazmam..”
Anladım, bu insanlar bir kulübe üye ve üye kartları
var: GururEkstra ve OnurPremium.
Ne derlerse desinler bana hissettirdikleri şu: Bu
insanlar hayallerinde olmak istedikleri, olduklarını düşündükleri insana sadece
benziyorlar; o kibar, doğru tavırlı insanı, hareketleri, duruşları ve öyle olma
istekleriyle, diyeceğim ama değiştiriyorum, öyle görünme istekleriyle, sadece
andırıyorlar… Bir an o zannedilebilir, ama gerçekte öyle olmadıklarından, bir
hareket, bir duruş, bir laf… Yetiyor. Yok, değilmiş, sadece benzetmişiz, sadece
andırıyor…
Bu özensizlikler zekalarıyla doğru orantılı mı,
bilemeyeceğim ama şunları da belirtmeden geçemeyeceğim (uzun süre düşüncesiz
davranış zeka geriliğine yol açabilir):
(Kardeşiyle yazarlık konusunda dalga geçmelerinden
bana söz etmesini açıklıyor:) “Söylemeseydim, ruhunuz bile duymazdı. Doğru
söyleyeni 9 köyden kovarlar.”
Düşünüyorum bu iki cümleyi nasıl art arda kurmuş
olabilir: İlk cümledeki “söylemek” fiilinden bir deyim geliyor aklına, geldiği
için de yazıyor, yoksa yazmasının orada bir anlamı, bir mantığı olduğundan
değil.
“Basit bir şakayı bu kadar ancak bir Koç büyütebilir
anlamadan dinlemeden.”
Koç! Evet, bravo, her şey açıklandı! Muhalif duruş,
sert yazar, ödünsüz karakter… Hiç biri değilsin oğlum Murat, her şey burcundan
dolayı, doğdun öyleydin hiçbir şey katamadın üzerine, koç geldin koç
gidiyorsun!
-Daha önce yazdığın kitapları merak ediyorum onlar da aldatılmışlık, kadınları
sevememezlik güvenememezlik üzerine mi?
-Aldatılmışlık, kadınları sevememezlik, güvenememezlik
üzerine mi? Bunu nerden çıkardın?
-Hissettim diyelim kadınları sevmiyorsun bu belli ve sebebi olmalı.
-Böyle konuşan bir kadını sevmeli mi!
-Beni sevme sevmen de gerekmiyor ama düşüncelerimi, sohbetimi sevdin.
-Bunu nerden çıkardın peki!!!
-Yine hissettim diyelim.
-Hep böyle hissedersen düşüncelerini nerden bilicem.
Demişsin ya düşüncelerini sevmişim...
-İnsan konuşmak istemediği birisiyle kadın erkek fark etmez ASLA
KONUŞMAZ.
-Bir insan konuşmak istemediği birini nasıl
bilebilir!!!! Hislerle diyeceksin... O yüzden de bu insanlar asla kendilerine
göre birini bulamayacaklar... Bu dünyada hisleri gerçekten gelişkin insan
sayısı bir elin parmaklarını geçmez... (Benim elim olacak ama.)
-Bu insanlara sen de dahilsin ama unutma.
-Bunu nerden çıkardın!!!
Bir “iyi” okur örneği daha:
Önce şunu yazıyor: “Yazılarınızı
okudum. Bir kısmını çooookk beğenirken, bir kısmı ile ilgili de çok ciddi soru
işaretleri yaşadım. Terkidi yar ve ding dong yazılarınızdaki kadınlarla ilgili
alıp veremedikleriniz beni şaşırttı.”
Sonra şunu: “Tebrik ederim. 20 kadar
yazı okudum ve sadece ilk ikisi kafamı karıştırmıştı. Hala da merak içindeyim.
Acaba gerçekten kadınlara bakışında böylesi bir çarpıklık var mı diye? Zira,
diğer konulardaki yazılarına bayıldım. Ama diğer iki yazıdaki hisler senin
hislerinse ne yazarsan yaz yazılarına bayılmam...”
“Kadınlarla ilgili alıp
veremedikleriniz” ve “kadınlara bakışında böylesi bir çarpıklık var mı”
söyleyişlerinin “kaba” olduğunu söylüyorum. Beğenmediği metinlerde, ona
uymayanın ne olduğunu söylemediğini söylüyorum (kadın kızdıracak metinlerimden
değil ikisi de): “Sanki senin bir düşüncen var ve o zaten genel doğrudur,
herkes de tüm kadınlar da bunu bilir, diye düşünüyorsun, böylece benim
bakışımdaki çarpıklık(!), kadınlarla ilgili alıp veremediklerim(!) rahatlıkla
görülebilir, diye düşünüyorsun.”
Bunun üzerine şunu diyor: “İyi bir
yazar olabilirsin ama okuduklarını anladığın konusunda ciddi şüphe duydum.”
Bu da bir tarz artık: Yazarsın sen
bilirsin diyorlar, sonra da hayır o konuda çok yanılıyorsun diye devam
edebiliyorlar.
“O konuda” onlardan yüz kez fazla
düşündüğümü, on kez fazla yazdığımı söylüyorum…
O zaman da ukala yazar oluyorum!
GÖSTER BAKALIM KRALİÇEM NASIL
ÖNÜNDE DİZ ÇÖKECEKMİŞİM SENİN.
-Egoist kadının çocuk doğurmasına karşıyım, benden
çocuk doğurmasına tamamen karşıyım.
-Ben de düşüncesiz erkeğin baba olmasına. Biliyorum ki
beni nasıl düşünmüyorsa ilerde çocuğunu da düşünmeyecek. Böyle bir erkek
tohumlarını asla içime bırakamayacak.
-Karnında çocuk varken ya da daha sonrasında seni
aldatana kadar çoğu erkek senin için kendi hislerini yok sayabilir. Kendine
güvenen ve çocuğuna da bu güveni verecek bir erkek istiyorsan, o erkek sana
kendi duygularından söz edecektir. İleride çocuğunun babası olacak kişinin
duygularından.
-BARDAĞIN DOLU TARAFINDAN BAKMAK LAZIM…
-DOLU TARAF HEP ALTTA KALIYOR AMA!
-Düşündüm de sabah akşam düş kırıklıklarıyla beslenen
bu kuşağın insanlarından biri olarak, hayata karşı bu kadar acımasız ve umarsız
olman sanırım o kadar anlaşılmaz bir şey değil… Böyle düşünmek beni rahatlattı…
Tamam tamam hemen oklarını sivriltme, öylesine yazdım.
-“Hayata karşı bu kadar acımasız ve umarsız olman.”!!
“Umarsız” çaresiz demek biliyorsun değil mi?
-Hayır böyle bakmamıştım, umarsızlık bana daha çok
bencilliği çağrıştırıyor.
-Umursamaz demek istiyorsun.
-Evet ifade etmek istediğim aslında oydu.
-İkisi ayrı kelimeler.
-Meleyerek konuşacağım yazar hiç olmazsa Ahmet Oktay
falan olsaydı.
(….)
-Kötüye mi dikkatin çekilir hep?
-İyinin üzerinde durmaya gerek var mı? Olması gereken
ya da ümit edilen hep odur. Yolunda gitmeyen şeyler üzerinde durmak gerekmez
mi…
-Yolunda gitmeyenin üzerinde benimle duracaksan, iyiyi
unutmaman gerekmez mi, yoksa durmazsın.
-Haklısın. Belki de en son yaşanan en çok akılda
kalan. Beynin bir oyunu değil mi bu.
-Beyin senin, oyunu sen oyna.
-Belki de yetersiz kaldığım şeyleri bu kadar
fütursuzca yüzüme vurmasan seninle daha rahat hissedebilirim kendimi. Belki
inceliklere duyduğum gereksinim. Belki de yine beyin.
-Güçsüz yönlerinin görülmesinden korkar mısın?
-Evet.
-Bunu gösterebileceğin birine âşık olursun.
-âşık olur muyum bilmiyorum ama sanırım daha çok güven
ve sevgi hissederim.
-Ben de güçsüz yönlerini karşımdakine karşı
kullanmayacağımın bilinmesini isterim. Ama bu onları kabul etmem anlamına
gelmemeli.
-Bu benim gösterebilme lüksümün içinde barınan bir
gereklilik zaten.
-Bu, insanların bana aşk ve nefret duygularını aynı
anda hissedebilmelerinin açıklaması.
-Nefret, barındırmadığım bir duygu. Kinci değilim.
-Neden demin ilk cümlelerinden biri aramızdaki gergin
bir sohbeti hatırlatmak oldu o zaman! Pardon yine mi güçsüz noktan üzerine
geldim!
-Aslında yeterince açık davranmıyorum.
-Devam et.
-Sende insan olarak hissettiğim kendine dönük bir
kararlılığın ve dinginliğin var. Kendi alanında ve dışında sınırlarını
bilmiyorum, çok mutlu olduğun, hiçbir sorun barındırıp taşımadığı ya da
yaşamadığın… Böyle bir insan var mı gerçekten bilmiyorum. Henüz tanışmadım ama.
Bunu gerçekten böyle yaşamış ve felsefe haline getirmiş insanların nedense
fazla derine inemeyeceği ya da inmek istemeyeceği gibi bir önyargım var. Hiç
acı çekmemiş ya da çekememiş, mutlu olmak ve bunu korumak adına her türlü
ayrıntıdan ve söylemden kendini uzak tutmayı ilke edinmiş bir insanın hayatın
kıyısında yaşadığını düşünürüm. Orası da gerçekten uzaktır ve seni yüzeyselliği
ile oyalar.
Evliliğinin daha ilk ayında boşanıp çocuğunu aldırmasının,
eski eşini suçlayabilmek için bir mazeret bile olabileceğini düşündüm, diyorum
ilişkimiz bittikten sonra en yakın kadın arkadaşına, bana kızabileceğini,
abartıyorsun diyeceğini düşünerek: Haklı olabilirsin diyor.
MAZO GELİN
Bir dost toplantısında, nişanlı bir çiftin
gözlerimizin önündeki kavgası: Kadın adamı özellikle sinir ediyor, adam ittiği
halde üzerine gidiyor, bunu şakadan yapıyormuş gibi davranıyor, erkeğin
gerçekten sinirlendiğini hepimiz fark ediyor, kadına gözlerimiz önünden birkaç
tokat attığını ama kadının önce biraz şaşırdıktan sonra adamın üzerine gitmeye
devam ettiğini hayretle görüyor, elimizden bir şey gelmediğinden yapay bir
şekilde gülüşüyorduk... Evde tokatların daha da sertleştiği bir dolu kavga
gerçekleştiğini tahmin etmek zor değildi. Kadın mutluydu ama böyle, adamı
seviyordu! Mağduru oynamıyordu sadece, zevkle tutkusunu yaşıyordu... Adamsa
cidden sinirlenmişti ve bundan zevk almıyordu. Çünkü o bir sadist değildi...
Tokat atan, sinirlenen biri gibi görünmekten de hoşlanmıyordu...
BOŞA ÇAPA
ÇAPASININ PEŞİNDEN GİTMEZ HİÇBİR GEMİ.
-“Bizler umutsuzluğun olduğu yerde, umudumuzu
kaybetmeden yürüyenlerdeniz. Her yolda çakıllar, her durduğumuz yerde çakallar
olsa ne yazar, ya ölümüne severiz ya da tek kalemde sileriz.”
-Kimin bu?
-Bilmiyorum ama hoşuma gitti, hatta kullanayım.
-Sakın kullanma.
-Neden?
-Kötü çünkü. Edebiyat yapmaya çalışmış ama esas
felsefi açıdan çok kötü.
-Sana göre öyle olabilir, ben sevdim.
-Neden kötü bulduğumu sormayacak mısın, sevdiğin bir
şeyi? Evet, sevdiğin için sormayacaksın!
“Bizler umutsuzluğun olduğu yerde, umudumuzu
kaybetmeden yürüyenlerdeniz.” cümlesiyle… “ya da tek kalemde sileriz.”
cümlesini aynı kişi söylüyorsa, onda bir bilinç yarılması durumu muhtemeldir...
En iyi olasılıkla, umut kelimesinin anlamını bilmiyordur...
HATAİST
-Akıllı ve güzel bir kadınım. Bu nedenle
herkes bende hatalar aradı. Şu anda bana hak veriyor, beni anlıyor gibi
duruyorsun ama sen de bende hata arıyorsun.
-Şu an sen bende hata arıyorsun.
ANTİ-PİŞTİ
-Şimdi ve burada en iyisi bence. O zaman ve oradaya
çok takılmamak gerek.
-Anı yaşa yani, bu felsefeye karşı bir metin kaleme
almaya hazırlanıyorum ben de. Anı yaşa ama şikayet etme olacak mantığı.
-Ben de aynen, benim felsefem şu, yaşam çok kısa, anı
yaşa… süpeerrr yaşadığın an sadece bu andır
-Hahah benimki de şöyle: Yaşam kısa anlamlı yaşa.
-Pişti o zaman.
-Hayır canım ya, tam ters şeylerden söz ediyoruz.
-Ben neden aynı şeyi söylüyormuşuz gibi anladım.
-Anı yaşadın çünkü bakmadın ileriye geriye.
ACELE
-Bak, seks konusunda acele etmemeli erkek, diye
yazıyor.
-Ben hiç acele etmem ki...
-Ben niye fark etmedim?
-Çünkü acele ettin...
ÖLMEDİ
-Hiç aramıyorsun, ne olup bittiğini de merak etmiyor
gibisin.
-Kusura bakma, arayamadım, babam öldü!
-A... Çok üzüldüm... Başın sağ olsun...
-Üzülme, kimse ölmedi, benim de hayatımda bir şeyler
olup bitiyor olabilir, bunu fark edebilmen için öyle söyledim!
İKİ KELİMEYİ BİRARAYA GETİREMEYEN KADIN
-Yakışıklı mısınız yoksa ben mi zevksizim demekle sizi
yakışıklı bulduğumu, yanılıp yanılmadığımı size sormuştum.
-Yanlış ifade etmişsiniz bu böyle ifade edilmez. Tam
tersi bir anlam çıkar.
-Tahmin edebiliyorum, o kadar kelimelerle oynamayı
becerebilseydim oğlumun babasını kendimden yaşlı ve çirkin bir bayana
kaptırmazdım.
-Kelimelerle oynamakla ilgisi yok. En azından liseye
kadar okumadınız mı... Sizden yaşlı ve çirkin kadının fotosunu da görmek
istedim. Erkek de öyle düşünüyor mu acaba? Yoksa zevksiz mi?
-Çok mu yakışıklısınız yoksa ben mi zevksizimin
anlamını ise on kişiye sorsam verecekleri yanıtın sizi yakışıklı bulduğumu ama
size de bunu sorduğum anlamını çıkaracaklarına eminim. Bence kafanız yoğun ve
gereksiz alınganlık yaptınız. Erkeğin öyle düşünmesine gelince tüm akrabaları
şok yaşadı çünkü ben Amerika’da da ticaret yapıp başarılı olmuş bir insanım, o
insan ise iki kelimeyi bir araya getiremeyen fakat erkeklerin nelerden
hoşlandığını anlayabilen bir bayan, ben ise o konuda dümdüz giden yalan
söyleyemeyen kızdığında vs vs
KELİMELERE TAKILMA MURAT
-Obsesif misiniz…
-Biraz kaba olmadı mı?
-Hayır sordum sadece…
Tamam, kelimelere takılmıyoruz ya, ben de şöyle devam
edeyim:
-Hayır sordum sadece…
-Anlıyorum, bilmem belki de obsesifimdir, peki siz
biraz aptal olabilir misiniz… Alınmayın, sordum sadece.
-Yoo değilim… Zamanla anlarsınız… Anlayışınız kıt
değilse, kıttır demedim, olasılık sadece sözünü ettiğim, alınmayın !
İki taraf da birbirini çarpa çarpa böyle devam eder
bu! Bence kelimelere takılalım, çünkü daha üst iletişimlere geçmek için
kelimeler bizim zekamızı ve özenimizi gösteren, bunları geliştirmemizi sağlayan
oyuncaklardır.
-Merhaba.
-Selam.
-Aklını birisi mi kaçırdı?
(“seni düşünüyorum aklımı kaçırmış olmalısın”
yazımı kastediyor)
-Olabilir.
-Buna izin verdin yani.
-Vermese miydim?
-Bu bir tercih meselesi... Eğer tercih ederek yaşadıysan tabii ki… Sen ne
tür kitaplar okuyorsun genelde roman mı? veya öykü?
-Hepsi, deneme de var.
-Okurken içine girer misin kurgunun, yazarın seni alıp bir yerlere
götürmesine izin verir misin?
-Hayır.
-Hımm, o zaman okurken deneyimin?
-Durdurmasını severim, sürüklemesini değil.
-Durup düşündürtmesini mi yani şok etmesini, farkındalığını yükseltmesini.
-O pek mümkün değil.
-Ama birinin aklını kaçırtması mümkün.
-O da değil, çok güzel bir cümle o, beni tam olarak
anlatması şart değil, böyle dolu erkek var sonuçta, yalan değil yani.
-Bence senin kişisel bilgilerinde yazdığın yazı ile uymayan bir yazı o.
İnanmıyorsan kendine neden yapıştırıyorsun ki, ikilem var burada bence, neyse
canım.
-Yazarın yazdığı kendini anlatmak zorunda değil ki,
her yazar hayatını mı yazar.
-İnsan potansiyeli oranında yazar, kendi yaşanmışlığı olmasa bile benzer
bir yaşanmışlığın içine girerek işlediği bir konu yazılabilir ancak, diğer
türlü sadece içi boş olur ve de etki etmez, iyi bir yazar olamazsın yürekten
yazmazsan eğer.
-Tam tersi. Kıskanç olmadan kıskanç bir insanı
yürekten anlatmaktır da yazarlık.
-Kendini kandırıyorsun bence, bizlerde her türlü duygular söz konusu tüm
insanlar standart bu konuda.
-Yazarlıkla ilgili eksik ya da yanlış şeyler
biliyorsun.
-Sadece oranı farklı.
-Ve bir yazarla konuştuğunu unutuyorsun.
-Ben bir yazar olduğunu söyleyenle konuşuyorum... Ama daha ne kadar yazar
olduğunu bilmiyorum... Derinliğini de daha görmedim… Seninle konuşmamın arkasında
belki bir derinliğin vardır düşüncesi oldu ve de bu derinliğin getirdiği
enerjin, bunu anlamaya çalışıyorum, ego savaşı etmeye değil böyle bir derdim
yok yani.
-Ama yazdıklarını tekrar okursan bunu beceremediğini
görebilirsin... Tabii bunun için iyi bir okur olmak yetmez, kendine de tarafsız
bakabilmek gerekir. Birisi yazarım diyorsa ve sana 2 kitap, koca bir blog ve
internet yazılarını gösteriyor, haber veriyorsa, onları okumamışsan kabul
etmelisin yazar olduğunu... Ancak okuduktan sonra sen değilsin deme hakkın
doğar ya da yazar olduğunu söyleyen biriyle konuşuyorum diyebilirsin...
-Benim için önemli olan birinin bir şeyler yazması değildir... Bu seninle
alakalı bir olay değil... Kimlik boyutunda algılama lütfen, önemli olan
yazdığının bende hissettirdikleridir.
-Ben şimdi kadınlarla ilgili atıp tutsam ve bu
seninle alakalı bir olay değil, kimlik boyutunda algılama lütfen desem… Neyse
bak bu tartışmalardan en az üç yüz tane yaptım... Yanlış gidiyorsun, dostça
uyarmama izin ver...
-Ok. Önemli değil.
-“Önemli olan yazdığının bende hissettirdikleridir…”
Bir dolu sıkı yazar bunu umursamaz bile...
-Boş verr…
-Yoksa sen onları okuyup sevmezdin...
-Sanırım kendime tepki gösteriyorum... Hiç tanımadığım bir insan, bu pc
ile iletişim kurmaya çalıştığım için, sanki yapacak başka işim yokmuş gibi,
sana iyi günler ve bol şanslar dilerim, zamanımı öldürdüğümü düşünüyorum şimdi.
-Bu esas bana rahatsızlık vermiş konuşmadan sonra
kusura bakma bile demeden, ben şöyleyim ben böyleyim demenin beni ne kadar
ilgilendirdiğini de bilmeden ve suçu kendine değil pc’ye falan atmaktan da
çekinmeyen biriyle bir daha konuşmak istemem. Hoşçakal.
EYVAH
(….)
-Eyvah tipik bir yanlış anlama hadisesi...
Kötücülükle destekli. Ya da korkuyla... Ya da aşırı gururla... Kadın aklı nasıl
böyle aniden değişebiliyor?
-Çok feci yanlış anlarım yanlış anlamak isterim
yanlış anladığımı hissettiririm karşımdakini telaşlandırırım
-Bölücü değil birleştirici özelliklerini ne zaman
gösterirsin…
-Ben böyle mutluyum ama
BENCİL ÖZÜR
1. MEKTUP
Şimdi yazsam sana yazmak istediğim aklımda olanları,
o derenin üstüne çok sular aktı boş ver eskiyi yok hiçbir şeyin önemi
diyebilirsin... Teşvike mi ihtiyacım var ne... Bildiğim sen; ince ve
ayrıntılara önem verirdin…
Sendeki duygusallık belki de benim içimde seni
unutturmadı. Hep o yüzden suçluluğum geçmedi sana karşı. Sebeplerim
çoktu kendimce senden ayrılmak istememde. Ama zalimdim. Seni kötü
hissettirdim özür bile dilemedim. Çok klişe gelecek ama sevmeyi gerçekten
sevmeyi çok geç öğrendim.
Seninle ayrılma sebeplerime rağmen, bana
verdiğin değerin değerini bilmedim. Belki de hak ettiğimden senden
sonra; kendini olduğundan çok başka gösteren ve neden böyle bir şeye
ihtiyacı olduğunu anlayamayacağım iğrençlikte bir adamla oldum... Kullanılıp
hemen arkasından bırakınca, o acıyla (sana büyük haksızlık ederek hatta
terbiyesizce) seni aradım.
(Not: Aslında öyle olmamıştı, hâlâ birlikteydiler ve
bana şöyle demişti: Hem senle hem onla olayım ve karar vereyim. Daha önce
birlikteyken de bir arkadaşım şöyle dediğini aktarmıştı: Benim bir hayatım var,
Murat ne ki.)
Murat, beni o yağmurda evime bırakıp tam arabandan
çıkmak üzereyken "çık hayatımdan!" dediğinde çok sinirlenmiştim.
Tabii haklı olduğunu sonra anladım.
Keşke affını dileseydim. Tekrar benimle olman
ya da hayatına girmem için değil sadece beni affetmen için.
Affedersin...
(Muhtemelen artık umurunda değil, fakat yine de
sormaya ihtiyacım var, kendim için.)
2. MEKTUP
Ben senin hislerini o zamanlar hiç hissetmemiştim.
Belki gençtim belki İstanbul’un keşmekeşi, belki benim için her şeyden önemli
sorunlarımı halletmek yaşamımın önüne geçmişti.
Etilerdeki çalıştığım
zemin kat ofisindeyiz. Patronumum aylardır dolapta sakladığı rakıdan çalıyoruz.
Sonra o korkunç rahatsız koltuğun minderlerini yere koyup geceyi sadece
konuşarak adam gibi sevişmeden öpüşerek geçiriyoruz. Bir ara senin beni
kucağında kaldırdığını öyle net hatırlıyorum ki. Ah ne mutluydum o gece.
Evimdeki kötü üvey anneme, yaşamımdaki bütün zorluklara rağmen.
Maalesef dünya tatlısı bir insan olmana rağmen
sorumluluk duygun yoktu. Benim ne durumda olduğumu bırak anlamak göremedin. Seninle beraberken ablamın yanında sığıntı gibi kalırken
seninle ev tutup yaşayabilirdik. İkimizin de işi vardı. Bir kez bile sormadın
bunu bana. Ayrılmak istediğimi söylediğimde senin isteksizliğin açıktı ama
benimle beraberliği sürdürmek için ufak bir gayret sarf etmedin. Ortaköy ve o
sosyal çevre bana hissettiğin sevginden daha önemliydi.
Kesinlikle yargılamıyorum senin hayatın senin
hayatın.
Mutlu muyum? Bazen... Kocam
İstanbul’a gelmek istemiyor, iş bulmak zor olacağından, ama ben buradan
sıkıldım, onu çok sevmeme rağmen buranın nemine dayanamıyorum, hasta oldum,
üşüyorum, dönüp yerleşeceğim, ama İstanbul olmaz güneyde bir kasaba.
Sen özeldin. Beni güldürüp mutlu ederdin. Bana en
ufak kötülüğün olmadı. Olduysa da -benimleyken başka kadınlar olduysa da- bunu
hissettirmeden yapıp beni üzüp kötü hissettirmedin. Terk ettiğim tek kişi tabi
ki değilsin. Ama içimde seninle abuk kıstaslar yüzünden yaşamadıklarım için
pişmanlık duyduğum tek kişisin. Her negatifliğinle, megalomanlığına,
ayaklarının yere basamamasına, ütopyalarınla, bencilliğinle beraber iyi bir
insansın. O yüzden senden özür dilemek istemiştim. Çünkü bin sene önce de olsa
acı çektirmiştim.
3. MEKTUP
Seni sinirlendirdiğim için sorry. Gece hiç
uyuyamadım. Eğer tarzım gereğinden fazla absürd kırıcılıktaydıysa sorry.
Ben kendi hatalarımı kabul ediyorum. Çok hata
yaptığımı pişman olduğumu yazmışım. Ama belki de sen çok daha haklısın. Sevgiye
tam değer vermiyorken seninle beraber olsaydım o zaman sana daha büyük
haksızlık olurdu.
Ama ben yine de seninle daha fazla zaman geçirip
beraber olmak isteyecek kadar sevdiğimi düşünüyordum...
Üzgünüm ki bana hala kızgınsın. Negatif bir insan
demedim senin için negatif yanların demek istedim. Hepimiz insanız kimse
mükemmel değil.
4. MEKTUP
Of murat cidden seni incitmek değildi sana o
sıfatları söylememin nedeni. Ben zaten bildiğini düşünmüştüm.
Sana bunlara benzer şeyleri daha başka birçok kadın
da söylemiştir değil mi... Benim söylediklerime benzer sıfatları daha önce de
duyduğundan zaten kendini biraz biliyorsundur sanmıştım. İnsanları çileden
çıkartıp sonra garip suçluluk hissettirerek sana özür dilerim diye
dönmeleri hep senin insanlarla ilişkilerin yüzünden.
Açıkçası sadece özrümü diler belki söyleyemediklerimi
söylerdim, nasıl olduysa mektup suçlar tarza dönüştü. Zaten herkes bana böyle
dönüyor şeklindeki yazın, senin insanlarda yaptığın kötü etkinin sonucuymuş ben
de demek ki böyle hissetmişim diye düşündürdü.
Bana cevap mektubunla hep kendini, kendi haklılığını,
uzuuun uuzzuzuuun anlatan seni, benmerkezciliğini hatırlayarak söyledim
söylediklerimi. Hayatta tek katlanamadığım kendisini öven insanlardır. Kocamı
bu kadar sevmemin sebebi çok başarılı, kültürlü ve hoş bir insan olmasına
rağmen bir kere bile kendini övdüğünü duymadım. Alçakgönüllülük yüceltir
insanı... Keşke sen de biraz edinebilseymişsin.
Gece uyuyamamamın sebebi dün arkadaşımla bütün gün
durmadan fazla yemekler yiyip hazım zorluğu çekmiştim. Asla vicdan hesabından
filan değil. Ama kocam öğlen geldi ve sevişip güzel güzel uyuduk simdi kalktım
kus gibiyim.
Bana hala kırgınsın demek ki dememin sebebi (müthiş
akıllı yazar olmana rağmen) yok canım affettim tabii seni deme nezaketini
gösteremediğindendi. O sıfatların seni böyle deliye çevireceğini (senin
deyiminle nemli beynim tahmin etmedi)…
Asla da dost olabiliriz filan diye düşünmemiştim
geçinme problemimiz varmıştı hep seninle… İstanbul’a eşimle geliyorum bu sene.
Çok vaktim olmuyor akrabaları görmekten, seninle görüşmek için böyle bir
kontağa gerçekten geçmedim.
Üzgünüm aramızdaki yine kırgınlıkla bittiği için… Bu
görüşmeler maalesef amacımın tam tersi senin beni affetmenle değil, senin, kaba
tepkinle nasıl biri olduğunu tekrar hatırlayıp senin asla beraberliğimin
olamamasını kanıtladı. Keşke o zamanlar akıl edip konuşsaymışım seninle bunca
zamanlar sonrasında böyle şeyler olmasına gerek kalmasaydı…
YUMRUK KAPIYA DAYANDI
TAVUK ÇIKARACAK ŞAPKADAN.
Bir de gazete yazarı, hatta edebiyatçı kadınlara
bakalım, değişen bir şey var mı...
KADINLAR ANNA KARENİNA’YI NEDEN SEVER!
Hemen söyleyeyim, eksik ve yanlış okuduklarından…
Çoğu yazar ve eleştirmen gibi…
“Erkekler Anna Karenina’yı neden sever?” adlı bir
yazıya (kadın yazı) karşılık yazıldı bu yazı… Birkaç alıntı belli edecektir
eksik ve yanlış okumayı, taraflı kadın bakışını:
“En başta, gerçek hayattaki karşılıkları hangisi
olursa olsun, hiçbiri kendini Anna’nın kocası Karenin’in yerine koymadığı, her
biri Kont Vronsky olduğunu hayal ettiği için...”
Sanki kadınlar aynısını yapmıyor bir romanda ya da
filmde… İşte Issız Adam adlı Türk filmi. Her kadın kendisini sapık bir hayatı
olan ve bağlanmayan Issız Adam’ın terk ettiği Ada yerine koydu, Kimse Issız
Adam’ın annesinin yerine koymadı kendini:
-Çok zor be anne, çok zor
-Ne zor be oğlum?
-Çok zor anne, çok zor.
Anna Karenina’yı başka neden severlermiş:
“İkincisi, sevmekten ziyade sevilmeye olan ilgileriyle
bağlantılı bana kalırsa.”
Bunu diyerek erkeklere roman üzerinden taş atılacaksa,
ancak benzer karakterdeki Kiti yok sayılarak başarılabilir bu. Kiti kendine
âşık bir adamla, evlenmek için evlenen bir kadındır.
“Erkekler, ne kadar çok kadın tarafından, ne kadar
sevildikleriyle alakadarlar daha fazla.”
Bunu diyebilmek için, Anna’nın flörtçülüğünü görmezden
gelmek gerekir. Yakın arkadaşı Kiti’nin evlendiği Levin’i bile ayak üstü
tavlamaya çalışan fettan bir kadındır Anna.
(Nobakov, Anna’nın aşkının cinsel bir aşk olduğunu,
Tolstoy’un cinsel aşkın yürümeyeceğini anlatmak istediğini boşuna yazmamıştır.)
“Erkeklerin Anna Karenina’yı sevmesinin bir diğer
nedeni, onun cesaretine hayranlıkları.”
Bunu diyebilmek için Levin’in anaç, yapıcı, bilge
cesaretini görememiş olmak gerekir.
“Son sebep, Anna Karenina’yı çok iyi tanımaları.
Hayatlarına girmiş hiçbir kadını böyle yakından ve derinden tanımaları mümkün
değil sanıyorum. (…) Bu da Tolstoy’un başarısı.”
Bunu da diyebilmek için, Anna Karenina’yı, doğru
okuyamadıkları her erkek gibi okumaları yeterlidir kadınların…
Zaten öyle yapıyorlar.
“Koca” yazar değildir Anna Karenina’da Tolstoy,
karısıdır o yazarın, kadın yazardır, kadıncı bir yazar.
Anaçlık ise çok daha üstün bir durum; kadıncı yazar ve
kitaplarda bulunmadığı gibi (bence bu aptal sarışın edebiyatıdır), kadıncı
kadınlarda da olmuyor (bu da harika kötü bir romandır).
KADIN ALDATMASI MANİFESTOSU
Bir kadın köşe
yazarından:
“It’s Complicated
filminde Meryl Streep’în canlandırdığı Jane karakteri ilham etmişti bana,
kadınların ilişkilerinde nasıl daha mutlu olabilecekleri üzerine farklı
teoriler geliştirme oyunu oynamayı.
Filmde, Jane’in keyfinin
en yerinde olduğu vakitler, iki erkek arasında henüz bir karar veremediği,
kesin bir tercih yapamadığı dönem.
Yani hiç birine tam anlamıyla bağlanmadığı zaman
dilimi.
Demek ki her zaman buna dikkat edeceksin.
İlişkilerini, çok bağlanmadan yaşayacaksın, her an bir başkasını seçmeye hazır gibi.
Sadakatin kendi duygularına olacak, (…)”
Yıllarca erkeklerin kadınlar arasında karar vermeden
(ve keyifleri yerinde), bağlanmadan, hep başkasını seçmeye hazır, yani sadece
kendi duygularına sadık yaşayışlarını anlamaya çalışmadan hep sadakatsizlikle
suçlayan kadınlar şimdi şimdi düşünmeye başlıyorlar kendine sadakat kavramını;
ama onu da yine erkeklerin değil kadının kendine sadakati olarak!
Acaba erkekleri bugüne kadar yanlış, fazla ya da
gereksiz suçlamış olabilir miyiz muhasebesi yok!
Kadın yazardan devam: “Yılların ‘susuzluğu’, adeta
genlerine işlemiş o yoksunluk, birdenbire maruz kaldıkları bolluk karşısında
erkeklerde bir tür “davranış bozukluğu” olarak gösterdi kendini.”
Gülüyorum…
Bu yakıştırmalara gerçekten de gülüyorum… Çünkü
cümlenin doğrusu rahatlıkla şu da olabilir, ve günümüzü daha iyi açıklar:
“Yılların ‘susuzluğu’, adeta genlerine işlemiş o yoksunluk, birdenbire maruz
kaldıkları bolluk karşısında KADINLARDA bir tür “davranış bozukluğu” olarak
gösterdi kendini.
“Hiçbir şey eskisi gibi kalmayacak fakat mutlaka yeni
değerler, yeni bir ahlak anlayışı alacak yerini. Böylesi daha hayırlı olacak
belki de; ikiyüzlü kurallar kalkacak.”
Önce bir kadın ikiyüzlülüğü döneminden geçeceğiz,
görüldüğü gibi geçiyoruz…
“Gelecekte, hâlâ sadakati öğrenememişse erkekler,
sanıyorum kadınlar da mutsuz olmamak için farklı arayışlara girecekler.”
Gülüyorum!
Erkeklerde sadakatsizlik denen o “şey” kadınlarda
olunca adı, “farklı arayışlar”… Ve kadınların haklı nedeni de var, “mutsuz
olmamak için”!
“O durumda her kadın, yaşamında ihtiyaç duyduğu iki
veya üç tip erkeğe yer verecek. Kendilerini seven, güvenilir, sadık, kafaca
anlaştıkları, coşkuyu yaşadıkları...”
Nasıl bir kadın aldatması manifestosu cümlesi di mi…
Erkeklerin hakkı olmayan şeyler, kadınlar yapınca
nasıl bir hak olarak sunulabiliyor!
Hem de artık erkekler aldatmıyor dikkat ettiyseniz,
sadıklar!!!
Yani yıllardır şikayet ettikleri şeyi ortadan
kaldırmaktan değil, erkeklerin yerine kendileri o şikayet ettikleri şeyin
coşkusunu yaşamaktan söz ediyorlar…
Gülüyorum…
Tersine dünya diye bir film vardı, erkekler kadın
kadınlar erkek mekanlarında, yer değiştiriyorlardı bir çeşit. Çok güzel diye
düşünmüş, nasıl bir dünya kurmuş bakalım diye merak etmiş, ama biraz bakınca
seyretmemiştim; bir dünya kurulmamıştı, sadece espri yapıyordu film: Küfreden,
orasını kaşıyan, yere tüküren vs bir erkek yerine hoş bir bayanı o halde görmek
komikti sadece…
Şu ise çok zekice komik: Dikkat edin de tahtıma ben
ordayken oturmayın, demişti bir gösterisinde Cem Yılmaz; yerine geçmek isteyen
acemiler için.
“Kadınlar için önemli olan yalnızca tensellik, sayı ve
çeşitlilik olmadığından, bu kaliteleri taşıyan partnerlerle ve fakat birini
diğerinden saklamadan bağlantılarını sürdürecekler.”
Birini diğerinden saklamadan…
Yazar hanımefendinin ne önerdiğinin farkında olduğunu
sanmıyorum!
Gülüyorum…
Kadınlar yaparsa daha ahlaklı yaparlar demeye
getiriyor sayın yazar…
Hadi yapın bakalım, ahlaklı yapabiliyor musunuz!
Yapamazsanız:
Bence kadınlar erkek aldatmasına, onu kendileri
deneyimledikten sonra, bir daha bakmalılar. Uzaktan bakamadılar, anlayamadılar
bunca yıl. Bunu bir hastalık gibi görürsen ilacını bulmaya çalışırsın; bunu
erkelerin doğal hali diye düşünürsen suçlamazsın, bir ırkı doğallığından dolayı
suçlayamazsın. Şu anki durum olabilecek en kötü durum bence: Siz yaparsanız biz
de yaparız!!! Uyuşturucu baronlarını yakalamak için çeteye sızıp uyuşturucu
bağımlısı olan bir polisin hikayesi gibi (RUSH idi sanırım filmin adı.) Bu kötü
dönemin sonunda akıl sağlığını koruyabilmiş kadın kalırsa, erkeklerden sıkı bir
özür dilemelerini bekliyorum.
Kadınların erkeklerden özrü.
Ve kadınların hemcinslerinden özrü: Cinsel özgürlüğü
savunan, yani aldatma diye bir şeye inanmayan kadınları hariç tutacağız tabi
ki, ama günümüzde erkekler yaptığı için biz de yaparız diyen (postmodern mi
demeli) kadınlar, erkekler için hemcinslerinin yıllardır yaptıkları eleştiriye
ihanetten fazlasını yapmıyor.
BENCE FEMİNİST MANİFESTO
Feminist Manifesto adlı bir kadın köşe yazarı
yazısından bölümler:
“On sekiz yirmi yaşlarındaydım. Bir gece bir pubta,
iki kadının birbirlerine fevkalade galiz küfürler savurarak kavga ettiklerine
şahit oldum. Ayırmasalardı, aralarındaki küfürleşmenin vurdulu kırdılı bir
dövüşe dönüşeceğine şüphe yoktu.
Daha önce kadınların hiç bu derece ‘erkekvari’
sövgüler ve vücut dili kullanarak dalaştıklarını görmediğim için tuhaf gelmişti
bana.”
“Kadınlar sanat, siyaset ve ticaret alanlarında,
akademik dünyada, medya sektöründe daha etkin rollerde var olmak isteyince
benzediler erkeklere...”
“Sanmıştık ki kadınlar ‘erkeklere ait’ ortamlara
girince, onlar da daha nazik, daha kontrollü, daha anlayışlı olmaya dikkat
edecekler, en azından öyle görünmeye özen gösterecekler.”
“Ortaya çıkan sonuç, beklenenden farklı oldu. Kadınlar
erkekleri ‘dönüştüremedi’ ama galiba kendileri değişti.”
“Maçları stadyumda izleyen kadınlar çoğalırsa,
erkeklerin daha az küfredeceği öngörülüyordu, tribünlerdeki kadınların ağzı
bozuldu.”
“Kadınlar içkili mekânlara gittikçe, erkeklerin aşırı
içip sarhoş olmamaya itina edeceği varsayılıyordu, kadınlar ölçüyü şaşmaya,
alkol duvarını aşmaya başladı.”
“Yönetim kademelerindeki erkeklerin, kadın
meslektaşlarından, ılımlı, sakin ve olgun olmayı öğrenecekleri tahmin
ediliyordu, kadınlar öfkeyi, acımasızlığı ve yırtıcılığı öğrendi.”
Ve şöyle bağlıyor:
“O zaman, insan davranışlarını belirleyen ve
yönlendiren asıl saikin kadın veya erkek olmak değil, içinde bulunulan ortam
ile şartlar olduğunu düşünmüştüm.
Sonuç?
Bu kadar. Başka bir çıkarım yok… Ben size yapayım
çıkarımı. Bunu bir kadından bekleyemeyiz “modern” çağda.
Bence feminist bir manifesto yazılacaksa şöyle bir
yaklaşım gerekiyor:
“Sadece kendimiz de aynılarını çektiğimizde erkeklerin
yüzlerce yıldır ne çektiklerini anladık!
Tüm bunlardan sonra hani o doğuştan getirdiğimize inanılan
empati yeteneğimizi, o kadar da geliştirememiş olduğumuzu düşünmeye
başlamalıyız…
Biz kadınlar, yakın bir gelecekte bu erkeksileştiren
dünyayı gerçek kadınsı özelliklerimizle dönüştürmeyi öğrenmeli ve erkeklere de
bunu öğretmeliyiz...
Çünkü kadınlar gibi olmamakla suçladığımız erkek
milletinin yurdunda biz kadın olarak erkeksileşmekten kurtulamazsak, hiçbir
erkeği erkeksi olmakla suçlamaya da hakkımız olmayacak.
(Bu dünyada kendimizi kaybetmekten bahsetmeyelim bile,
erkekler bu dünyada kendileri olamıyorlar bile!)
“Bizim kalemimiz çift cinsiyetli olmalı.” demişti bir
ünlü kadın yazar… Sadece kadın bir yazar olmak istememiş; erkekleri de
anlayan-anlatan bir yazar olmak istemiş; biz neden sadece kadını hisseden bir
kadın-insan olmak istiyoruz? (Bu, erkeksi bir bakış.)
Neden sadece feministiz? (Bu, erkeksi bir duruş.)”
KRALİÇE ÇIPLAK
“Kraliçeler, kraliçeler. Diğer kadınlar gibi soyun
onları da. Kraliçe falan kalmaz ortada.” (Kleopatra’dan.)
Üzerindekileri yırtarcasına çıkartarak soydular onu.
Kraliçeliğinin palavra olduğunu göstermek için… Onu çıplak gören ilk şövalye
gözlerini iri iri açarak “Kraliçem” diye haykırıp korkuyla yere attı kendini.
İkincisi kraliçelere layık şeyi yaptı, ayaklarına kapandı… Ancak üçüncüsü akıl
edebildi, pelerinini çıplak vücuduna sarıp kraliçeliğini gizlemeyi…
İNTİHAR EDELİM
-Benim peşimden koşmayacak gibisin.
-Peşinden koşan erkek bulursun.
-Sana adayacağım kendimi.
Bodrum’dan geleceği
hafta sonu, ne bir telefon ne bir mesaj. Aylar sonra mesaj atıyor. Başka bir
adama gelmiş.
-Seni tanıyor. Kısa boylu ve şişman olduğunu söyledi.
-Eee.
-Olmadı. Birkaç kez görüşüp ayrıldık.
(…)
-Bu kez sana adayacağım kendimi.
4 kadınla birlikte olduğumu yazıyorum. Temel
özelliklerini sayıyorum, dördüncüsü olarak onu yazıyorum.
-İnanayım mı?
-Bilirsin.
-Bu pek adil değil ama bunu kaldırabilirim. Benim
istediğim seni sevmek, ve bunun da “sadece ben” diye bir karşılığı olması
gerekmiyor. Senin neye ihtiyacın olduğunu biliyorum.
-Neye ihtiyacım varmış?
-Tutkularını tek bir adama yönlendirmiş bir kadına.
-Zaten hep böyleydi kadınlarım. Oysa şu anda bir
kadınla ilgili hayal kurmayı yitirmek üzereyim.
Bir gece arıyor, açmıyorum. Bir kadınlayım.
-Zamansızdı, iyi geceler.
(…)
-Bu, uyuyorsun anlamına geliyor ama ben yalnız
değilsin anlamı çıkarmak istiyorum.
-Yalnız değilim.
-Umurumda değil.
(…)
-Nasıl intikam almak? Can yakmak huzur verici değil
mi…
-Sen hangi aldatmanın günahını çıkartıyorsun bana
böyle sözler vererek? Sağlam laflar ediyorsun, sonradan suratına vurmak
gerekirse, sert olacaktır.
-Korkmuyorum ki…
-İntihara geliyor gibisin. Öyleyim. Dediklerinin
birazı doğruysa sana adanırım, yazar olmak benim ilk amacım değil.
-Neden beraber intihar etmiyoruz, sen de her şeyi göze
al.
-Yukarı atlayacaksak gelirim.
-En yukarıya sevgilim, kimsenin ulaşamayacağı kadar
yukarıya.
Arıyor, cevap vermiyorum.
Mesaj:
-Canın cehenneme aşkım.
Sevgilim yatakta. Ben salondan bira içerken ona güzel
müzikler dinletiyorum, arada yatağa gidip sıcak bedenini kucaklıyorum, öpüyor,
yalıyor, okşuyorum. Her seferinde yarı uyanık oluyor, son gittiğimde artık
uyumuş oluyor.
Benden mesaj:
-Şimdi ben sıcak bir bedenin yanına gidip sonra da
uyuyorum. İyi geceler.
-Şimdi ben de sımsıcak bir beden bulabilirim. Ama
hiçbirinin şansı yok.
Sonra:
-Senden nefret ediyorum.
Sonra:
-Seni bu gece yanındakinden daha çok tahrik ettim.
Sabah:
-Dün çok garip şeyler hissettirdin bana. Kızgınlık,
kıskaçlık ama bunlardan zevk aldım. Neden böyle bir şey yapıyorsun, alternatiflerinin
çok olması seni daha değerli mi yapıyor. Peki sonra ne olacak, aralarından esas
kızı mı seçeceksin?
Başka bir gün:
-Bir adam bu kadar uzaktayken bile canımı
acıtabiliyorsa ben onun için her şeyi yaparım.
-Ben acıtmıyorumdur belki de, sen acıyorsundur.
Sonunda geliyor bir cuma günü. Bir buçuk gün
geçiriyoruz.
Üzerinde gidip gelirken fotoğraflarını çekiyorum hayal
meyal çıkıyorlar.
Pazar öğlen ayrılıyor benden. Otobüsü akşam.
-Akrabaları göreyim, diyor.
-Bir daha görüşmeyeceğiz di mi, diyorum.
-Yok canım, diyor.
Birkaç mesajlaştıktan sonra görüşmüyoruz.
İsteksiz bir davet geliyor Bodrum’a, istekliyim ve
reddediyorum.
Başka bir kadın için yazmıştım şunu; ama fark etmez:
Beni baskın, yeterince erkeksi, aslında maço
bulmadığını hissediyorum. Hemen ve parlak bir şekilde gözükmeyebilen
hakimiyetimi fark edemeyecek kadar geçmişindeki otoriter bir adamın etkisi
altında hâlâ. Gerçek ve gerekli bir otoriteyle sahte ve değersizini
ayrıştıracak hayatı tanımıyor kendine; sezip geçiyor.
ZEYTİNYAĞI
Zeytinyağı gibi üste çıkıyor bendeki baskınlık,
hakimiyet. Ama gerçek bir zeytinyağı gibi. Sakin, sessiz ve kendiliğinden.
Nasıl şu anki kullanımını edindiyse bu deyim, mantığında bir tutmazlık var: Bu
deyimle çünkü, üste çıkmak için bir şeyler yapan, en azından laflarını kullanan
insanları dile getiriyoruz, üste çıkmaya “çalışan” insanları dile getiriyoruz.
Ama zeytinyağı üste çıkmaya çalışmaz, tamamen kendiliğinden, yükselir.
Zeytinyağı, hafifliğinin hakimiyetinden yükselir; oysa bazı insanların
ağırlıklarını harbilik, hakimiyet ve güç olarak algıladığımız halde bir süre
sonra anlarız ki yaşamsal bir hantallıktır aslında, evet baskınlıktır ama
başkasının üstüne baskınlıktır... Belli güçsüzlükleri telafi için baskın ve
güçlü gözüken insanların bu güçsüzlükleri ancak dikkat ettiğimizde ortaya
çıkar… O adamı güçlü yapan ne? İçindeki bir tutku mu, yoksa aşağılık kompleksi
mi? Tabii her zaafın bir alıcısı bulunduğu gibi, insanı hatalarıyla sevmenin
aşırı ucunda, özellikle hataları yüzünden insanı sevmek gibi tuhaf bir ruh hali
de yaygın. Zaaf sever...
BİR NESİLDE İKİ KEZ YIKANILMAZ
Ben zaten kadınlardan hiçbirinin bana yetemeyeceğini
fark edecektim, ediyordum, etmiştim; onları ikincil görüp yoluma gidecekken tam
da yolumun ortasına dikilmiş buluyorum onları; ara sıra uğrayacakken onlara,
yolda rastladığı bir hana uğrayan bir şövalye gibi, kafasında ideal kadının
hayali; şimdi şarampole yuvarlanmış, yolu bile takip edemeyecek bir halde
buluyorum kendimi; yolu, yazıyı… Büyüm işlemiyor artık onlara, henüz benden
etkilenmiyor değiller ama peşimden koşmuyorlar artık; bir süre sonra
etkilenmemeye de başlayacaklar belki...
Bir kadın sana âşık olurum muhtemelen ama Amerika’ya
gidiyorum! diyor. Neden? diyorum, zengin bir adam çağırıyormuş. 15 gün sonra
dönüyor, mantıkla da olmuyormuş.
Bir dönem parasızlığı da iktidarsızlık olarak
yaşıyorum.
BEYAN
-Parasız olmuyor.
-parayla ne yaptığını sorsam iflas edersin…
“Hali vakti
yerinde” lafının kullanılışına da bir lafım var. Benim halim de vaktim de
yerindeydi, istediğimi istediğim kadar yapacak vaktim, inancım, cesaretim ve
huzurum vardı, hali vakti yerinde diyerek paralı oldukları söylenenlerde
olmayan bir özellik... İyi para kazandım, maaşımı, lüks bir hayatı bir kenara
bırakıp yazmaya kapandım... İş görüşmelerinde çok para istiyordum, çünkü
çalışmak istemiyordum... Beş yıl sonra, belki gelecek yıl, kitaplarım çok
satacak ve kazanacağım ama hayallerimden kazanacağım, vaktimi satarak değil,
diye düşünüyordum... Para, gezmeler, tatiller sevgililerime verdiğimin yanında
bana verdikleri çok önemsiz şeylerdi... Hiçbiri sorun etmedi, az para
kazananları bile... Her hangi biriyle, beni kraliçeler gibi gezdirecek biriyle
değil senle tatile gitmek istiyorum, dediler mesela... Murat’ın bana
kattıklarının yanında benim deniz manzaralı güzel evim yetmez, bir saray
yavrusunda konuk etmeliyim onu, dediler; onu Kaş’a tatile götürmem yetmez,
dünya seyahatine falan çıkarmalıyım dediler... Ve buna benzer şeyler... Gurur
vericiydi benim gibi bir erkek için. Cüzdanıyla gururlanan, ya da kadına kol
kanat germekle övünen hemcinslerimi düşünüyorum da…
Böylece insanlar bana baka baka ben yıllarca daha
çalışmayabilirdim... E, ben de böyle yaparım o zaman diye kızacaklar şimdi,
çalışmadan yaşarım. Egoistler, görüyorsunuz! Bana bakmayı değil de benim onlara
bakmamı isteyecekler. Bana bakacakları varsa da bakmayacaklar. Halbuki ben sana
baksam sen ne yapacaksın, Akmerkez’de alışveriş mi yapacaksın, her hafta sonu
Bodrum’a tatile mi gideceksin! Bir “şey” yapacak mısın? Bir ŞEY...
AYRICALIK
Az parayla yaşayabilmemin gücü, tamam, arkadaşlarımın,
sevgililerimin ya da annemin bana para verecek kadar değer vermeleri, tamam,
ama buradaki esas konu, birisinden para almanın hazzı... Bu hazzı bilir
misiniz... Annem elime bir on milyoncuk sıkıştırdığında; yüklüce hesap
sevgilimin kredi kartıyla çabucak halledildiğinde, bahşiş de hemen hazırsa;
sabah uyandığımda dostumun cüzdanımın üzerine bir yirmi binlik bıraktığını
gördüğümde, parayı yüzüme sürerek cebime attığımda ya da koynuma sokar gibi
yaptığımda; hesabıma para yatırıldığında zengin bir ilişkiye girmiş eski
sevgilim tarafından (bu olmadı); ya da on tane CD alıp hiç para ödemediğimde;
kurye bozuk televizyonumun yerine yeni bir televizyon getirdiğinde (bu da
olmadı); cep telefonum yenisiyle değiştirildiğinde (bu yarı yarıya oldu: bozuk
çıktığı için tamire verdi, o sırada ayrıldık, nerede benim telefonum diye
aradığımda, senin olduğunu nerden çıkardık dedi); doğum günlerini bile
hatırlamadığım arkadaşlarım beni bir yemeğe davet edip etrafımı doğum günü hediyeleriyle
donattıklarında; “arabayı al, gezersin gün içinde” dendiğinde (“senin işin
çıkarsa ya” demiştim, “taksiyle giderim ben” demişti); üstüme başıma pahalı
giysiler alındığında; hep gittiğim tatil yerlerinde pansiyon yerine bu kez
tarihi lüks otellerde gecelenip, pahalı meyhanelerde karın doyurulduğunda;
cebimizdekilerin kaç biraya yeteceğini düşündüğümüz, olmazsa daha uzun sürer
diyerek şaraba yöneldiğimiz deniz kenarı banklarının yanından son model
otomobillerle geçildiğinde bir çocuk gibi seviniyordum... Sabah felsefenin en
insani, en mutlak ve en hayati olanını üretmeye çalışır, bu arada filozofları
ve yazarları fırçalarken, akşam hesabın üstünü göstere göstere ve karşımdakinin
gülüşünü yakalayarak cebime atıyordum... Öf ben bunla bir hafta idare ederim,
diyordum, yalan değildi... İçimde en ufak bir küçülmüşlük duygusu uyanmıyordu.
İşini kaybetmiş ve bulamamış bir bayan arkadaşım,
benim başkalarından para almamı şiddetle eleştirirken, yavaş yavaş şu
aşamalardan geçmişti; rezilliğe, hayasızlığa, gurursuzluğa mı ilerliyordu
sizce: Önce: “Annemden aldığım parayı ödeyeceğim.” Sonra: “Arkadaşımdan
aldığımı ödeyeceğim de herhalde annemden aldığımı ödemeyeceğim.” Daha sonra:
“Tabii ki annemden aldığımı ödemeyeceğim...”
Bu kadın mı, yoksa meyhanede, espri yaparmış gibi ama
aslında ciddi “erkeği varken kadın para öder mi!” diyen garson mu daha
rezildi...
Zaten daha önceleri çok para kazanırken de para
biriktirmek benim için hayattaki birçok şey gibi bir oyundu... Sonra oyun
bitti, artık hayatın gerçeklerine dönmek gerekiyordu: Yazmak için işimden
arkadaşlarımdan ayrıldım, maaşıma veda ettim... Siz para kazanmanın ve buna
devam etmenin hayatın gerçeği olduğunu, yazma denen çocukça oyuna katılmamam
gerektiğini söylerdiniz... Devam ediniz! Taksitlere giriniz, en az bir kredi
kartınız olsun. Fiyatı indi diye ihtiyacınız olmayan şeyleri alınız,
ihtiyacınız olmayan özellikteki cep telefonlarına para yatırınız. Sırf bekleme
yapmayınız, devam ediniz...
“Erkek adam nasıl hâlâ ana parasıyla geçinir!” cümlesi
de benim karşı cevaplarımla değil de “hiç de umurumda değil” deyişimle bir daha
asla söylenemiyordu, bu konuda üzerime gelinemiyordu. Biraz üzerime gelmek
isteyen çıkarsa:
-Bak seninle yeni tanıştık, ama şimdi çıkarıp bir
milyar versen bana, al köpek, falan demesen de tabii, bence senin yazman lazım,
desen, bana para verdiğin için seni takdir ederim.
Bu lafları aynen söylemiştim birkaç kişiye... Bu adam
mesela eğlence programı yapmak ya da 6 ay her yerde çalınıp bitimindeki ilk gün
unutulacak bir pop kaset için birisinden sponsorluk adı altında para alıyor
olabilirdi...
En güzel cümlem ise şuydu: “Bir patrondan, vaktimi, en
değerli şeyimi satarak maaş adı altında para almamı mı tercih ederdin?”
Para kazanmak için işe giriyordum çünkü vakit satın
alıyordum parayla, ama bir kadının aşkı için paraya ihtiyacım olmasına
alışamadım. Çocukluğumdan beri böyleydim, üniversitedeyken buluşacağım kıza
arabayla geldiğimi belli etmez, dolmuşa falan bindirirdim…
Güzelim bir vücuda sahip olmak için aklına girmenin
gerekmesi saçma gelirdi hep ama işte para bu işe yarayabilir, diye düşünmüştüm
o dönem; aklına girmeden vücuduna girmek... Sahte! mi diyeceksiniz; evet, o
yüzden parayla alıyoruz ya; para sahte değil midir? Para sahtedir.
Parayı aldınız ve kenarını mum alevinde yaktınız... Al
dediniz karşınızdakine, bunu birine kakalayabilirsin, bu parayı geçerli halinde
birisine verdiğinde yaptığın da farklı değil zaten...
Muratçıl bana devamlı sorardı, beni neden sevmiyorsun
diye. O kadar açıktı ki neden sevmediğim. Halbuki ben Kirpiğime sorsam aynı
soruyu açıklayamazdı.
-Neden beni sevmiyorsun?
-Çünkü paran yok!
Dostun biri şöyle diyor: “Zengin olsam sana destek
olurdum. Ama bu gözümdeki değerini düşürürdü.”
Çok zeki, üstelik elinde bir mesleği olan birinin
“başkasına bağımlı yaşamasını” düşünemiyormuş.
Yazar-düşünür olarak değerimi görmüyor da aile babası
olarak değerimi söylüyor... İskele babası gibi... Kadanaların bağlanacağı...
Akıllı-güzel yazılmış kitapları okumayı ister; çok
satarları, yazarkasaları değersiz, basit bulur; “Benim en az bir yıl uğraştığım
bir kitabın bir günde tüketilebilmesine katlanamam. Ticari deyişiyle söylersem,
hiç “rantıbıl” değil!” deyişimi zekice bir espri olarak niteler. Ama iyi bir
kitabın yazarına kitabın etiket fiyatından daha fazlasını borçlu olduğunun farkına
varmaz.
YARIM AKIL
Dostları Robert Musil’in Niteliksiz Adam’a ilişkin
çalışmalarını sürdürmesini güvence altına alabilmek için her ay belli bir katkı
payı ödeme yükümlülüğünün altına girdikleri bir Musil Derneği kurmuşlar. Musil
bu kişilerin listesini biliyormuş ve katkılarını düzenli ödeyip ödemedikleri
konusunda da rapor alıyormuş.
Bunu aktaran Elias Canneti “Bu derneğin varlığı
nedeniyle utanmış olabileceğini sanmıyorum” diyor, yarım akıl başlığı oradan
aklıma geldi. Çünkü bundan utanan birini anlayabiliriz biz, Musil ve Murat,
ama utanan nasıl utanılmadığını anlayamaz. Uğraşıp anlamış ama sonra Canetti:
“Çünkü bu adamların neyin söz konusu olduğunu
bildikleri gibi doğru bir düşünceye sahipti. Bir esere katkıda bulunmalarına
izin verilmesi, onlar için bir ayrıcalıktı.”
SECLA
Bir de Secla var... Bu insanların arasında onun adını
ağzıma almamam lazım, ama ibret olsun. Ben elimde avucumda olduğunda onu
paylaşmasını seven bir insanım, diyen bir kadın... Diyen ve dediğini yapan...
Bakın nasıl yapıyor hem de: Tanışmadık ve görüşmedik hiç; başka bir şehirde;
internetten konuşuyoruz sadece, güzel konuşmalar, hayatla, felsefeyle ve
genelde benle ilgili. Ondan konuşmadığımızın farkındayım ve bundan özel bir
zevk alıyorum, tersi olduğu için genelde insanlarla. Bir kış günü ben parasız
kalmışım ve faturalarımı zor ödemişim. Ona açılıyorum. Hemen netten para
göndereyim sana, diyor. Ben ağlamaklı oluyorum. Bu kadını hiç tanımıyorum, o
beni tanımıyor, neden bana para göndermeyi teklif ediyor? Tek, bana yazmaya
devam et, diyor. Çıkmam lazım netten, diyorum; çünkü... Ayda su bulan bir
astronot gibi; dünyada insan bulmuşum... Ya da; hey dünyalı biz dostuz diyor,
bir uzaylı, ve cidden dost çıkıyor; acı değil mi, tek dostunuz bir uzaylı...
Secla soruyor, ne kadar paraya ihtiyacın var,
motosiklet falan mı alacaksın mesela? Beni tanımıyor daha! Yok yahu, diyorum,
her şey yazmak için. Kitap göndereyim sana mesela, diyor. Nasıl buluyor yolunu
yardım etmenin... Kitap göndermesi konusunda anlaşıyoruz. Ben ona liste gönderiyorum,
hepsini yolluyor. Bir de doğum günüm için pahalı bir şarap yolluyor, Banu’yu bu
romana konu yapan şarap. Kitabın arasına para sıkıştıracakmış ama alınırım diye
yapmamış; sevinirdim, diyorum. Sonra hesabıma para da yolluyor. Hiç yüz yüze
görüşmediğimiz bir kadın bu...
Nasılsın? diye soruyor bir gün:
-Bütün gün içtim.... hâlâ devam ediyorum... Neden
biliyor musun... Yani bir dolu başka nedeni de bulunabilir tabii ama, iş
buldum, pazartesi başlıyorum... Sakın sevinme... Evet para kazanacağım, ama sakın
sevinme...
-Ne kadar para kazanacaksın... Sorabilir miyim...
-Sordun ya: Birmilyaryediyüzellimilyonpara...
-İyiymiş...
-Ne vereceğimi sormadın…
-Kötü mü iş?
-Evet. Dokuzdan altıya çalışıyorsun...
Dört yılık aradan sonra iş bulduğum günler. Tanıdık vasıtasıyla
o da. İlk haftalar tamamen bir şok yaşıyorum. Şok şok şok. Akşam eve geliyorum
ve bir iki içiyorum, ki içmiyordum bir süredir, lan n’ooldu, diyorum.
Yenildiğimi düşünüyorum. Gerekliydi, felaket gerekliydi, ama yenildim sanki.
Yine de sanki başka bir yol... Yazarlık adına feda ettiğim şeyler... Üç yıllık
müthiş yazma tatilinden sonraki bir yılda bunalımların ulaştığı yer...
Parasızlık, kadınsızlık, aşksızlık, yazmaktan bile sıkılmak, bunalım, evet,
bunalım bu di mi… Hani girmeyecektim…
Bir de üstüne vakitsizlik. Dokuz-altı mesai...
Ama aslında iyi, biraz düşünmeyeyim, biraz da
düşünmeyeyim...
İşte tutunma çabaları. İlk başlıklarım, ilk
kampanyalarım... Ağustos... Bir yokuş var ajansa çıkan, taksiye binmiyorum,
yürüyorum, terliyorum, acaba kokuyor muyum... Mutsuz terim kokuyor mu... Hiç
ter kokmazdım, murat murat kokardım...
Ajansta insanların keyfine katılıyorum, takılıyoruz,
yıllardan sonra insan içinde olmak, geyikten öte geçemese de henüz
sohbetlerimiz, güzel.
İşyerinde zamanın çabuk geçmesinin nedeni, zamanın
geçtiğini fark etmek istemiyor oluşumuz mu? Çok da fark etmeden geçsin de
bitsin şu taciz... Tecavüz bitsin diye gözünü kapamak... Evde yazarken her
saatimi bilirdim, ben kontrol ederdim sanki saati. Üç yılı üç yıl olarak
yaşadım, en az bin günü hissettim. Yıllar önce ilk işime girdiğimde dolu boş
vaktim olurdu ve yazardım, insanlar fazla iş olmamasından sıkılır, bunalırken.
Saat altı olduğunda arkadaşın söylediği şuydu, benimki şu:
-Of neyse bugün de altı oldu.
-Eyvah altı oldu!
Böyle deyip yazdıklarımı toparlamaya çalışırdım. Bir
ofisman vardı. Ayın ilk on günü çok keyifliydi, ondan sonra maaşı bittiğinden,
şu ay geçse, şu ay bir geçse, diye dolanırdı. Hayatın geçiyor adamım, derdim
ona... Yıllar sonra bana bunu hatırlattılar. Bir lafının hatırlanması güzel...
-ÖN SEVİŞME NEREYE KADAR UZATILABİLİR Kİ!
-TANIŞMAYA KADAR UZATABİLİRİM.
Yeni bir yazar daha başlıyor ajansa, aynı odada
oturuyoruz. Bana ters davranıyor. Neden? Kadın çünkü... Benden fazlasıyla
etkilendiğini, ama ona diğer erkekler gibi ilgi göstermediğim için ters
davrandığını sonradan anlıyorum –güzel kızmış, öyle diyorlar.
Bana açılıyor, ama sözlerle değil, notlarla, yavaş
yavaş... Ters davrandığı ya da benle hiç konuşmadığı bir dost toplantısından
sonra eve geldiğimde, bir an tutup öpmek istedim seni, diye mesaj yazıyor.
Şaşırıyorum. Yine mi, diyorum içimden gülerek, yine mi fark etmedim... Üç kişi
gittiğimiz bir sergide eserlere bakarken elime bir not tutuşturuyor, biz senle
hiç yalnız kalabilemeyecek miyiz? yazıyor.
-Bana ilgi duymuyorsan, tamam, diyor içkili bir gece
rock barda; gidecek, üzgün.
-Bu senin yaratıcı çalışman, diyorum. İş senin. Sen
başlatacaksın ne başlayacaksa. Hoşlandın, yarım bırakma.
Hoşlandığını belli etmenin yeteceğini düşünüyor.
Görevini yaptı, ilgisini belli etti, artık erkek yapacak gerisini! Yapamayacak
istediğimi, alışık değil, benim gibi... Tutuyorum belinden çekip öpüyorum, tam
gidecekken. Sarılıyor. Şaşkın şaşkın bakıyor arkadaşlar.
-BESBELLİ SENDEN HOŞLANIYOR, BENİ HİÇ YUKARI ÇAĞIRMAMIŞTI...
-YUKARI DERKEN?
-DUDAKLARINA...
Ne oldu, nasıl oldu, diye soruyor bir erkek arkadaş
ertesi gün. Bilmiyorum. Gülüyorum. Var mıydı bir şeyler? Ben de fark
etmemiştim, diyorum. Ne kadar ters davranıyordu biliyorsun...
Diğer arkadaşlar şanslarını denemişler benden önce o
gece, sonradan öğreniyorum kızdan...
Erkekler!
Sevgili oluyoruz. Sakinim. Temkinliyim. Korktuğum
başıma gelsin istemiyorum. Neden korkmalıyım bulmaya çalışıyorum. Bu seferki
kadında neden korkmalıyım... 10 yaş küçük benden. Daha da küçük duruyor.
Sıfıronüç koyuyorum adını. Kuşak farkı cidden var. Farklı müzikler. Farklı
bakışlar. Kitap okuma alışkanlığı yok neredeyse hiç. İnternet çocuğu. Benle
ortak yanı: Bana hayran, ve çok şey öğrenebileceğini görüyor. (Hayatımda sadece
kendimden bir şey öğrendim.)
-Seni seviyorum, diyor.
-Seni takdir ediyorum, diyorum.
Jackass seviyor. Üç-dört genç süpermarket arabasına
binip yokuş aşağı bırakıyorlar kendilerini. Ya yokuş bittiğinde ya da daha önce
bir yere çarptıklarında devriliyorlar, kafalarını gözlerini yarıyorlar.
Gülüyorlar.
Karnına koyduğu kurşun geçirmez bir kütleye mermi
sıktırtıyor bir diğeri. Kütleyi çekip karnından oflaya puflaya, yarayı
gösteriyor kameraya.
Gülüyor.
Trapezcileri hatırlattılar bana diyorum, seyretmem
için verdiği kaseti geri getirdiğimde, sadece yarısını izledim. Ama trapezciler
belli bir hüzünle yaparlardı işlerini. Yavşakça gülmezlerdi. Başardıklarındaki
hafif bir gülümsemenin haricinde hiç gülmezlerdi.
İçten içe kızdığını görüyorum, takdir ettiğini
biliyorum.
İşten ayrılıyorum yine!
Başka bir departmanın yöneticisi kadın hışımla odamıza
yürüyor. Demin telefonda tartıştık. O didişti, ben anlatmaya çalıştım: “İzin
verirseniz açıklayayım, sizin dediğiniz gibi değil, ama ancak konuşmama izin
verirseniz açıklayabilirim” türü laflar ediyordum. Sonunda “Sizinle
konuşulmuyor” diye kapatıyorum telefonu “suratına”. Hâlâ hissederim, üst kattan
topuklarını şaklata şaklata iniyor, benim odaya doğru geliyor hiddetle. Hemen
kalkıp odanın kapısını kapıyorum. Açıyor. Kapatıyorum. Açıyor. Kapatmamın işe
yaramadığını anlayıp vazgeçiyorum, eşikte tartışıyoruz. İçeri adım atmıyor,
Allahtan saygılı! Bir süre sonra eşiğinde olduğu krize giriyor, tam anlamıyla
çıldırıyor, bağırıyor, yan odaya alıyorlar. Aradaki buzlu cama yumruk ya da
tekme attığı, bizim tarafımızdan fark ediliyor. Küfürleri tam olarak duyulmasa
da, ne oldukları tahmin ediliyor, klasik “erkek küfürleri”...
Kadını sonunda zar zor
götürüyorlar, ortalık duruluyor...
Titriyorum...
Yediğim küfürleri düşünüyorum...
Bir erkek arkadaş geliyor, sohbet etmeye. Sıfıronüçe
bakıyor, aklına geliyor:
“Geçen gün soruyordun ya, bir erkek bir kadına nasıl
el kaldırır, diye... Bunu anlamam mümkün değil diyordun… Hâlâ soruyor musun?”
Başını iki yana sallıyor Sıfıronüç, gözleri bir körünkiler
gibi sabit… Benim kadar titrediğini de o zaman fark ediyorum...
Benden özür dilemezse o kadınla aynı masaya oturmam
diyorum. Mail ile iletsin işleri.
Herkes saygı duyuyor.
Patron hariç.
İşleri aksattığımı ima ediyor, arkamdan.
2 hafta kadın odamın yanından geçerken, geriliyorum.
Ya içeri girerse! Merdivenden inerkenki topuk sesleri ızdırap gibi geliyor.
Kadınlar ve bazı erkekler geçmiş olsun diyor, erkekler
ve bazı kadınlar bir tane çaksaydın suratına diyor!
Kadınsa hiçbir şey olmamış gibi işini yapıyor
gülümseyerek, gayet mutlu…
2 hafta sonunda, çalışma grubum patrona çıkıyor. Bana
ve daha önce onlara yaptıklarından dolayı özür dilemesini istiyorlar kadının.
-Tamam, diyor patron.
Tüm grubu karşısına alamıyor.
-Özür dileyecek senden diyor, beni çağırıp.
-Artık onun özür dilemesi yeterli değil, diyorum.
Hayretler içinde bakıyor.
İstifa ediyorum.
Bayılacaktım az kalsın, diyor Sıfıronüç, sevişirken.
(Çok iyi olmadığımı, alışamadığımı düşündüğüm bir sevişme: Ağzıma boşalabilirsin
diyen bir ufaklık!)
-KAMYON ÇARPMIŞ GİBİYİM.
-BÖYLE ÇIPLAKKEN Mİ!
Aylar sonra bir sabah yataktan çıkıyor, işe gidecek.
Özle beni, diyorum, yatağa gelip ayrılık öpücüğünü verirken; geriniyorum çıplak
yatakta sırtım dönük; her zaman yaptığım gibi, sevgililere. Özlemişim…
Özleyeceğim seni, diyor...
Bir daha görüşmüyoruz!
Günlüğümü okumuş o sabah...
(Ortalıktaydı: a) güven b) umursamazlık c)
dikkatsizlik d) hepsi e) hiçbiri f) e, ne?)
Beni terk ediyor...
Onunla sevişirken başka bir kadını hayal ettiğimi
okumuş... Açıklamaya çalışıyorum elektronik yolla. Dinlemiyor.
Seninle sevişirken kimi düşündüğüm seni hiç
ilgilendirmez, diyebilir miyim... (Düşünce özgürlüğü!)
Hayali bir konuşma geçiyor aramızda:
Ben: Senle sevişirken öbür beden, çıplak, onu en çok
görmeyi istediğim halde, uzaktan beni tahrik ederken, yatak odasının kapı
eşiğinde, dolgun bacaklarını ve kıçını göstererek kapıyla sevişiyormuş gibi
yaparken, birden durup bize doğru dönüyor. Bakıyor ters ters. Sonra çekip
gidiyor ve baş başa bırakıyor bizi.
Sıfıronüç: Onun yerine beni görmen için benim çekip
gitmem gerek belki de.
Karşıma yıllar sonra çıkan eski aşkımla tekrar beraber
olurum, yazdığımı okumuş... Aşksız, kadınsız geçen onca aydan sonra neden bir
anda iki kadın birden, diye bir serzeniş olduğunu anlatmaya çalışıyorum
elektronik yolla. Dinlemiyor.
Bir günlüğü okuduysanız okumamış gibi yapmanız yetmez,
okumamış gibi de hissetmek durumundasınız...
-Geriye dönmeye, daha fazla kurcalamaya hiç niyetim
yok. Kafamda bazı şeylerin değişmesi de hiç önemli değil, çünkü duygularım
değişmeyecek, diyor.
Ayrılma nedeni olarak gördüğü şeyin gerçek olmadığını
anlasa da duyguları değişmeyecek...
-Tam
bir histerik tepkisi, diyor geç yaşında psikoloji eğitimi alan bir arkadaş.
Zaten ayrılma nedeni olarak gördüğü şeyin gerçek olmadığını da muhtemelen asla
görmeyecek. Bu durumda kaybedeceği pek bir şey yok.
Beni gerçekten seven eski sevgilimi senin yüzünden
kırdım, diyor yazışırken.
Çocukla sevişirken beni düşündüğünü fark ettiğinde
anladığını söylemişti bana âşık olduğunu.
-Ne yapacaktın Sıfıronüç; beni düşünerek onla
sevişmeye devam mı edecektin. Onu aldatacak mıydın? Ve beni düşünürken onunla
seviştiğin için beni de...
2 yıl kadar sonra reklam ödül töreninin yapıldığı koca
salonda, numaralı koltuklardan tam önümdekine oturuyor. Selamlaşmıyoruz.
Bu ilk olmuyor.
Ağzıma boşalabilirsin, dediğini hatırlıyorum, önümde
oturan bu soğuk kadının.
Sıfıronüç’ün günlüğümü okuyup terk etmesi, kitap
çıkınca başıma geleceklerin bir uyarısı, bir provası sanki. Kitap basıldığında
o zamanki sevgilimden ayrılırım herhalde. Ya da basılmadan okuttuğum kadın beni
terk eder. Olası bir sevgili de beni yakından tanımak için kitabı okuyunca, bir
anda bu kadar içime girmeyi kaldıramayıp vazgeçer sevgili olmaktan. Ama kitabı
okuyup, işte bu, diyen birisi çıkarsa, beni gerçekten tanıyan birisini bulmuş
olurum. Umarım o benim de tanımayı isteyeceğim birisi olur. Sırf benle olmak
istedikleri için birlikte olduklarımdan sıkıldım...
BİTİRMEK BAŞLAMANIN YARISI
Sıkıldım...
Beni
işe almayan şirket sahipleri daha iyileriyle mi çalışıyorlar?
Kitabımı
basmayan yayınevleri daha iyilerini mi basıyorlar?
Ayrıldığımız
sevgililerim daha iyileriyle mi çıkıyorlar?
Babam
daha iyi bir oğul buldu mu?
Nasıl bir güçse bu, güçsüzler seni güçsüz
düşürebiliyor...
Kötünün tüm varlığına rağmen hayatı savunmaktaki en
önemli kanıt olarak kendi hayatımı sunarken, bir anda tepe takla gitmeye
başlamak.
Üst insanı savunurken deliren filozof gibi...
Ama o doğuştan deliydi.
34 yaşında hayata atılan biri; arkasından itilerek,
yaşadığı cennetten...
Tanrıya duası kısaydı bir zamanlar: “Tanrım,
biliyorsun...”
Duası
değişti sonra: “Para.”
Parayla
diğer eksiklerini kapatacağından değil, tek eksiği o olduğundan...
Gelecek planı da şuydu: “Böyle devam et.”
Tahmini, takribi ölme yaşı: 85 (Baba 90, hâlâ.)
Şimdi: “Lan n’ooldu...”
Birinin büyüsü mü tuttu... Aksi büyüsü... Ya da bir
dolu insanınki, birike birike…
İstisnayı kural gibi yaşarken şimdiki kötü durumu onun
için bir istisna...
Bir ilahi adalet durumu mu yoksa...
Kötülüğün, acının deneyimlenmeden de
hissedilebileceğini ve yazılabileceğini söylerdi, yoksa yanıldı mı... Bu
bunalımlı dönem ona, hata yapsın da insanları daha iyi anlasın, onlar gibi hata
yaptığı için onları suçlamasın artık, diye mi verildi?
Acı çekiyor ama henüz hata yapmadı...
Yapacak mı...
Böylece “insanız, hatalarımızla varız” demeye doğru mu
gidecek... Karşı çıktığı bu düşünceye boyun mu eğecek... Birbirlerini ağırlayan
körler ve sağırlar arasında onun da körleşmesi ve sağırlaşması mı gerekecek…
İnsanlara artık arkasını dönmesi için mi verildi yoksa
bu ders ona, koparmak için bağını onlarla, onu aşağı çekiyorlardı ya!
İnsanları safra gibi atıp yükselmek!
İnsana göre konumladığında kendini nasıl da abartıyor
gibi duruyordu; oysa Tanrıya göre konumlasa nasıl alçakgönüllü olur...
Ama zaten Tanrıya göre konumladığını söylüyordu!
Aslında tam olarak konumlamıyor muydu? Belki de tam
olmak yolu bu. İnsanlardan kopuk olduğunu düşünüyordu ama asıl şimdi başaracak
bunu...
İnsan hatalarına tamamen arkasını dönüp, yüzünü kendi
hatasızlığına mı çevirmeli...
Bu kadar güçlü olunabilir mi...
Ya da Robert Musil’in kahramanı Genç Törless’e
geçmişteki hataları için yaptırdığı şu yorum gibi bir denge durumu mu söz
konusu olan: “Bu alçalma geçip gitti, ama biraz bir şey kaybolmamak üzere kaldı
geride: İnsanın ruhundaki aşırı güven ve rahatlık taşan sağlamlığı alıp, onu
daha bilenmiş ve anlayış dolu bir sağlamlıkla donatan biraz zehir gibi bir
şey.”
Bileniniz var mı: Musil’in kendisi becerebildi mi
bunu? Beceren birini gördü mü?
Ölümü bile erken gelirse kabul etmeyi başarabileceğini
düşünmeye başladığı bir dönemde bunalıma girmek...
Yaşamın artık onu kayırmayacağını kabul mu etmeli...
“-Hocam bakın suyun üstünde yürümeyi becerebiliyorum.
-Peki bundan vazgeçmeyi becerebilecek misin?”
Kafka, “Bilgeliğin başladığının ilk belirtisi, ölme
isteğidir.” diyor. Bir yerlere varacağını düşündürüyor böylece, Kafka, diğer
yarısı…
Ama kurtlu yarısı olduğunu hatırlatıyor hemen: “Bu
yaşam katlanılamaz, bir başkası erişilemez görünür.”
Mutsuzluğunun nedeni çürük yarısını sağlamlaştıramamak
mı; çürüğün ona bulaşmasına engel olamama korkusu mu...
Çürük yarı engel mi, görev mi?
Hapis olduğun yerden kurtulmak için saplantılı bir
şekilde kaçmaya çalışmak yerine bekleyebilirsin de...
Kaçma, çıkma düşüncesi, karşılaştığı belayı tam olarak
kavramasına, hapishanesini tanımasına engel oluyor belki.
Kendini
bir kazazede gibi düşünmeli ve duruma uyum sağlamalı. O zaman kurtuluşu belki
önünde bulacak.
Kazazade...
Kötülüğü, iyiliği de unutmadan, iyi ifade etmek:
Tanrının bu hayatı yaparken yaptığı bu. İyi dediğimiz tasarım bu: Hayatın ve
sanat eserinin. Yoksa kötülüğün süpürülüp atılması ya da yok sayılması değil...
Kötülüğü dengelemek; onu iyi bir tasarımla anlatarak: Yaşamın da sanatın da
yaptığı bu...
Bunu fark etmek lazım: Bunalımı, intiharı, ölümü
anlatan bir metinden sonra bunalıma girip intihar etmek değil de çok güzel
anlatıldıklarını düşünmek: İntiharı, bunalımı, ölümü hissetmek, sana değmeden;
Tanrı gibi.
Cidden Tanrı gibi yaşıyordu demek.
Bazı insanların mutlu olmaması hayatın dengesi için
gereklidir, derdi. Bu lafın kapsamına mı girdi şimdi. Mutlu olamıyor artık.
Belki bundan sonra hiç mutlu olamayacak.
Büyük konuştuğu için mi.
Ondan büyük Allah var!
Ama daha bir şey görmediniz.
Daha büyük konuşabilir.
Daha da büyük.
En büyüğünü.
Ve bu sorumluluğu
kahramanına bırakamaz!
Yazar oysa, o olmalı büyük konuşan.
Bakın şimdi.
Tanrım neden muhtaç bıraktın beni bu insanlara: Hani
her zaman üstünde olacaktım onların, üstesinden gelecektim: Neden güdük
yazarlar gibi bir hayat dramına çektin beni: Senden asla büyük yazar olmayı
dilemedim: Hayatımı bana geri ver: Hayatımı geri istiyorum:
Kibirli mi davrandım: Sen de onlara katılıyor musun,
beni kibirlilikle eleştirenlere: Yaşadığımın yarısı kadar kibirli olduğumu sen
de mi göremiyorsun: Bunu da mı kibir olarak değerlendireceksin: Söyle bana:
Neye ihanet ettim: Söyle: Yoksa sen bana ihanet etmiş olursun: Eyüp gibi mi
yapacaksın beni? Her şeyimi elimden alıp sana boyun eğmemi mi bekleyeceksin:
Çok beklersin: Bindiğin dalı kesiyorsun: Sen olmasan ben olmazdım, kabul, ama
ben olmasam da seni kimse bilmezdi: Daha kötüsü: İyi bilmezdi: Kim savunurdu
seni: İyi seni, bu kötü insanlara: Ne Tolstoy ne Nietzsche: Seni anlatamaz
insanlara: Ben anlatabilirim: Arkamda olmaya devam et: Sana ulaşacağımdan mı
korkuyorsun yoksa: Babil kulesini yapanlara ettiğin gibi kendimle anlaştığım
dilimi mi karıştırıyorsun: İnsanlarla anlaştığım, beni sevmelerine alıştığım
ruh dilimi mi karıştırıyorsun: Bunu yapma: Sen bu değilsin:
Sen nasıl insanı, beni aşağılarsın: Bunu
yapamayacağını yazdığım için?: Otur: Otur artık: Gücünü kötüye kullanma:
Seni uyarıyorum: Benim kafamdaki hayat tasarımının
dışına çıkarsan kendini yalanlamış olursun: O kutsal oldukları söylenen
kitaplardaki acımasız Tanrıya dönersin: Gafillik etme: Yaşamımdan çek elini:
Bana meydan okuma: Kısa Çöp’deki ressam gibi davranmama neden olma: Yenilirsin:
Vaktim yok seninle uğraşacak; seni tasarladığım gibi kal: İnsanlarla uğraşmaya
dönmeme izin ver: Bırak geçeyim: Beni çarmıha gerdirme: Sana tapmayacağım;
otoriteni kabul etmeyeceğim: Bana verdiğin aklımın otoritesinden başka
otoriteyi dinlemeyeceğim: Beni ne sandın: Ben senin bildiğin peygamberlerden
değilim:
-İnsan Tanrının bir hatası mıdır? Yoksa Tanrı insanın
hatası mı?
-Babası demek istiyorsun… Evlat edinin oğlum birbirinizi,
getirmeyin şimdi beni oraya.
YETMİŞİME MERDİVEN DAYADIM KIRKIMDA.
Yaşamı sevmek, bir insanı sevmek
gibi bir şey değil. Yaşamı sevmek, insana kötü davransa da sevmek demek. Sadece
var olduğu için sevmek. Yaşamın iyi davrandığı birinin, örneğin benim, yaşamı
sevmem çok kolay. Seni seveni, hem de etkileyici biriyse, sevmek çok kolay.
Seni sevmediği zaman da sevebilecek misin onu? Seni sevmediği zaman etkileyiciliği
azalıyor mu yoksa gözünde? O zaman sen onu değil onun seni sevmesini sevmiş
oluyorsun, yani kendini sevmiş. Ama bu işte, insana sevgi için geçerli; yaşama,
başka… Yaşam beni şu son iki yıldır sevmediğinde ben yaşamdan soğudum mu? Evet,
biraz. Halbuki ondan vazgeçemem. Ondan değil sadece, onun varlığından değil,
onun iyi olduğu düşüncesinden de vazgeçemem. Onu savunmaktan vazgeçemem. Bana
ne kadar kötü davranırsa davransın, belki de bunu hak ettiğimi düşünüp,
kanıtlarını bulmaya emin olmadan arayarak, bir yandan da onu, benim ve tüm
insanların kötü durumundan bağımsız olarak savunmaya, mükemmelliğini savunmaya
devam etmem gerek. Çünkü dün tüm insanlar kötüyken iyi idiysem ben, bugün de
kötüyken ben tüm insanlar gibi, bir yerde birisi iyi durumda olabilir bize
rağmen. Ve yarın ben de umut edebilirim gerçekten, benim de iyi bir duruma
yükselebileceğimi, yine... Kimse iyi olmasa bile bir zamanlar iyi olduğum için
umudumu kaybetmeyebilirim; doğduğum için yaşamaya devam ederim. Yapılacak şey
beklentileri azaltmak olabilir. Umudun sınanması... İyi bir çağı yaşarken
umutlu olmanın anlamı yok, kötü bir çağ seni acıtırken umutlu olmakta iş.
Bunu başaracak insan kim?
O, ben değilsem, kim?
Gerçek kahraman.
Nerede O?
O’nu bulmalıyım...
Beyaz Atlı Prens...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder