1 Temmuz 2019 Pazartesi

1(3) Siyah Atlı Prens (M.S. 2000)




1.3
SİYAH ATLI PRENS


“Yazdıklarıma karşılık para almak harikulade bir kadınla yatağa girip seviştikten sonra kadının yataktan kalkarak çantasına gitmesi ve bana bir avuç dolusu para uzatması gibi bir şey benim için. Alırım parayı.” Bukowski

Yuvamı yapan dişi kuşlar. Kıyas kabul etmez kadınlar... Onları anlatacağım şimdi.
Ben aniden içeri girdiğimde adam sevgilimin üzerine boşalıyordu...
Böyle de başlanabilir, ama ben biraz daha klasik bir başlangıcı seçeceğim, biraz daha romantik. Yine de yukarıdaki cümle için bir açıklama gerekiyor sanırım: Aldatıldığımı düşünüyorsunuz, ama ne yazık ki aldatılmadım!
Ne yazık ki, mi? Ne yazık ki, mi?
Aldatılmayı isteyen mi var aramızda? Hatta, üstelik, bir de, aldatıldığına şahit olmayı isteyen? Gözü önünde?.. İtiraf ediyorum, ederim, ne var ki itiraflarım hep beni haklı çıkartır... Kimi haksız çıkartır peki? Artık onu da bilen bilir... Aldatıldım evet, ama tamamen başka şekilde, sizin, hadi canım o da aldatılma mı diyeceğiniz şekilde, bence aldatılmaydı ama… Peki neden yukarıdaki türden bir aldatılma yaşamadım diyorum, ne yazık ki? Sanırım şundan: Hani insan kendinde olmayana özlem duyar ya, erkek kadına, şehirli kırsala, arabada giden yürüyene, dondurma yiyen kahve içene...
Anlayacaksınız... Umarım...

-RUH MU BEDENİN HAPİSHANESİDİR, BEDEN Mİ RUHUN?
-BİRBİRİNİN GENELEVİ OLSALAR.
Buradan başlamalı, bu evden. Evet buradan başlayacağım. O kadar çok şey var ki, küçük küçük, parça parça, hepsi notlar halinde, hafızama güvenirsek; ama nasıl anlatmalı, karıştırmadan, tabii sizin aklınızı da... Hayatımdaki evleri anlatmalı, şu an içinde bu satırları yazdığımdakinden başlayarak. Evler... En az kadınlar kadar önemli hayatımda. Bazı durumlarda kadınlardan da çok. Çünkü yazmak... Çünkü yazmak... Bitirmeye gerek var mı cümleyi...
Şu an 15:25. Kıyının biraz gerisinde, küçük bir tepenin üzerindeki apartmanın en üst katından yarı kuş bakışı baktığım iskeleden bir vapur kalktı şehrin merkezine doğru... Boğaziçi Özel Gezi Seferi bu, özel olmayanın üç katı fiyatına. Turistik! Her gün gezilmesin diye Boğaz, sıkılırız sonra! Akşam üzerleri şehre denizden dönmek ilginç olurdu, ama bu “özel” seferle masraflı, her gün olmaz. Akşam saatlerinde şehrin merkezine başka vapur yok; sadece sabahın erken saatlerinde, işe gidenler için; ve akşam saatleri hep merkezden buraya, işten dönsünler diye o gidenler. Arada gidip geleceksen, otobüs kamyon jip bip! Denizlerin şehri İstanbul, ama gezmişlerin değil... Deniz otobüsü 18:00’de kalkacak. O bile Boğaziçi Özel Gezi Seferinden daha ucuz ama hiç zevkli değil. Adı üstünde işte: otobüs; denizden gitmiyor sanki. Hangisi daha yakışıklı? Daha çok, ana-oğul gibiler. Yaşla ilgisi yok, hızla da yok ilgisi, oturaklı olmasıyla daha çok vapurun. Tanrı gibi seyrediyorum üstten... Yarı Tanrı gibi... Yarın Pazartesi, ikinci (b)ölümüne başlamaya karar veriyorum artık kitabın...
Kitap? Kitabı mı düşünüyorum? Daha çok kendimi düşünüyorum... Zaten kitap denilen şey, yazılmaz. Kitap yazıyorum lafı yanlıştır. Yazarsınız, kitap olur; olursa... Aynen trenin altına atamayacağınız gibi kendinizi; atlarsınız, tren üstünüzden geçer; geçerse...
Bugün pazartesi. Dün akşam aldığımız porno filmi atlaya atlaya bir kez daha seyredip sonuna doğru boşaldım... Bu cümleyi her okuduğumda bir kez daha istiyorum... Dün akşam zeka yarışması yaptık televizyonun karşısında, 102 aldım, 12 ile 17’yi toplayamayacak kadar yorgun, içkili, yarı umursar ve hemen cevap verme zorunluluğundan tedirgin; zekayı mı ölçüyorlar, refleksleri mi! (Ev sahibim 90 aldı, en fazla 65 verirdim elimde olsa. Tabii her zamanki erkeksi rekabetler; kadın bir de bunlar: Cevabı bulduğunda yüksek sesle söylüyor, bildiğini göstermek için. Halbuki benim kopya çekmeme olanak tanıyor. Ama ben kopya çekmem.) Zeka yarışmasından sonra ısrarı üzerine biraz önce seyrettiğim porno, da değil, daha çok erotik filmin ilk gösterimi yapıldı, halbuki ben tek başıma seyretmek için aldırmıştım: Sen söylersen söyle, porno film yok mu diye, yoksa ben söylemem dedim; önce erotiklere baktı tezgahtan, sonra, başka yok mu, dedi, daha açık. Daha serti yok mu diye soran bir kadına rastladığını söylemişti daha önce, her zaman gittiği videocusunda, ama öyle sormaya cesaret edemedi, adamın anlamasını bekledi daha çok: Adam biraz ilerdeki arabaya gitti, getirdi: Erkek işi; sert erkek... Dün zeka yarışmasından sonra seyrederken filmin ortalarına doğru tahrik olundu ve sevişilmeye başlandı, şimdi hangi bölümlerde sevişiyor olduğumuzu hatırladım. Sevişirken üzerimde fazlaca hızlanması, oturup kalkmalarının artık tehlike yaratması nedeniyle durduruldu, biraz kilolu, ayrılındı; “ileri geri konuşuyorsun” gibi, denemez mi: “ileri geri sevişiyorsun” diye, sevmediğin kadına; ayrılındı ve köşelere çekilinip filmin sonu seyredildi. O küskün; sanırım, umarım; ben umursamaz; baştaki görüntülerin biraz değişiğini sona koymuşlardı, ve yatıldı. Her zamanki gibi salondaki koltuğun üzerinde yattım. Giderek daha rahatsız olmaya başladı ve akşamdan içkili olduğum zamanlar sabah erken kalkamıyorum; uzun zamandır içmiyordum: yeni evin şerefine bu günlerde. Erken kalkamıyorum, dediğim, ilk deniz otobüsü gittiğinde, bu da 7:30 eder. Hiçbir zorunluluğum olmadan. Yine de o saatte çoktan aydınlanmış oluyor ortalık: “Güneş üzerine doğmayacak.” dermiş dedem. 6:00 gibi kalkmam gerekiyor. Henüz tam oturtamadım buradaki varlığımı, 1 hafta oldu.

KARADENİZ BİR BAKİRE,
MARMARA KIYIDAN KIYIDAN FLÖRT EDEN BİR GENÇ KIZ
(İSTANBUL BOĞAZINDAN ÇANAKKALE’YE GENİŞLEYEN),
EGE FIKIR FIKIR BİR KADIN,
AKDENİZ TAM BİR FETTAN.
3 oda bir ev burası. Öndeki oda biraz büyükçe diğerlerinden, dikdörtgen şeklinde, dar kenarı denize doğru, geniş kenarı yandan biraz denize ve daha çok kasabaya bakıyor; şehrin az uzağında, içinde sayılır kasaba... Öndeki manzara solda Karadeniz tarafını kapatan bir bina nedeniyle neredeyse yarısına kadar bölünüyor ama sağa doğru boğazın ilerlerini, Yeniköy’e kadar olan kısmını gözlemleyebiliyorum. Gemilere sen geç sen dur diyorum, dinliyorlar; sen, biraz açık al virajı, çarpma kıyılarımıza!.. Arnavutköy Akıntıburnu kıyısını, seksen gemi çarptıktan sonra, betondan değil de daha sert bir maddeden, sanırım çelikten yapıyorlar, bir şey değil artık kıyıya, gemiye olacak olan, güümmm, çelikten bir duvar, kitlenmesinler artık onlar da oraya... Ön dar kenarda sağda ve solda birer tek kişilik koltuk var, ortalarına bir sehpa da alarak karşılıklı sığışıyorlar. Soldaki koltuk benim, bu manzarayı izlediğim. Sağdaki koltuk daha az manzara görüyor, dediğim gibi, daha çok Boğaz’ın Karadeniz girişini, Anadolu Kavağı’nı ve tepesindeki kaleyi arkasına saklamış binaları görüyor, ev sahibimin gördüğü bu, ve tabii bir de sol taraftaki koltukta oturup boğaza bakarak hayaller kuran eski günleri hatırlayan, geleceği bazen düşünen ve fazlaca uzayan, huzuruna kadar uzayan kıştan sonra artık keyifli günler geçirmeye başlayacağını düşünen bendenizi görüyor... (Keyifli günler dedim, evet: Yazmak keyifli bir iştir kim ne derse desin, keyifsiz olan, acıtan o değil öbürüdür, yani yazamamak... Peki: Yazmamak? O var mıdır?)

Neredeyse tüm gün evdeyim ve dördüncü kitabımı yazıyorum... Ilık suyumu içip hızlı bir kahvaltıdan sonra küçük suratın karşısına geçiyorum. Tüm yazı burada geçirip kitabı kolaylamak istiyorum. Ev sahibiyle aramızda sorun çıkmazsa. Henüz daha ilk kitabım yayımlandı, peki ikinciyle üçüncüye ne oldu? Atladım onları diyorum, dördüncüden devam ediyorum, sonra da sekizinciyi yazacağım! Böyle zengin gösteriyor! Yayınevi atladı aslında ya, neyse.

Eve küçük suratı ilk getirdiğim sabah şöyle yazmışım günlüğüme:
“6 mayıs 2003 Salı... Sabah. Sarıyer. Eve geldim ve bilgisayarımı koydum manzaranın karşısına. Anlatacağım sonra. Yazmaya başlamalı şimdi...
Akşama doğru: Tüm gün bilgisayarın başında, yazmaya çalışacağım metin ekranda açık olarak öylece oturdum ve sevindim. Tüm gün sadece sevindim...”
Bir ışık sorunu var, fazla aydınlık etraf, küçük suratın ekranını görmemi engelliyor, gözümü alıyor. Güneşliğini gözlerime kadar indirdiğim bir şapka takıyorum. Böyle yazacağım aklıma gelmezdi, böyle bir sorunla karşılaşacağım. Son birkaç yıldır güneşi sevmiyorum, sadece doğarken ve batarken, görmeyi engelliyor etrafı, göz kamaştırıyor, bir kadının göz kamaştırıcılığı gibi, çoğu kişi fark etmemiştir bunu, hâlâ güneş severler (ve kadın). Nasılsa, Zerdüşt bile, en güzel zaman güneşin öğle vaktidir diyor, yani her şeyin aydınlık olduğu zaman. Halbuki her şeyin en net göründüğü zamanlar sabahın ilk ve akşamın son vakitleridir, öğleye en uzak iki vakit; güneş öğlen nesneye düşer ve aydınlatır onu evet, ama gözümüze de düşer ve görmemizi engeller...
Bulutlu havaları seviyorum, hem şekillerle dolu gökyüzü daha bir bakılası oluyor, sonsuz deniz yerine karşı kıyıyı tercih etmem gibi, Boğaz çocuğu. İlginç bir durum bu, Emirgan’daki evde yoktu bu sorun. Orası iki katlıydı. Ben çatı pencereli odada yazdığımdan parlaklık rahatsız etmezdi. Alt kattaki büyük pencereli salondan güneşi doğururdum önce: Bir keresinde sevgilim yukarıda henüz uyurken şunlar çıkmıştı (kalemimden derler ya): “Ne ukalalık güneşin doğduğunu düşünmemiz, güneşin yükseldiğini; halbuki biz, arkamızda kilometrelerce yeryüzüyle, o kocaman ateş topuna, bizi ısıtmaya ve aydınlatmaya devam etmesi için yalvarmak üzere eğiliriz.” Güneş artık bakılamayacak kadar büyüdüğünde üst kata çıkıp yazmaya başlardım, bir saat kadar küçük pencerenin perdelerini çeker ve güneşi keserdim aslında ama ondan sonra gerek kalmazdı zaten, oda hep belli bir loşlukta olurdu, belli bir hoşlukta. Şu andaki gibi değil boşlukta. Şimdi düşünüyorum da bu iki yaz önceydi ve yazarken manzaraya bakmam gerekmiyordu. Şu anda bakmak istememin nedeni, iki yıldır Beşiktaş Ihlamur’daki evimde bırakın denizi ve yeşilliği, gökyüzünü bile ancak iki binanın izin verdiği aralıktan görebiliyor olmamdı... (Ihlamur’daki evle sevgi -ama aşk değil- nefret ilişkim oldu; bazı kız arkadaşlarımla olduğu gibi; evleri güzel olan bu iki kız arkadaşımla. Kız yerine kaz yazmak geldi klavyemden. Klavye sözcüğü de kavalye’ye ne kadar benziyor.) Alışacağım... Sarıyer ve Emirgan’ı karşılaştırmamak mümkün değil, yoksa ortak yanları sadece ev olmaları ikisinin de... Beni ağırlayan ev sahiplerimin ortak yanları gibi; ikisi de kadın; tüm kadınların dünya yaratıldığından beri ortak özellikleri dışında pek bir benzerlikleri yok... (Ama zaten beni de bu ortak özellikler ilgilendiriyor.)
Şu anki ev sahibimle 2 ay kadar önce internetten tanıştık. Fotoğrafta çok güzeldi ama biraz ukalaca bakıyordu, o nedenle aylar önce profilini fark ettiğim halde yazmamıştım... Bir gün onu bana yazmış buldum... Konuştuk buluştuk... Fotoğraftaki insandı ama o kadar güzel değildi... Çok iyi niyetli, saf, bu anlamda güzel bir insandı fotoğraftaki ukala bakışın tersine, ama benim sevgili olarak isteyebileceğim biri değildi ve bunu da ona bildirdim bir süre sonra... Anlamazlıktan geldi devamlı... Ondan sevgili olarak hoşlanmamam ona anlaşılmaz geliyordu, o kadar taliplisi vardı ki! Bir erkek ondan hoşlanırdı doğal olarak, hoşlanmıştı bugüne kadar. Böylece, o fotoğrafındaki ukala gülüşünün aslında aptalca, yarı açık ağzının belki de şaşkınlıktan -neye şaştıysa- ve üstten bakışının “olası bir ihtimalle” saflıktan kaynaklandığını anladım... Çok kötü bir evde kalıyordu İstinye’de, artık taşınmak istediğini söylüyordu ve benim Boğaz manzaralı yerlerle ilgili özlemimi dile getirmemle ev aramalarına “Boğaz manzaralı” sıfatını da katarak çok az bir kira farkına öyle bir yer buldu... Burada yaz gündüzleri, dedi bana, nasılsa o işteydi, anahtar yaptırdı, bana sordu falan nasıl düzenlemeli diye evi. Tehlikenin farkındaydım, ama henüz tatlı bir tehlike olarak adlandırıyordum bunu. Evde kalmaya başladım gündüzleri ve tabii normal arkadaşlık görüşmeleri içinde kalmak üzere bazı akşamlar. Ki daha önce, sevgililiği dayatırsan bir daha görüşmem senle, demiştim ve peki, demişti, seni hayatımda nasıl olursa olsun istiyorum. (Ne olursa olsun istiyorum, mu demişti yoksa!?) Hatta, sevgililerim olabilir, konusunda da anlaşmıştık bir gece, şaşırmıştım. Bir gün akşam evden gittiğim için sitem etti, ben seni hep yanımda istiyorum, diyerek niyetini, niyetinden vazgeçmediğini yine belli etti, benim ondan daha çok fark ettiğim niyetini; ama sonra geçti. Alışacak diyordum.
Muratçıl koydum adını; evin çatısından kocaman kanatlarını açarak kendini bıraktığında, manzaraya sakin sakin bakan gözlerimin önünde birden belirip kıyıya pike yapan martılar gibi onun da evinin üzerinden bana pike yapma çabalarını adlandırarak.

Bu onun:
Murat’ım
Uysal mı, vahşi mi
Renkli mi, yoksa sade bir hayatta mı
Aşkım mı, sevgilim mi
Tutunamadığım dalım mı.

Bu benim:

Birbirimize, günaydın, demiyoruz. Suratlarımıza bakmıyoruz, bakışlarımızı manzaraya çevirmiş yunusları seyrediyoruz. Burası iyi, bu ev iyi bu manzara iyi biz iyi değiliz insanlar iyi değil. Sadece yunuslar, yunuslar iyi. Martılar. Haykırarak ezan okuyan adam iyi değil, her bağırışına uluyarak karşılık veren köpek iyi...

Çok heyecanlı kalkmıyorum sabahları. Yine de mutluyum. Mutlu olmalıyım. Burası düşeş gibi geldi. Rahatım. İhtiyaçlarım karşılanıyor. Sarıyer tarafını o kadar da iyi bilmediğim için tatil yeri gibi geliyor. İşte keşfedilecek bir yeri daha yıllardır yaşadığım şehrin. Hayatımda bir aşk da var Emirgan’dakinden farklı olarak. Çevrem o zamankinden az geniş de değil.
Kışın üzerimdeki etkisi çok iyi olmadı, en azından gelişmem gereken ölçüde gelişemedim insani anlamda. Eve kapanmak, az insan görmek ve bunun uzun sürmesi yordu. İkinci kitabım bir yıldır yayınevinde, söylemiştim, çoktan basılmış olması gerekiyordu. Üçüncü kitabım da hazır, bekliyor, neyi bekliyorsa... Yaptıklarımın karşılığını görmek istiyorum belki. Of sıkıldım... Yazmak istemiyorum...






İNTİKAM
Bir anlam geldi kurcalamaya başladı kafamı, arttı hamile beynimin sancıları.
Düşünceler can simididir, kurtarır insanı...
Bir iş geldi böldü düşüncemi, kesildi doğmamış çocuğumun tekmeleri. Zorunluluklar katildir, öldürür fikirleri.
Bir zaman geldi aldı götürdü aklımı, hatırlattı hafızam bana yaşlılığımı. Şimdi kim alacak o ölülerimin intikamını…







 Hayatta çoğunlukla mutsuz, ara ara mutlu oluyorum son bir yıldır; diğer insanlara benzedim. Tanrı bu metni yazmam için beni mutsuz etti belki, mutlu mutlu edebiyat mı yapılır! Ben buna inanırdım ama, böyle yapardım, yapmıştım hep... Sadece insanlarla biraradalıktan mutsuz oluyordum; bu, dediğim gibi, kendi içimde mutlu olmamdandı; ama kendime dönünce, ilişkiler bitmiş olsa bile mutluluğuma dönebiliyordum. Şeytan tüyüm olduğunu söylerdim, söylerlerdi, görürdüm, görürlerdi, ama bu son bir yıl hiç de farklı davranmadığım halde şeytan tüyüm kaybolmuş gibi. Şu mu demek: Gerçekten bir şeytan tüyüm vardı.
Zor bir kıştı, diyorum ya, aslında abartıyorum, her zaman olduğu gibi. Hayatımdaki kötülüğü abartırım, çünkü çok yoktur. Abartınca daha da dikkatimi çekecek, önemsenir bir konuma gelecek ve hakim iyilikle dengelenecek, daha başa baş bir çekişme olacaktır aralarında, diye belki. Çünkü hep iyilik kazanır, her zaman iyilik hakimdir, onun otoritesi geçer, hayatımda. Benim çoğu kez zor anlaşılır ve bazen de zor anlayan bir insan olmamın nedeni budur: Dramlardan geçerek aydınlığa kavuşmadım ben, aydınlığa doğdum... Ben üstten, Tanrı gözüyle bakarken, insanlar düştükleri çukurdan, insan olmayı becerememiş biri gibi bakarlar.
Tabii gerçek ukalalar görürüm bazen yukardan bakınca, esas sorun olan onlar, beni ukalalıkla suçlayanlar. Çukurdayken başını dik tutmak tamam da, çukurda değilmiş gibi görünmeye çalışanlar. Kış kötü geçti. Şu anda kışı kötü geçen, hatta hayatının son dönemi, birkaç ya da bir beş yıllık dönemi, hatta neredeyse hayatının tümü kötü geçen insanlara bolca rastlanıyor şehirde. Ekonomik kriz diyorlar ama kriz insanların içlerinde. Benim son kışım da her nasılsa onlarınki gibi geçti. Her nasılsa. “Sefahatte buluşamayınca sefalette buluştuk!”
Gerçek bir safahat hayatıydı Emirgan’daki... 3 yıl kadar önceydi. Bir kadınla beraberdim; ona âşık değildim ama iyi bir ilişkimiz vardı; o ise bana âşık olduğunu söylüyordu; hayatının adamı olduğumu falan; benden bir çocuk istiyordu. Şimdi başka bir kadın var hayatımda. Kirpiğim. Ona âşık olduğumu düşünüyorum; o beni bana âşıkmış gibi önemsemiyor ama sanki. Bir de Muratçıl var; özel hayatıma karışmayacağı sözünü veren ama sonra dayanamayıp kıskanan.

-BAZEN CİDDEN BENİ SEVDİĞİNİ DÜŞÜNÜYORUM.
-BEN GİDEREK SEVERİM, ZAMANLA YA DA UZAKLAŞARAK…
Her şey birarada olmuyor! 3 sene önceki ev sahibime âşık olsaydım demeyeceğim; ya da şu an âşık olduğum kadın bana âşık olsaydı keşke... Maddi durumu daha iyi olsaydı, ya da daha zor ama benim maddi durumum. Çünkü o her ne kadar tersini iddia etse de parasızlık bizi ayırabilir. Her ne kadar kısa saçlı kafamın arkasını okşayıp bir çocuğun, kendi içinden çıkacak bir çocuğun kafasının arkasını okşarmış gibi hissetse; senin çocuğun güzel olur, dese de. Onun âşık olabileceğini düşünmüyorum, yani aşk duygusunu hissedebileceğini; bu duyguyu bana hissetmediğine göre... Bir önceki ilişkisi için, beni çok mutlu etti, demişti ama adamın fotoğrafını gördüğümde parası ve belki de sevişmesi haricinde bir kadını mutlu edebilecek bir tip değildi; tabii benim bakışımla, benim yanımda, ben varken, ben gibi biri varken... Evet, bir kadını mutlu edebilecek tip değildi eski sevgilisi çünkü bir kadını mutsuz edebilecek bir tip değildi; peşinden koşturacak, kalbini deli gibi çarptıracak... Ona iyi bir hayat sağlayabilirdi; iyi sevişirdi onla, o da belki, o kadar... Bu tam evlilik, aşksız evlilik, mantık evliliği diyorlar ama evleniyorsan mantıktır zaten... Benim 3 sene önceki sevgilim aslında birçok adamı kendine âşık ettirecek bir tipti, yani öyleydi herhalde, oluyorlardı çünkü ona âşık; aşk diyoruz, ayrıntıya girmiyoruz, çünkü bir dolu yan faktör vardı kadında, vardır kadında; o böyle bir kadınken, yani âşık olunabilecek, ben ona âşık değildim... Güzel bir ilişkiydi sadece, güzel bir hayattı, heyecanlıydı, ama işte aşk... Oysa o, ona âşık olduğumu ama duygularımı belli etmediğimi düşünüyordu; kendisine âşık olunmaması imkansızmış gibi. Muratçıl da sormuştu bana, neden beni sevmiyorsun? diye, nasıl olur da beni sevmezsin, demek ister gibi. Oysa ben de şu an âşık olduğum kadının, bana âşık olmadıysa aşk duygusuna uzak bir insan olduğunu düşünüyorum; diğerlerine benzer bir ukalalık mı!
Hayır; bunu kabul etmiyorum; ben hayran olunan bir insan olduğumu bana hayran olanlar var diye bilmedim!

-AMMA ÖVDÜN YAKIŞIKLILIĞINI, SEN ALAİN DELON MUSUN?
-HAH! ALAİN DELON YANIMDA JEAN PAUL BELMONDO GİBİ KALIR BE.
Abartıyorum, evet. Tamam, zekamla birlikte yakışıklılığıma da çok şey borçluyum; ama ödedim borcumu, hatta alacaklıyım da belki; önceleri, yıllar önceleri, kadınların ilgisi olmasaydı daha az sosyal bir adamdım; belki daha iyi bir yazar ama mutlu bir yazar değil; önceleri öyleydi evet. Evet, hayran olunan bir insan olduğumu bana hayran olanlar var diye bildim; ama orada kalmadım, devam ettim; böylece kendimi bildim, hep hayran olunacak bir insan olduğumu bildim; bildiğim için de bunun üzerine gitmedim; fotoğrafı çekilmezse deliren pop starlar gibi bağımlı kalmadım bana hayran olanlara...

Neden birine âşık oluruz da diğerine olmayız? Neden Kirpiğim’e âşıktım; eski ev sahibimi sadece seviyordum ve Muratçıl’ı o kadar da sevmiyordum... İlk aşkımı yaklaşık on sene kadar önce tanımıştım, o da bu son aşkım gibi bana âşık değildi; benzer yönleri ikisinin de hayatı başarmaya çalışmalarıydı, çok da uğraşmadan, bir işte çalışıp para kazanarak ayakları üzerinde durmak ama bir erkek olsa da kurtarsa onları bu hayattan diye düşünmeden de edemeyerek... Aşkı hayatın bir köşesine atmak. Ruhunun bir köşesine. Varsa. Köşe değil ruh... On sene önceki o aşkım, bir arkadaşıma şöyle demişti: “Benim bir hayatım var; Murat ne ki!”
Sonra çevresi var diye karizmatik görünen bir adamla birlikte oldu! Onun bana âşık olmamasını doğal buluyorum şimdi, çünkü ben on sene önce adam değildim; on sene falan önce doğdum ben, 22 yaşlarında, ondan önce yaşamadığımı kolaylıkla söyleyebilirim ve bu yanlış olmaz; tıpkı şu an gördüğüm bir dolu insanın yaşamadığını kolayca ve doğruluk payı yüksek olarak söyleyebileceğim gibi. Bu on seneden önce ne idüğü belirsiz, canı sıkılan, asosyalleşmeye meyilli ve bunu belli bir amaç, örneğin yazmak için kapanmak gibi geçerli bir neden olmadan yapan biriydim. Yazmaya, düşünmeye başlamamıştım daha...

-AŞK BİR GECELİKTİR...
-BENCE AŞK BİR SABAHLIKTIR.
Beş sene önce ise karşılıklı bir aşk yaşamıştık başka bir kadınla; gerçek bir aştı o; ikimiz de âşıktık, öyle “sevip de kavuşamazsan, ya da karşılığını görmezsen aşk olur”lar bana göre değil; siz de inanmayın, çok çalışılıyor çünkü bunun aşk olduğuna inandırılmaya; aşk bu değil. Peki o zaman ondan, o beş sene önceki aşkımdan neden ayrıldım? Tanrı bana bir aşk verecek dediğim günlerde ortaya çıkmıştı ve “işte bu” demiştim ama dediğim gibi her şey birarada olmuyor, bazı şeyler eksikti; bende 5 senede epeyce oturmuştu bir şeyler ama onda eksikti; sadece âşık olmanın yetmeyeceği kadar mükemmeliyetçi bir insandım o zaman; şimdi değil miyim?
Peki neden bir erkeğe yıllar boyunca âşık olurken kadınlar, bir gün gelir ve âşık olmamaya başlarlar... Bir değişiklik yokken erkeğin hayatında... Hayatımdaki kadın bana tek şekilde ihanet etti bugüne kadar; bana âşık olmayarak. Bugünlere kadar çok az kadın ihanet etti bana. Bugünlere kadar... Şu son dönem... Şu an tanıştığım kadınlar bana art arda ihanet ediyorlar. İşte keyifsizliğimin esas nedeni. Kadınlarla hiçbir zaman sorunum olmadığı ve onları rahatlıkla ikincil görebildiğim halde, şimdi sorunum olunca... Buraya geliriz...
Eski ev sahibime âşık değildim; onu bir dost olarak görmüştüm, onun beni dostu olarak görmekle yetinemeyeceğini söylemesi üzerine bir ilişkiye dönüştü dostluğumuz. Ona asla, sana aşığım, demedim, ona âşık olmadım, birine zamanla âşık olmam; gözlerim o kadar da kapalı değildir, bana zamanla âşık olanlar, âşık olduğunu fark edenler diyelim, oldu çünkü; bir kez, eski ev sahibime, sana aşığım, dedim ama dalga geçiyordum. (Ayrıldıktan kısa bir süre sonra aradığımda, hayatımda biri var demişti, inanmamıştım, kısa sürede ilişkiye girebilecek bir kadın değildi, hem de bana o kadar âşık olduğunu söylerken hiç değildi, inanmamıştım ve “tabii tabii ben de sana aşığım!” demiştim.)

İki katlı bir evdi yaşadığımız. O kiralamıştı. Beni ilk dolaştırdığı günü hatırlıyorum. Gururluydu. Heyecanlıydı. Çok mutluydu. Daha mütevazı bir evden taşınmaya karar vermişti buraya, boğaz manzaralı, yeşillikleri içinde, ferah. Çatı katına çıkartı beni ve üç odadan Karadeniz tarafına doğru olanı gösterdi; iki küçük çatı penceresi vardı ve bir kenardaki ahşap duvar kırk beş derecelik bir açıyla yere iniyordu; burası senin odan, dedi, gülerek, henüz birlikte yaşamıyorduk... Diğer taraftaki oda yatak odasıydı, ortadaki de ardiye (ki ardiye dediğim başkasına epey yüksek bir fiyata kiralanabilirdi; bir kadına mesela; hah hah ha; ben de oyuk bir gözle yazmaya çalışırdım manzaralı odamda...) Alt kattaki camlar çok genişti ve neredeyse yüz seksen derece bir açıyla görülüyordu etraf... İşte bu evi gezdirdi bana; ki o genelde işte olacağı için evin tadını ben çıkartacaktım; çıkarttım; ilk sorduğum şu oldu: Ödeyebilecek misin kirayı? Öderim, dedi güvenli bir sesle, sanki çoktan planlanmış, ya da neredeyse umursamaz, senle berabersem önemi yok, demek ister gibi...

YA DA ve AMA
Sevgi uğraşılarak kazanılan bir şey olabilir, aşk piyango biletidir.
Ya da…
Sevgiyle köşe başında çarpışmazsınız, aşk düşmekte olan saksıdır.
Ama…
Sevgi ağaçsa, aşk sonbahar yaprağıdır.
Yaşamaya başladık. Ben tüm gün evde yazıyordum, o işte didişiyordu; bu yüzden bazı akşamlar eve iş getiriyordu, gelip benle didişiyordu... Eve ona olduğumdan daha fazla hayrandım ve neredeyse tüm günümü onla geçiriyordum, yani evle. O, akşam geliyordu dışarıda buluşmuyorsak. Beş yıl sonra olsa yetinilebilinir bir ilişki diyebilecekken, beş yıl önceki gibi âşık olacağım bir kadın bulma umudumu saklı tutuyordum... Yazılarımla çok iyi ilgileniyor, tutkularımın doruk noktasında tatmin etme ihtiyacımı yazılarımla karşılıyordum. Bir de âşık olsam tam olacak dediğim oluyordu, insanların “tam” dediğinin çok üstünde bir tam olma duygusuyla. Belki de bu yüzden, e o kadarı bana bile fazla, deyip, mutluluğuma geri dönüyordum, ukalalık yapmıyordum o kadar da. Zaten çok da iyi geziyorduk, şehir içi şehir dışı, kafayı takmamak için insanların kullandığı yöntemleri kullanıyorduk. Arkadaş gurubumuzla eğleniyorduk, ben herkese çok yakın olmadan onları gözlemleyebiliyor, bir dolu yaşantıya o yaşantıların aptallıklarına katlanmadan tanık olabiliyordum, ya da sevgilimin anlattıklarıyla yorumlar getiriyorduk, o daha çok hayatın, o hayatın içinde yaşıyordu ne de olsa…
Benim tek başına takılmalar için biriktirdiğim ve meyhane ya da gece hayatı, şehir dışı tatil gibi lüks sayılabilecek harcamalardan ayrı tutuğum param bir yana, sevgilimin harcamaları sayesinde bu lükslerden de geri kalmıyordum. Hiç sorun olmuyordu para konusu aramızda; mutluyduk. O bir evlilik ve çocuk, benimle bir gelecek planları yapıyordu; belki uyabileceğini bile düşünüyordum bana bu planların. Daha çok bana olan ilgisinin tadını çıkartıyordum. Benden bir çocuk istemesinin. Benimle gurur duymasının. Benim gerçek duygularımı çok da bilmeyen insanların ilişkimize gıptayla bakmasının tadını çıkartıyordum.

Tabii gerçekçi düşünüldüğünde, önceleri, henüz arkadaşken, yani ben öyle sanırken çok daha mutluydum. Oluşmakta olan bir şeyler vardı. Yeni bir şeyler. Aşk olması gerekmez. Ben buna mı âşık oluyorum, yeni bir şeylere? Aşk nedir ki zaten, birisinin size hayran olması. (AÂÂâÂşık olduğum kadınlarda bu tanımı vermiyorum!) Böyle açıklandığında aşk olmasa da birisi size hayran olabilir. Ya da insanlar sadece hayran olduklarına mı âşık olurlar? Olmadı, şu: İnsanlar hayran olduklarına hep âşık mı olurlar?
Âşık olmayacaksanız, o zaman dostluk olarak da kalabilir, niye sahiplenesiniz ilişkiye dönüştürüp, daha doğrusu niye sahiplenilesiniz... Sonuçta yaşadığımız şeyler hoştu, haz almıştım, başkası olsa da haz alır mıydım? Niye olmasın, onunla doğmamıştım onunla da ölmeyecektim. Birisine âşık olmak saçma gelmiyor mu size de? Yani bazen? Sizden hoşlanmasıysa istediğiniz, başka birisi de olabilir. Tabii herhangi birisi olmaması için biraz beğeninizi, seçiciliğinizi devreye sokarsınız. Sizi seçecek jüriyi seçmek gibi bir şey... Peki ama jürinize âşık olmak! O da ne demek!

Hayata sahipleniyorum ben, ve sadece hayatın beni sahiplenmesine izin veriyorum. Ama aşk. İlk tanışmanın heyecanıysa, birbirine duyulan ilginin platonik aşamasının gizemiyse, ilk öpüşmenin, sevişmenin yakıcılığıysa... işte bu kadar. Özneye niye yöneliyor ki... Bu saydıklarımın gerçekleşmesi... İşte, hayatın tatlarının... Yemeğe âşık olur musunuz? Kalamarla aşk! Hah! Kalamarla yaşadığımız yaz aşkıymış, beyaz şarapla daha uzun bir ilişki yaşadık ama o da bitti... Yoksa ona giderek bağlanıyordum... Hah!
İlla ki söylemek gerekirse; ona âşık olmamam onun suçuydu. Yine aynı şey; bugüne kadar ona hep âşık olunduğu için benimle de öyle olacağını düşünmesi. Peşlerinden koşulan tüm çekici kadınların, diyeceğim ama; çekici mi? Şimdi: Yüzle (saçları falan da katmak lazım) bedeni ayırmak lazım! Ayrıldığı için, erkekler ayırdığı için ayırmak, ayırıp öyle bakmak lazım. Bedene hissedilene değil, yüze hissedilene aşk denir, denmelidir sadece, bedeni ne olursa olsun, tabii kötü de olmasın. Sadece seksi oldukları için çekici olan birçok kadının düştüğü hata... Kendinde bir büyü olduğunu sanmak...
Sevgimi gösteremeyen bir erkek olduğuma o kadar emindi ki eski ev sahibim baştan beri, sevmemiş olabileceğim aklının ucuna bile gelmemişti. Sevgimi kazanmaya çalışmadı, kendini sevdirmeye hiç uğraşmadı. Doğal olarak sevilebilirdi o, e zaten ben de onu öyle sevmiyor muydum! Sorun yoktu. Tam bir peri masalı. Bir peri masalı kadar harika, bir peri masalı kadar gerçek dışı... Sonra sonra bir ürperi masalı... Yavaş yavaş bağlandığım başka bir sevgili “beni sevmiyorsun” diyerek iki ay içinde ilişkiyi bitirmişti. Saygı duyulacak bir davranış, bir yandan. Bitirmek istemesi değil, sevgimi sorgulaması. Eski ev sahibimin, ona artık Evin diyelim, ya da Sevin; Sevin’in “sevmiyor olamaz” diye düşünmesinin yanında...

-UYUYACAKSAN SENİ TUTMAYAYIM.
-TUTMAZSAN UYUYAMAM Kİ...
Hem, hayatının adamı, senin sevdiğin kadar sevmeyince seni, hayatının adamı olmaktan çıkabilir mi? Sen benim hayatımın adamısın ama ben senin hayatının kadını değilim! Ne saçma. Bazı durumlarda belki iki tarafın sevgileri de hemen hemen eşittir, ama birçok durumda iki sevgilinin ortak yanları ikisinin de birini, içlerinden birini sevmesi değil midir; sen beni, ben de beni, ne güzel, birbirimize bakmak değil aynı yöne bakmak, bana… Ben senin hayatının baş köşesine oturuyorsam hem, sen ancak benim kucağıma oturabilirsin…
Ya da ben kendim için konuşmalıyım belki burada: Belki de gerçekten bir büyüsü vardı Sevin’in; çoğunluğa geçecek bir büyü... Belki Muratçıl’ın bile vardı; belki Kirpiğim’in yoktu: Ben konuşmayayım aslında bu konuda, ben kendimden söz edeyim. Büyüsü bir dolu adama geçerken bana geçmedi. Neden? Ancak sizden daha aşağı birine geçebilir büyünüz.
Aşk değer vermektir. Olan bir değeri görmek ve etkilenmek... Bana değer veriyorlardı, çünkü bende değer görüyorlardı; değiyordum; içlerinde bir yerlere, merkezi bir yerlere... Göğüs uçları, kalça çıkığı ya da üst dudaklara değil sadece... Değerdim, çünkü bir değerdim, kendi başıma. Böylece kendileri de benim değerime yükseliyordu, benleyken.
Yani birine âşık olduğunuzda kendinizi ikincil bir konuma koyuyorsunuz onun yanında; ikincil bir konumda olduğunuzu görüyorsunuz diyelim, bunu bilmek önemli. Yoksa onun da size değer vermesini, yani âşık olmasını şart koşarsınız; bana niye âşık olsun ki diye düşünmezsiniz. Halbuki kendinizi onun değerine yükseltmeye çalışırsanız ancak, onu kendinize âşık etmeyi başarırsınız; o size değer katar ve sonra size değer verir yani âşık olmaya başlar... Böyle...
Eski ev sahibimi, ne diyorduk, hah Sevin’i hiçbir zaman onun beni sevdiğini söylediği kadar sevmedim, ama ben onu söylediğim kadar sevdim, oysa o sevdiğimi söyleyemediğimi sanırdı, o da beni hiçbir zaman söylediği kadar sevmedi. Onu sevmeme nedenim, ama aşk olarak değil insan olarak sevmeme nedenim, sevdiğini söylediği halde sevmemesiydi beni, gerçekten sevmemesi. Ama birisini onun beni sevdiğini sandığı ve söylediği kadar sevseydim bu kesinlikle daha büyük bir sevgi olurdu. Kesinlikle onun davrandığı gibi umursamaz ve egoistçe davranmazdım. Çok âşık olduğunu sandı, söyledi; âşık olma düşüncesine, âşık olma haline âşıktı, o role bürünmeyi sevdi. Ve rolünü çok iyi oynadı, beni bile kandırıyordu neredeyse. Kendini kandırmayıysa başarmıştı. Kendini oyununa kaptıran ama bittiğinde ölümsüz bir eser olmadığını anlayacak acemi bir yönetmen ya da yazar gibiydi, acemi bir âşıktı. Acemi bir askerin silah arkadaşına vereceği zararı verebilirdi, belki benden öncekilere vermişti, evet öyle, vermişti, Allahtan ben bu aşk savaşları konusunda deneyimliydim.
Özverisinin yetersizliğinden görebiliyordum aşkının da yetersiz olduğunu, aşk olmadığını... Özveride bulunması zor bir insan olduğundan çok da âşık olmayacağını tahmin edebiliyordum. Aşkın sağlamasıdır özveri, ve onun özverisi aşkı sağlayamıyordu... Sağlayamadı...

AŞKİŞİ
Gözleri birbirinin içinde eriyor,
Elleri kolları birbirine karışmış,
Vücutları sarmaş dolaş...
İki âşık ya da âşık olmaya çalışan iki insan...
İşim karım, kadınım da metresimdir diyordum. Gülerek kabul ediyordu. Kendini bu kadar sevmeseydin seni bu kadar sevmezdim, diye açıklayarak anlıyormuş gibi gözüküyordu. Oysa yeterince anlamıyordu. Aslında benzer durumdaydık, o da kendini en az benim kadar seviyordu, düşkündü kendine. Ama düşmek anlamında düşkündü. Düşkünler evindekiler gibi düşkündü. Birileri, annesi babası, çelme takmışlardı hayatının erken bir döneminde ona ve kendine düşmüştü, zararı en az şekilde atlatabilmek için kendine düşmek zorunda kalmıştı. Şimdi ise kendinden çıkamıyordu. Bana düşkün olması da bu nedenle temeli bana dayanmayan, aşka dayanmayan bir duyguydu. Kendi duygularını tahlil edemeyen ve aşk yeminleri eden, gözünün başka birisini görmeyeceğine emin olan birisi karşıdakini kandırıyor değil midir? Oysa ona âşık olduğumu, hayatımı ona adayacağımı asla söylemeyen ben, bu konuda sakınımlı davranan ben, bunu ona onun bana söylediği gibi yalan söylememek için yaptım. Gerçeği söyleyemezdim, sana âşık değilim diye dosdoğru söyleyemezdim ama sana aşığım diye yalan da söyleyemezdim, onu yaptığı gibi, bilinçsizce yaptığı... Âşık hissettiğinize, âşık olduğumsun demeyin, onu da kendinizi de yanıltmayın. Olmak hissetmekten sonra gelir. Henüz olmamış olabilirsiniz. Bir his, bir aşk hissi gerçekten var sanılıyorsa yokken, bu bir yalan sayılmaz mı... Onun açısından yanılsama, benim açımdan yalan... İnsan hayal dünyasına kaçıp kendini kandırabilir ama bunu başkasını da alet ettiğinde onu da kandırmış olmaz mı. Kendini kandırmak bir savunmadır ama başkasını alet etmek duygusal bir suç değil midir? Âşık değilmişim, yanılmışım diyerek sıyrılınabilinir mi bu suçtan. Benim kendime güvenimin ve kendimi bilmemin, onun bana aslında âşık olmadığını tahmin etmemin sonucu olarak bu olaydan çok da kırılmış olmadan çıkmam, çok da zarar görmemiş olmam suçu yok saymak için bir vesile midir? Günlük hayatta bir mahkemede siz şikayetinizden vazgeçseniz bile bir suç işlendiği için devlet davacı olmaya devam eder suçludan. Aşk mahkemesi için aşkın kendisinin, tüm tarihteki gerçek âşıklar adına, onların bayrağını taşıyarak, âşık olduğu yanılsamasına düşen insandan davacı halinin devam etmesi düşünülemez mi? Tüm çabalarım bunu sağlamaya yöneliktir... Birilerine örnek olmak da cabası... Belki benden sonraki sevgililerine, âşık olduğunu söyleyeceği erkeklere...

Peki, âşık olmadığım, hatta sıklıkla eleştirdiğim bir kadınla neden birlikte yaşıyordum? Evi için mi? Bana sağladığı yaşam, hayır yaşantı için mi? Çevresinin genişliği için mi? Bana bir dolu insandan söz etmesi, onları fazla yaklaşmadan tanımama olanak tanıması, bu arada kendisini de tanımama, sevgili ve insan olarak daha yakından tanımama, hiç kimsenin inemediği kadar derinlerine inmeme olanak tanıması mı? Bana olan hayranlığından, var olduğuna inandığı aşkından hoşlanmam mı? Evet belki de. Ve bunları biliyordum, farkındaydım ben yani. Tüm bunların. Ama bir şeyin daha farkındaydım, birçok şeyin.
Sevin’i sevme nedenim insan zaaflarını inceleyen bir yazar olarak zaaflar yumağı olma konusunda çok başarılı birini bulmamdı. İyi insanın kötüye yakın kısımlarını Sevin üzerinde çok iyi inceleyebiliyordunuz.
Tabii bana incelemek yetmiyordu, kötüyse, haksızsa onu düzeltmek de istiyordum. “Ne de olsa insanız, hata yaparız.” denmesine katlanamıyordum ve insanın gücünü ve aklını kullanmamasını anlayamıyordum; anlamak istemiyordum. Çünkü kendimi görüyordum... İnsanı destekliyorum çünkü düştüğünü gördüm, diyordu Camus ya da Sartre; bu ikisini hep karıştırırım; soruyordum ikisine de: Peki acaba insanın ayaktaki halini gördünüz mü? Rastladınız mı böyle birine?.. Ben her gün böyle biriyle yaşıyordum. Bu nedenle de kendimi koruma dürtüm çok gelişmişti, bu da değil, aslında insanı koruma dürtüsü, insan düşüncesini...

AŞK İLE AKIL ARASINDA TERCİH YAPMAK
ANNE İLE BABA ARASINDA TERCİH YAPMAK GİBİ BİR ŞEYDİR.
Ben Sevin’in dönüşeceği insanı seviyordum; ya da o insana kim dönüşürse onu sevebilirdim... Sakin olabilseydim... Ona âşık olabilseydim, hem daha fazla örnek toplayabilirdim hem de belki onu düzeltebilirdim. Ama düzelmek istemiyordu. Onun gerçekleştirmeye çalışmadığı fedakarlık, daha iyi bir insan olmak için olduğu insanı feda etmekti; hem de âşık olduğunu söylediği bir adamın eliyle bunu yapacağı için yerinde bir fedakarlıktı; benim fedakarlığım ise âşık olmadığım bir kadına bunu yaptırmaya çalışmaktı... Yani Sevin benim için, benim onun için olduğumdan daha önemliydi; tersi değil...

Bir reklam ajansında çalışıyordum o dönem... Büyük, köklü bir ajanstı. Ajansın en önemli müşterisine bakıyordum, reklam yazarı olarak. Üç arkadaşla birlikte. Üçü de erkek. Fena değildi. Keyifliydi. Ajansın içinde dostluklar iyiydi. Tanışlıklar diyelim, yoksa ne kuyular kazılıyordu aynı zamanda ya da sonradan, arkadan. Benim hep bir dokunulmazlığım olmuştur. Mesafeli durmam, işimi iyi yapmam, otoriteye boyun eğmemem, kimsenin suyuna gitmemem gibi özelliklerimden dolayı... İşimden laf gelmezdi, ama özel hayatım insanların dedikodu merakı yüzünden biraz fazlaca dillerdeydi. Müşteri ilişkileri direktörlerinden bir kadın beni ajansın çapkınları sıralamasına üçüncülükten alıp kısa zamanda birinciliğe yükseltmişti. (Ödül olarak da sonradan kendini verdi.) Bu sıralama tabii çok ciddi değildi. Özel hayatımla ilgili çok da şey bilmeyip uzaktan görünene, sağda solda anlatılana göre yargı verdikleri için ciddi olamazdı zaten. Direktör içinse bana olan ilgisini belli etmenin bir yolu, kendince bir ölçüde ciddilik taşısa da henüz şirin bir bahaneydi... İlişkilerim olmuştu, oluyordu, kadınlarla orada burada görülüyordum ama bir çapkın asla değildim... Mülayim birine ya da son on senesini aynı kadınla geçirmiş birine göre tabii ki çapkın sayılabilirdim, ama ajanstan ve dışardan bir dolu kadınla yatan, evli olduğu halde bunu yapan tiplerden daha az çapkındım kesinlikle...

İKİ KADIN
İki kadın barda oturuyorlar. Yanlarına bir erkek yaklaşıyor ve tekine teklifini yapıyor. Şu anda bu uygun değil, diyor kadın. Yanındaki kadın uyarıyor, ama sen Recep'ten ayrıldın... A-a! diyor beriki, tabii ya, ayrıldık biz... O kadar yeni ki daha alışamadım... Sonra erkeğe dönüyor ve kusura bakma diyor, dalgınlık işte, müsaidim! (Adam da diyor ki, a-ah ne ilginç ben de müteahhidim.)

BİR AYLIK
Kadının sevgilisi bir aylık bir tatile çıkıyor. Kadın bir ayı zor ediyor. Ama gururla, başı dik, onu aldatmadan, bunu istemeden bile, onu dönüşünde karşılıyor. Adamın boynuna sarılıyor, onu öpücüklere boğuyor, çok özlediğinden söz ediyor. Adam tuhaf. Ama canım, diyor, artık bu kadar samimi olmasak, biliyorsun biz ayrıldık... Nasıl? Ne zaman ayrıldık? Ben giderken diyor adam. Açıkça konuşmamıştık, ama, hani... Kadın düşünüyor, evet öyle bir şeyler hatırlıyor ama çok da belirgin değil. Zaten diyor adam, benim yeni bir sevgilim var... Kadın duruyor düşünüyor... O kadar fırsatım çıktı, keşke ben de olur deseydim. Görüyor musun bir ayımı boşa harcamışım.

Halbuki bu adamların ikisinin ardından çapkınlık sıralamasında önce ilk üçe girmiş sonra da onları bile geçerek birinciliğe oturmuştum! Ajanstaki bir dolu güzel ve çekici kadın beni süzer, yakınlaşmaya çalışır, cesaret verirdi, ama ben hiç biriyle bir şey yaşamamıştım... Şöyle yazmıştım o müşteri ilişkileri direktörüne, etrafımın fazla kalabalık (kadın kalabalığı) olduğunu düşündüğü ve ona “sen o kalabalıktan ayrı tutulacaksın” dememe rağmen beni suçlamaya devam ettiğinde:
“...Ama senin de inandığın, hatta yarışmalar açıp beni onlarda birinci yapıp desteklediğin çapkın imajım nedeniyle bir kadınla dostluk yapmak yasaklandı bana herhalde. Bu imajımın yıkılmasına engel olmak için elbirliği yapılmış ve kadınlar gördüğüm herkese asıldığımı söylüyorlar. Erkekler kadınları bana dikkat etmeleri konusunda uyarıyorlar, kendilerine rakip olarak gördüklerinden olacak, o kadınlara yardım etmek için değil o kadınları kendileri götürmek istedikleri için. Partide yanıma gelip konuşan kızları dansa kaldırıp uzaklaştırıyorlar. Benim eski sevgililerimle beraber oldukları yalanını söylüyorlar. (Hepsi tanıdığın bir başka kişiyi anlatıyor dikkat et.) Ben de, bir kadının bir erkeğe yanaşmasının sadece tek bir amaç taşıyabileceği düşüncesine saplanıp kalmış bu modern sonrası toplumda akşam çıkmalarında eve bir kadınla dönmezse kendini eksik hisseden, iki erkeğin birlikte takılmalarının sadece kadınlara takılma amacıyla olabileceğini düşünen, olası bir tanışma gerçekleştiğinde kızlar grubunun en güzel elemanının ilgisinin üzerimde yoğunlaşmasına bozulan erkekler tarafından derneklerinden aforoz edilen, bu nedenle kadınlarla daha iyi anlaşabildiği halde önyargılarından ötürü onlara da çıldırtıcı bir yavaşlıkla yaklaşması, diğer erkeklerinin yaptığı gibi tekliflerde bulunmaması müthiş bir tavlama taktiği olarak algılanan, yere bakan yürek yakan cinsinden serinkanlı bir çapkın olduğu düşünülen ya da çekingen âşık damgası yediğinde ya da duygularını gösteremeyen katı bir yapısı olduğu sanıldığında bunun çekiciliğini bir kat daha artırmasından kurtulamayan, kadının aktif olduğu durumlarda beraber olma fikrini çekici bulmayıp kendini geri çektiğinde kadını aşağıladığı düşünülen ya da yan yana dostça yatılacağına karar verildiğinde, gerçekten de kadının yanında dostça yattığı için sabah somurtkan bir yüzle karşılanan, en ileri aşamada gece boyu tacize uğrayan ya da cinsel problemleri olduğu düşüncesiyle psikologlara götürülen bir erkek olarak yalnızlığıma ve yazılarıma çekiliyorum. Bir süre sonra ayrı tutulacağın bir kalabalığım kalmazsa belki o zaman benimle Fener’e balık yemeğe gelirsin...”
Hemen gitmiştik Fener’e balık yemeğe... Neyse...

HER BULUŞMAMIZDA YENİDEN KUR YAPIP, HER BULUŞMAMIZDA ONU YENİDEN TAVLADIĞIM VE HER SEFERİNDE AYRI TAKTİKLERİ UYGULADIĞIM HALDE O HEP AYNI ŞEKİLDE TESLİM OLUYORDU.
Taktiklerin adamı olmalıydım, en dostça sözlerimin altında bile bir ima olmalıydı. Bir dolu kadına asılmış sonra da ilgimi çekmiştim üzerlerinden güya, halbuki elimi bile sürmemiştim onlara, bir çapkınsam niye bunu denememiştim. Tam bir kafa karıştırıcıydım, karmaşık bir tiptim ya da. Sen de benden hoşlanıyordun, itiraf et, diyenler bile çıkıyordu; diyorum ya, kadınlar olasılıklarla pek ilgilenmezler, hele kendileriyle ilgilenilmediği olasılığıyla hiç...
Zıpkınla diplerde dolaşan dalgıçların, ağını atmış avın gelmesini bekleyen avcıların yanında güneşlendiği sandalına balıkların atladığı biriydim ve denizin üzerinde balık tutmuyor da güneşleniyor olmam bir taktik olarak görülüyordu. Halbuki yansıyan güneş ışığıyla daha hızlı yanarsınız denizin üzerinde...

BİR KADININ ELİ NİYE ÖPÜLÜR BİLİYOR MUSUN,
KITAYA İLK ORADAN DUDAK BASARSIN.
Hemcinslerimin kadınlara yaptığı, uzaylılar gibi davranmaktan farksızdı. Merhaba dünyalı biz dostuz, diyorlardı ama değillerdi, fethetmek istiyorlardı, ele geçirmek...
Yıkarak yakarak mı fethedersin… Dalavereye mi başvurursun... Ya da sadece kendini gösterirsin: Aracılar gönderirsin, bakışlar; elçiler yollarsın, görüşlerin, hayatından kısımlar anlatırlar; ve kadın der ki: Bu adamın beni fethetmesini istiyorum... Kapı açılır, içeriye davet edilirsin. Hiç kimseyi ve hiçbir gururu çiğneyerek değil mağrur bir şekilde girersin kalenin kapısından.

ÜÇ BÖLÜM
Onunla ilişkimizin başlangıcını üç bölüme ayırabilirim: Buluşma sırasında ona asılmadığım, kur yapmadığım, onunla onun yanlış anladığı türden ilgilenmediğim, öncelikle gerçekten dost olmak istediğimi anlatmaya, hayatımdan verdiğim örneklerle ve o geceki davranışlarımla kanıtlamaya çalıştığım ilk bölüm; buna ikna olduğu ve iki eski dostmuşçasına sohbet ederek tüm geceyi geçirdiğimiz ikinci bölüm; ve sabaha karşı eve gelip uzunca seviştiğimiz üçüncü bölüm...

Oysa, bu adam beni yatağa atmak mı istiyor, klasik düşüncesiyle buluşsalar da benle, on dakika içinde ama on bir değil, bu düşünceleri yok oluyor ve otuz dakika sonunda ama otuz bir değil, bu adam neden beni yatağa atmıyor, düşüncesine varıyorlardı; henüz eve varmamışsak... Onlara asıldığım düşüncesinin aramızda oluşturduğu duvarı aşabildiğimizde bana asılırken yakalıyorlardı kendilerini. Asılmaya ihtiyacım olmamasının onlara da ihtiyacım olmadığı sonucunu doğurduğu oluyordu; sorun çıkarmaya da başlamış oluyorlardı böylece...
Belki de kadınlarla aramdaki şey, onların kadınca mantıksız tutumları kadar, bu ilgi-ilgisizlik durumundan da kaynaklanıyordu.

Bunları okuyan sevgilim şöyle dedi şimdi:
-Kadınları ikinci sınıf yaratıklar olarak mı görüyorsun?
-Evet… Ama erkeklerin arkasında değil, önünde ikinci…
-… O zaman kimi birinci görüyorsun? Kendini...
-E, tabii, üçüncü sınıf olmadığımı görüyorsun…

Ajansa başlarken bir sevgilim vardı. Özge. Özge ile sorunlarımız ağırlaşmıştı ve ayrılığa doğru gidiyorduk. Sevdiğim bir kadındı Özge. İşte o beş sene önceki aşkım dediğim kadın... Ama mükemmeliyetçi yapımın hayal kırıklıkları başlamıştı ve duygularım aşk adını alabilse de birlikteliğin yürüyebilmesi için gerekli bazı özellikler yoktu Özge’de... O zaman da ilişkiyi bitmiş bir aşk olarak tarihe gömüp yaşamıma devam etmek en mantıklısı. Özge ile aramızdakiler aşk olduğu için daha fazla fedakarlık yapılsaydı Sevin’i, en çapkın kim yarışmasında kendi kendini jüri atamış o direktörü ve tabii ondan sonrakileri tanımayacaktım sevgili olarak; bu da benim gibi bir insan için büyük kayıp olurdu. Sevin, Özge ile beni ilk Yeniköy Emek kahvede görmüştü. Etraftaki kimseyi görmediğim, kafeye gittiğimizde manzarayla birlikte insanları seyretmek için arkalara değil de önlere oturduğum ve bu arada insanların da bizi seyretmesinden keyif aldığım günlerdi... Sevin’leyken de ve her zaman insanların beni, bizi seyretmesini sevdim, ilişkimiz ve konuşmalarımızla ilgili meraklarını tatmin etmelerine izin verdim, Özge ile fark şuydu ki seyredildiğimi biliyor, seyredenlerle o kadar da ilgilenemiyor, çoğu kez de tamamen aklımdan çıkarıyordum onları. Rolüne kendini kaptıran bir aktörün seyirciyi unutması gibi ve rol yapmayı unutup gerçekmiş gibi oynaması, yani yaşam işte, mutlu yaşam, tutkulu aşk, gururlu; sevdiğinle gururlanma anlamında...
Özge ile biz birbirimizindik o zamanlar (Birbirimiziniz adıyla öyküsünü yazmıştım). Kafenin en önündeki masalarından birine oturmuş gülerek sohbet ediyor, birbirimize aşkımızı basit, gündelik şeylerle ya da gerçek sevgi dolu bakışlarla ifade ediyorduk. Garsonlarla dalga geçiyor ya da kendimizi onların önünde aptallaştırıyorduk. Güneş gözüme geldiği için yer değiştirdik ve ben karşıda Sevin’i birkaç kadın arkadaşıyla birlikte otururken fark ettim. Şöyle bir baktım, daha ilk günlerimdeydim ajansta. Selam verdi, selam verdim... Hep “hoş çocuk” diye düşündüğünü düşünürüm benim için, o günkü merhabalaşma sırasında. Ve tabii emindim Özge ile bizi izlediğinden... Şöyle bir aşk yaşasam, diye geçirdiğinden içinden.
İkisinin bir ortak yönü vardı; ikisi de, iş hayatından getirdikleri stresleri bir kenara bırakırsak cinsel açıdan çok çekici gelmiyorlardı bana; çekici kadınlar olsalar bile. Özge’ye bile âşık olmama rağmen bedenine çok ilgi duymamıştım... Ayrılma nedenimiz gibi gözüken kadını da hayatıma öylece almıştım; çok sevdiğim, hayatımdaki herkesten çok sevdiğim, huzuruna, sevecenliğine, bir nihilisti kıskandıracak amaçsızlığına bayıldığım halde âşık olmadığım, hep yanımda istediğim ama onun yanında bir de aşk istediğim bu kadınla sevişmelerimizi tekrar başlatmıştım, onunla sevişmeyi hep sevmiştim çünkü...
Muratçıl’la tanıştığımız ilk zamanlarda birkaç denemiştik sevişmeyi ama olmadı, benim cinsel açıdan sorun yaşadığım dönemin başlarıydı; o ise bir sevişmede çoğu gözden kaçacak derecede fazla orgazm olabiliyordu; e bunca beceriyi insan kullanmak ister! İri bedenini, tenini beğendiğimi söyleyemeyeceğim, öyle bir, cinsel tatmin olsun diye, ama o da olmadı, sonra sonra bazen bir gece, seviştiğimiz oluyordu ama iki ay içinde toplam iki ya da üç gece, ben tahrik olup da mastürbasyon yapacak mekan bulamadığımdan evde onun varlığı nedeniyle... Sevgili olmaktan geri düşüp sadece dost kalmayı önermem de doğaldı bu nedenle. Onun her zamanki o kabul eder görüntüsünün yanında, sağdan soldan ve bazen ortadaki kuyudan hamlelerle sevgililiği ortaya getirmesini engellemeye çalışırken o birkaç sevişme de hata oluyordu tabii, sevişince illa sevgili olmak gerekirmiş gibi...
Kirpiğimle, şu an âşık olduğum kadınla seks hayatımız ise bir başka güzeldi... Şöyle yazmışım günlüğümün birkaç ay önceki sayfalarına:
“O dönemde ilk defa bir kadın beni tam istediğim gibi yalamıştı. Bunda uzun zamandır gerçek bir sevişme yaşamamış olmamın etkisi vardı tabii. İkinci buluşmamızdı henüz, daha fazla istekliydi buluşmaya ve kendini beğendireceğinden de neredeyse emindi. Buna çok aldırmamıştım, çünkü çoğu kadın kendini güzel sayar, sadece seksi olduğu halde ve beğendireceğinden emindir erkeğe. Uygun bir durum olursa böyle bir kadınla yatabilirim ama ben ayarlamayacağım… Çok da akıllı olmadığı halde hayata dönük bir hırsı olan ve insan ilişkileri de başarılı olduğundan bir dolu yetenekli insanın önünde başarılı gözüken, bilmediği konularda bile demeç verdiği halde halk dilinden konuştuğu düşünülerek hep desteklenen ve halkın sesi diye konumlanarak her konuda ona soru sorulan ülke güzeli bir popüler kadını da beğenebilirim hatta beni tahrik de edebilir (edemeyebilir) ama asla yatmam onunla... Belki bir adada yalnız kalsak... Ama o da şöyle olacak ancak: Günlerce cahilliğini belli etmemek ve doğallıkla sorduğu için aptalca oldukları saklanmış sorularını aşağılamalarıma, kendi de beni aşağılamaya çalışarak karşılık verecek. Onun hayranlığını belli etmemek için aşağıladığı, benimse aşağılık bulduğum için hayran olamadığım dile getirilmemiş olsa da zaten ortada olacak (o kadar da aptal değil). Birkaç günden sonra doğal çekiciliğime ve onun bu sefer ukalalıkla gizlenmemiş doğal aptallığına geri döndüğümüzde, örneğin palmiyelerin ve sonsuz denizin kenarındaki bir akşam yemeğinde, yaktığımız ateşin kıvılcımlarıyla daha bir güneş yanığı gözükürken yüzlerimiz ve renkli gözlerimiz arada karşılaşırken -benimkiler bir tabloya bakıyormuşçasına ama onunkiler de sahibine bakan bir tablo gibi- o zaman artık onunla sevişebilirdik ve seviştikten sonra da onun başkalarına yaptığı aptalca ukalalıklarına, ukalaca aptallıklarına sevgilim olduğu için daha toleranslı davranırdım, hatta onu savunur, belki bazen haklı bile bulabilirdim, başkaları dediğim ya maymunlar ve timsahlara ya da gece kuşlarına...
O gece buluştuğum kadın evime gelmeyi istemişti, evine gitmek zor geldiğinden, benimki epey yakındı. Daha ikinci buluşmamız biliyorum ama, demişti. Boş ver bunları demiştim, ciddiydim. Ciddiydim, evime geldi diye illa yatmamız gerekmiyordu. Evde, uykum geldiğinden ve keyfim de çok yerinde olmadığından (dünyanın en güzel kadınından bile sıkılabilirim) yan yana oturduğumuz koltuktaki bir-iki saat onu öpmemi beklemesiyle geçti. Yatma saatini giderek erteliyorduk, çünkü planına göre öpüşüp öyle yatağa girmeliydik. Tabii benim istediğim gibi oldu. Hadi yatalım, dedim en sonunda. Yatak odasındaki çift kişilik yer yatağında mı, yoksa salonda müzik dinleyerek yastıkların üzerinde mi? Yastıkların üzerinde otururken, içerde yatacağım, dedi. Peki, dedim. Sen de gel, dedi. Peki, dedim. Onu kucaklayıp öpeceğime, beyaz tenini sıkıp vücudunu yalayacağıma emin oldum. Kalkıp içeri yollandık. Ve giyinik yattık yan yana... Epeyce yakındık, kısa siyah saçları yüzüme değiyordu, elini yorganın içine soktu bir süre sonra. Ben de arkasından soktum, el temasıyla başlamak ilginç olabilirdi, daha önce hiç öyle başlamamıştım. Elimi uykunun arasında elinin üzerine doğru koydum yanlışlıkla! Ama daha fazla ilerlemedim o da ilerlemedi. Sonra diğer elini göbeğimin üzerine koydu. Tamamdır, dedim... Ben göbeğimin üzerindeki elinin üzerine elimi koydum, o tişörtümün içine girdi. Aşağı inmedi tabii, ben uzandım ve kucakladım. Beni itti, elimden kurtuldu. Üzerindekileri çıkartmaya başladı.
Sanırım o arada biraz daldım, çünkü saatler geçmiş gibi geldi bana ve o belirsiz saatler sonra ayıldığımda üzerimdeydi çıplak, boynumdan aşağı doğru yalıyordu. Karnımdan da aşağıya indi. Organıma gelince tereddütsüz aldı. Uzun süredir ilk defa bu kadar sertleşmiştim. Ve hayatımda ilk defa böyle boşalabileceğimi hissettim.
“Öbürleri sadece içlerine almak için sertleşsin diye, ya da bazı hassas durumlarda sertliği acıtmasın diye ıslatmak için yalardı; o ise yalamak için yalardı...”
Ama yukarı geldi ve içine almaya çalıştı sertliğimi. Bir süre denedi.
-Almıyor di mi? dedi.
-Sakıncası yok, dedim.
Bunu uzun süre başaramadı. Kapıda kalmıştım. Aslında o kapı olarak kilitli kalmıştı... Sertliğimi yitirmedim ama; ben girmeye çalışıp da beceremeseydim başaramadığımı düşünerek yitirebilirdim. Bedeni çok hoşuma gitti. Ay ışığı mı vardı yoksa bu beyaz ten kendinden bir ışıltıya mı sahipti... Baldırları incecik olmasına rağmen etliydi. Ve kıvrılınca kaslar sıkılıp daha da belli oluyor, çok tahrik edici duruyordu.

-Bir kadının dudaklarını mı öpmek istersin baldırlarını mı...
-Baldırları neresi?
-Şu kalçaların alt kısmı sanırım, bacağın arka yukarısı...
-Baldır daha iyi...
-Baldır...
-Evet baldırlarını...
-O zaman sen seks istiyorsun...
-Ya sen? Dudaklarını öpüp baldırlarını hayal etmeyi mi...

-MEMELERİN ELİMDE, FİDYEYİ VERMEZSEN...
-FİDYE NE?
-KALÇALARIN.
Üzerimde dikildiğinde bir ara küçük memelerinin de yaptığı hareketlerle birlikte gözümde büyüdüğünü fark ettim. Ama hâlâ içine alamamıştı beni, neredeyse aynı anda o yanıma doğru yattı ve ben de üzerine çıktım sertliğim sertliğinden hiç ayrılmadan. Bacaklarını karnına toplamış bir şekilde altımda yatarken içine girmem çok kolay oldu bu sefer... Ve dizleri göğüsleri hizasında sonunda becerdim onu... Bazen sağ dizini sol, sol dizini sağ tarafına getirip oyun yaptım... Bazen baldırlarını okşadım bazen bacağını dikleştirip bilek kıkırdağını ısırdım bazen üzerine tamamen kapaklanıp kulağına dilimi soktum boynunu yaladım dudaklarımızı birleştirdim. İçinde olduğumdan dudaklarım memelerine kadar inemiyor ancak elimle hakim olabiliyor dokunabiliyordum... Hiç ses çıkartmıyor yüzümdeki ifadeleri izliyor ama ben bakınca başını çeviriyordu. Bunun daha sonra soracaktım, keyfimi de kaçırmadı açıkçası... Hayatımın en güzel boşalmalarından birini yaşadım ki bunun farkındaymış gibi kutluyordu sanki beni, göğüslerimi öperek...”

Beni hiç böyle anlatmadın, diye sitem etti, bunu sizden önce okuyan bir kadın arkadaşım. Bir kadın nasıl anlatır diye meraktan, benden 10 yaş küçük bir kadın yazar arkadaşımın ilk kitabından bir sevişme sahnesi:
“Nasıl başlıyorlar öpüşmeye Kaan hiç anımsamıyor. Nergis nasıl sıyrılıyor iç çamaşırlarından, nasıl sevişmeye başlıyorlar? Kaan ne zaman Nergis’in bacaklarının arasından kayıyor, ne zaman inliyor, ne zaman boşalıyor hiç anımsamıyor. Yıllarca sürüyor, yıllarca dokunuyor Kaan. Yıllarca öpüyor Nergis’i, yıllarca boşalıyor. Ve Nergis’in içinde, dışında, yanında, kucağında, kolunun altında, bacağının arasında, saçlarının dibinde uyuyor Kaan. Hiç uyanmak istemiyor. Belki de hep Nergis’in yanında uyanmak istiyor.”

Bu kadar ince bedenli bir kadınla ilk defa bu kadar zevkle sevişiyordum. Kısa bir süre önce başka birisinde epey alıştırma yapmıştım aslında, ama ondan önce zevkle seviştiklerim genelde dolgun vücutlu olanlardı, memeleri büyük olsa bile kalçaları küçük olan kadın bana kadın gibi gelmiyordu... Bacakları kız gibi bir sevgilim vardı, daha doğrusu çocuk gibi; ancak topuklu ayakkabı yardımıyla seksi durabilecek bir bacak! Bir sevgilim manken hatlarına sahipti herkes bayılırdı, ama beni hiç tahrik etmezdi, cinsel soğukluğum olduğunu düşünerek beni ilk psikoloğa götüren kadındır. Cinselliği hemen geçip başka şeylerden konuşmuştuk adamla, hatta kendisi gençliğinde bisiklete binemediğini, sonra bunu yendiğini falan anlatmıştı, sanırım biz psikologlar da insanız demek için, ama ben böyle bir psikolog aramıyordum ki...
On sene önceki ilk aşkımla ise müthiş sevişmelerimiz olabilecekken olamıyordu; çünkü bakireydi, abisinin evinde yaşıyordu, ona ihanet etmiş olurdu bekaretini bana verirse! Sonra kendi evine çıktığında ilk beraber olduğu çevresi geniş adama verdi! Bir yıl sonra buluştuğumuzda söyledi bunu. İnsanın bakire aşkının ayrıldıktan sonra kadın olmuş olarak geri dönmesi kadar kötü bir şey yok...
İlk mastürbasyonumu üniversite yıllarında ailemle birlikte yaşarken yapmıştım; farkında bile olmadan... Tina Turner’ı düşünüyordum yatağımda, onunla seviştiğimi hayal ediyordum yüzüstü; bu arada sürtünüyordum yatağa... Yatağa sık sık sürtünürdüm, ilk kez çok daha güzel bir duygu hissettim; hayal gücümün verdiği bir zevk diye düşündüm, yatağın, serin çarşafın, o gecenin güzelliği, bunu hep yapayım istedim... Uyumaya hazırlanırken bir ıslaklık hissettim altımda... O zaman fark ettim ne yaptığımı... Sık sık yapmaya devam ettim...
İlk sevişmem, daha doğrusu bir kadının içine ilk girmem ise yıllar sonraya, 22-23 yaşlarına rastlar; geç, hele benim gibi etrafı kadınlarla çevrili bir adam için çok geç... O kadın bakirliğimi onun kollarında kaybettiğimi hâlâ bilmez; ilk burada öğrenecek, anlarsa kendisi olduğunu; asla inanmazdı söyleseydim; hatta inanmadı, söyledim; evet evet, tabii, inanırım, dedi gülerek; öyle laf arasında söylerim bazı gerçekleri...
Anadolu kökenli ve öyle de yaşayan bir arkadaşım, babasının onu geneleve götürdüğünü söylemişti; görevini yapmıştı baba.
Herkesin birbiriyle flört ettiği bir gençlik ortamında, hoş bir kadın olmadığı için flörtün ona saçma geldiği düşüncesini savunan birine gülüyor, ama ona benzer düşünceler geliştiriyordum henüz cinselliği yaşamamışlığımla; şöyle bir cümle yazmıştım örneğin.
 “O, bana, bir kadının içinde kaybedeyim diye verilmemişti...”
Ama bunlar, başka konular, çok eskiler. Belki ileride dönerim...

Kirpiğim ile, o beni çok iyi yalayan kadınla sevgiliydik artık. Biraz fazla çekingendi sadece sevgilim. Sanırım güvensizdi kendine. Onu çekici bulup bakmıyordu erkekler... Sevgilimi güzel buluyordum, ama yolda, oturduğumuz kafede ona güzel ve çekici olduğu için bakan erkekler göremiyordum. Ondan bir önceki sevgilim güzel de olmadığı halde dikkatleri çekerdi üzerine. Sanırım onda her zaman taşıdığı bir kadınsılık, cinsellik vardı. Ben de sakallarım uzamış, üzerime giydiklerime kesinlikle özenmemiş olduğum halde nasıl dikkat çekerdim sokakta; gidip bir ayna bulup suratıma, giysilerime bakardım, açıkta bir şey mi görülüyor diye... Kirpiğim de zaten benim önümde soyunamaz, üzerinde gidip gelirken bazen göğüslerini saklar -yaramazlık yapmış iki afacanlarmış gibi- ben gözlerimi kapadığımda ancak rahatlayıp orgazmı için çalışabilirdi; bakış istemiyordu ve bunu çok iyi başarıyordu... Ondan önceki sevgilim ise baktığı için bakılıyordu; görülmek istediği için ve gösterdiği... Erkekler çünkü... Bense tam tersi, kendine bakılıp bakılmadığına bakan kadınlara bakmazdım...
Kirpiğim’in yüzü beni hayran bırakıyordu kendine. Başını önüne eğdiğindeki hali, kısa saçlarının da etkisiyle sanki bir suç işlemiş o çocuk sur atı çok hoşuma gidiyordu. Gamzeleri çıkıyordu gülerken. Özellikle profilinden kirpiklerini izlemek zevk veriyordu bana. Yürüyüşü çok zarifti. Kibardı. İnce hatları bu incelikle birleştiğinde çok hoş gözüküyordu.
Kaba, sakar insanlarda bir akrabalık oluyor. Onlarla sevişirken eşyalarınızın kırılabileceği, yatağın yaylarının atabileceği ve batabileceği, koltuğun ikiye ayrılacağı, ne diyorum organınızın ikiye ayrılabileceği... yüklem nokta.
“Kirpiğim” diye çıkmıştı bir gün ağzımdan öylesine, sonra açıklamıştım kendime de: Hem şirin bir kirpiyi andıran kısa siyah sivri saçlarını, hem de kirpiklerinin uzun ve simsiyah olması nedeniyle beyaz yüzündeki belirginliğini anlatıyordu bu ad.
Hafta sonlarını onun evinde geçiriyorduk ve huzurlu mutluydum. Tüm günü sonbahar rüzgarıyla esneyen bir ağacı seyrederek geçirdiğim oluyordu, Kirpiğim etrafımda dolanıyordu. ­Üç beş ay önceden söz ediyorum. Her zaman olduğu gibi huzurluydum, ama aşk denilen o duyguyu da hissettiğim için neredeyse, daha da iyiydim. Pazartesi sabahı tıka basa dolu otobüsle yoğun trafikte yaklaşık bir saat süren yolculukla onu Mecidiyeköy’e işe bırakmak, ben işe gitmeyeceğim için belki, zevkliydi. Otobüsteki insanlarla gizliden gizliye eğleniyor, Kirpiğim’i de pazartesi sabahı stresinden kurtararak güldürüyordum. (Bir süre sonra işe girdiğimde buna üzülen tek insandır: “Ne güzeldin yaa! Şimdi sen de mi 9-6 işe gideceksin!” demişti.)
Peki daha iyisi bulunamaz mıydı? Kirpiğim de saçmalıyordu tabii bazen: Saçlarımı kendim keserim. Bazen enseme çok özenmem ve orası berber hatası gibi kalır. Çok da belli olmaz aslında ama:
-Burası neden böyle?
-Evet ensemi tam kesemedim.
-Ama kes!
-Şimdi kesemem, eve gidip tıraş makinesiyle kesmem gerek.
-Hayır şimdi kes, böyle kötü.
-Kötüyse kötü ne yapabilirim.
-Eleştirilmeye gelemiyorsun değil mi hiç?
Hayır şımarıklığa gelemiyordum... Şımarıklıksa bunun adı...
Onu terk ettiğimde, şimdi düşünüyorum da ilişkimiz başlayalı 3 ay olmuştu, çok daha uzun geliyor oysa. Artık hayatımda benim tarzıma uymayacak, benim hassaslığıma aynı şekilde karşılık vermeyecek, işinden ve hayatındaki diğer şeylerden beni daha fazla önemsemeyecek hiçbir insana yer vermemeyi düşündüğüm, bunu karara bağladığım bir dönemdi. Öyle bir karar vermiştim diyelim, kararlar büyük bir kararlılıkla verilir de…

KERTENKELENİN KUYRUĞUNU BIRAKMASI GİBİ BIRAKACAKSIN KADINI
Ayrılışımız hem kötü, hem de çok güzeldi! O gece kötüydü, kötüydüm, ama bir kadından en estetik ayrılışımı da o gece yaşadım...
Ayakta ucuz ve güzel şarap içilen bir yerdeydik, benim çok sevdiğim. Konu açıldı: Eski eşinin ara sıra onda kalmasını sorun etmediğimi ama son gelişinin uzaması nedeniyle artık birbirimizi yeterince göremediğimizi söyledim; bende kalabilecekken evde eski eşi olduğu için dönme gereği duyuyordu. Belki benim evimde kalmayı çok sevmiyordu belki artık beni sevmiyordu. Sonradan itiraf edecekti başta bana karşı çok yoğun duygular beslediğini; ama beslemeye beslemeye ölmüştü anladığım kadarıyla: parasızlıktan beslemeye beslemeye. Yaklaşık bir buçuk aydır doğru dürüst görüşmemiş, beraber uyuyamamış, hafta sonlarını birlikte geçirmemiştik.
-Hafta sonu sende kalacağım her zamanki gibi, söyle ona başının çaresine baksın.
-Bunu ona söyleyemem.
-O zaman yollarımız ayrılır.
-Neden böyle yapıyorsun!
-Aylardır görüşemiyoruz, o yüzden...
Kolunu sıktım incitircesine. O beni ısırırdı sevişirken, cilveleşirken; acıtırdı, ancak mazoşist olsam hoşlanacağım kadar acıtırdı ki acı eşiğim yüksektir. Yapma, deyince de kızardı. Şu an etini sıkışım doğal bir intikamdı, cimciklemeye başladım etini, sonra arttı, arttı; o mazoşistliğe benden daha yatkındı; acıtmamı da severdi: iki kere kürtaj olmuştu ve bana içine boşalmamı sayıklardı ara sıra sevişirken, çıkma çıkma, diye yalvarırdı; kalçalarımı kendine bastırmaya devam ederdi boşalacağım sırada ve zor kurtulurdum elinden... Oysa şöyle bir konuşma geçmişti daha önce aramızda:
-Hamile kalmaktan korkuyorum, çünkü iki kere çocuk aldırdım...
-Seni anlıyorum ama benim kaç kez bir kadını hamile bıraktığım da önemli.
-Kaç kez?
-Hiç...
Erkeğin bir kadını biyolojik olarak nasıl hamile bıraktığını hiç aklım almamıştı ve bunu bir mucize olarak görüyordum da, bir erkeğin kadını istemeden hamile bırakmasını daha büyük bir mucize olarak görüyordum; beceri kadınla iyi sevişmek ve onu hamile bırakmak mıydı ki! Kirpiğimi hiç hamile bırakmadım ama o gece canını yakmak istedim. Tenini parmağımın arasına sıkıştırarak da gerçekleştirdim bunu. O bunu abarttı. Belki suratımdaki nefret ifadesi de yardımcı olmuştur abartmasında. Sonra çıkıp yürümeye başladık Galatasaray’dan Taksim’e doğru. Yanımda olmasını istemiyordum, onunla yürümek istemiyordum. Ondan hemen o anda kurtulmak istiyordum, bana hiç de kibar davranmayan bu kadından kurtulmak… İstediği kadar onu yolda bıraktığım için beni suçlasın…
Onu kalabalık caddede önümde ya da yanımda tutmuyor da gelmesini bekliyordum sadece biraz arkamdan... Arkaya dönmeden hafif bir baş çevirişiyle omzumun üstünden arkamı yoklayarak. Yavaş yavaş oldu her şey, plansızdı. Daha fazla gerimde kalmaya başladığında, artık geriye bakmamaya, ancak koşup da yanıma geldiğinde görmeye başladım, belki bacaklarım da yürüyüş hızımı artırıyordu. Tramvay yolunun karşısına geçiyordum onu beklemeden, sanki yalnız yürüyormuşum gibi. Giderek yetişmesi zorlaşıyordu. Sonra daha fazla hızlanmaya başladım, kendi yürüyüş tempoma doğru, giderek... Arkamda olduğunu artık sadece tahmin edebilirdim, arkamdan endişeyle baktığını, bana yetişmeye çalıştığını... Sonra tamamen kendi yürüyüş hızıma ulaştım. Kendimi daha iyi hissetmeye başladım. İpimi koparmıştım artık ve yürüyüp gittim. Hiçbir şey söylememiş, bağırmaya kalkmamıştı arkamdan... Böyle ayrıldık. O gece... Pürüzsüzdü...

Bir-iki ay kadar görüşmedik. Üçüncü kitabımı o sırada bitirmiştim ve kendi hayatımı anlatmaya o sıralarda karar vermiştim, biraz dinleniyor bilgi topluyor notlar alıyordum. Gördünüz, başlamak zor geliyordu tekrar yazmaya. Sıkılmış mıydım yazmaktan, yazacağım şeyin uzun bir metin olması mı korkutuyordu beni? Özel hayatımı en kadar açabilecektim ortaya, yaşamımdaki insanları, onları kırmadan ya da kırılmalarına aldırmadan ne kadar yazabilecektim? Hayatımdan nasıl bir edebiyat eseri çıkarabilecektim? Bu sonuncuyu ikincil düşünüyordum, ama istiyordum da böyle olmasını. Cinsel hayatımda bir sürelik ilginç bir kesinti yaşadım, cinsel isteğimde bir zayıflama, değilse de, fiziksel bir yetersizlik ortaya çıktı. Birkaç kadınla birlikte olmak isteyip olamadım...
Sanırım bedenim benden izin almadan bir tatile çıkmıştı; aslında ben de ona sormadan abartılı hareketlerde bulunuyordum, örnekse sabah daha saat 10’a gelmeden üç kez mastürbasyon yapıyordum; sonra akşam bir kadınla buluştuğumda neden sevişemediğimi soruyordum! Günde üç kez, üstelik sabahın köründe, bir ya da iki saat içinde. Dağ dayanmaz. O dönemimde hayatımda hem bir harem kuracak kadar çok kadın vardı, hem de çok mastürbasyon. Akşamı bekleyemiyordum boşalmak için ve akşam geldiğinde de kadını epey bekletiyor, çoğu kez eli boş gönderiyordum...

BAŞKA HER ŞEYDEN ELİNİ ETEĞİNİ ÇEKİP SADECE KENDİSİNE AYIRDIĞI VAKTİN KARŞILIĞI OLARAK BİR KEMANIN VİRTÜÖZÜNE VERDİĞİNİN BENZERİ ZORLUKLAR, BUNALIMLAR, YILGINLIKLARLA BİRLİKTE AYNI TÜRDEN BİR TATMİN OLMUŞLUK DUYGUSU DA VEREBİLSEYDİ KEŞKE, KADIN ERKEĞE.
Kadınların bedenlerini kafamda yücelttiğim, aynı zamanda da neden bu kadar hayranız bu bedenlere diye düşünüp tutkumu anlamlandıramadığım bir dönemdi... Doğa böyle, diyordum; sorgulamadan kabul ettiğim tek şeydi hayatımda, belki de en güçsüz noktamdı.
Artık bir kadının bedenini çok yakınımda, bir bilgisayar ekranında bile gördüğümde etkilenmeyecek ya da hayalimden geçirdiğimde arkasından dönüp bakmayacak kadar isteksizleşinceye kadar 31 çekmek...
Kadın bedenini hep yüceltmiştim ama şimdiki kadar değildi. Kadın düşünmeden geçirdiğim dönemler çok olmuştu, sonuçta insan tüm gün boyunca kadın düşünemez ama benim hemen bilgisayarımın belleğine bir dolu çıplak kadın fotoğrafı kaydedilmişti, istediğim zaman açıp bakabileceğim bir dolu meme kalça sevişme ve istediğim zaman açıp bakıyordum... İşim gücüm yoktu ve istediğim kadar vaktim, yazılarımla ilgilenmek kendi derdim olduğundan, kaytarmak için dolu olanağım vardı, hangi işyerinde böyle bir olanak tanınır çalışana... Allah herkese bir bekçi, bir patron nasip etsin!

-MÜKEMMELLİK ÇIKARILACAK BİR ŞEY KALMAYINCA ELDE EDİLENDİR.
-KÜLOTU DA ÇIKARMALI YANİ.
Peki ama seksten başka neyi yüceltecektim ki hayatta? Sanatta? Örnekse Robert Musil’in Genç Törles’i! Bir çocuğun ağzından asla çıkamayacak karmaşıklıkta ama düzenli cümlelere rastlıyordum. Hadi çıktı diyelim karşıdaki bunu asla anlayamazdı, benim en az iki kez okumam gerekiyordu... Eserde hata olarak gördüğüm şeyler beni kadın bedenindeki hatalardan daha fazla rahatsız ediyordu; dahası kadın bedenini nasıl olursa olsun hatasız bir sanat eseri olarak görmek çok mümkündü, öyleydi.

GUERNIKA
Nazi subayı: “bunu niye yaptınız?”
Picasso: “bunu siz yaptınız!”
Nazi subayı: “bizimki unutulup gidecekti, sizinki kalıcı…”
 “Genelde sanat eserlerinin modellerini görmek insanı ateist yapar.” diyen Ayn Rand’a katılmıyordum. Ya sanat eserine bakmasını bilmiyordum ya da hayata bakmasını iyi biliyordum. 
Sonuçta seks, aşktan daha önemli değil miydi... Çünkü aşk bana orgazmın verdiği hazzı vermiyordu. Ruh ikizimi bulsam belki, ama nerede. Oysa çoğu orgazm müthiş; beni orgazm yapan beden, kadın değil beden, beden ve ruh ikizim gibi... Seksten sonra sarılmak istemediklerimi eliyoruz, tamam da, sarılmak istediklerim bile eleniyordu bir süre sonra... Bedenine saygı duyduğum bir sürü çok da akıllı olmayan kadın vardı. O güzel kalçalar kadar sağlam karakter neredeydi? O ince bel kadar, ki kalçayı göstersin, incelmiş zeka, ki aklı göstersin? O dik meme uçları kadar dik bir gurur, ve silikon olmayan?
İnternetten bana mesaj attığında resmini istemem üzerine “şekilcisin herhalde” diyen bir kadına şöyle yazmıştım: “Bir kadın bedenindeki hatlara, mesela dik, iri, uçları kapkalın ya da korkmuş içeri kaçmış göğüslere ve iri kalçalara, ya da erkeğinki gibi küçücük kalçalara; belin incelip kalçaları göstermesine; topuklu ayakkabıyı dünyanın en önemlicadı yapan bacaklara; baldırlara; sırtına... Yüzündeki hatlara, profiline; ama bu siteye bırakılanlara değil de mesela yatakta yanında uyurken gördüğüne... Saçlara... Ah o saçlara... Sen "şekil" mi diyorsun... Ve bunlara hayran bir insana da tabii “şekilci”...”
Sonuçta düşünmek ve seks; gerçek orgazm bunlarda vardı. Beden huzuru için orgazm; akıl huzuru için yazmak. Ya ruh huzuru... Giderek daha fazla hazla kaplanmak isterken daha azla kaplanıyordum. O yüzden mi mastürbasyonla kaplanıyordum.

YAKASI AÇILMADIK
Mağaranın kocaman bir kayayla kapalı girişi önünde, taşları elliyordur 39 harami…
Ali baba gelir, yanında bir iri memeliyle: sapık mısınız ulan siz!?
Memeliye döner. Yakasından içeri sokar elini.
Sıkar.
Yaz. İçerde yazıyor arada balkona çıkıp hava alıyorum. Kentin en kalabalık sokağına tepeden bakan bir balkon. Kadınlar geçiyor, hepsi iri göğüslü. Altımdan geçerken üstten iri gözüküyorlar ya da... Bazılarını gözümle takip ederken balkondan sarkıp düşme tehlikesini göğüslüyorum. (Üzerlerine düşmeyi sevmem kadınların, biliyorsunuz.) Sonra sonra karşı apartmanın alt katında birilerinin olduğunu fark edip o kadar sarkmıyorum, hatta kadınlara değil insanlara havalara bakıyormuşum gibi yapıyorum. Bir ara gözümü kaldırıp binanın o katına daha dikkatli bakıyorum; bir aile yayılmışlar parke zemine öyle oturuyorlar. Bana bakmaları, beni seyretmeleri rahatsız etmiyor, etmez, hoşuma bile gider... Fazla yalnız kalınca insan seyredilmek istiyor... Daha sonra hayal gücüm daha da katılıyor işin içine herhalde: Karşı binanın, ki epey yakın, tam benim hizamdaki katında çıplak insanların yattığını görüyorum. Beş-altı kişiler, biri dışında hepsi kadın. Yüz üstü, sırt üstü yatıyorlar. Sonra oranın bir solaryum salonu olduğunu görüyorum. Yerden çıkan ışık huzmelerinin üzerine önlerini arkalarını yakmak için uzanıyor insanlar. Bazıları balkondalar. Doğal güneşle güneşleniyorlar herhalde, diye şimdi düşünüyorum.
Ben balkona kurulmuş etrafı seyrediyor onların orda olması normalmiş gibi davranıyorum. Daha doğrusu benim onların karşısında durmam... Sonra sevgili geliyor, yüzü yok, herhangi birisi, solaryum salonunu henüz görmüyor (demin yarattığım için herhalde.) Konuşuyoruz... Sevgili daracık balkonun dışında duruyor. Düşmüyor musun, diyorum? Bakıyorum balkon genişmiş ve arkaya doğru uzanıyormuş aslında... Aslında! Zihin nasıl kuruyor, büyütüyor üzerinde hayat kuracağı mekanı... Sonra bir tanıdık geliyor, kim olduğunu bilmiyorum, bir genç çocukla tanıştırıyor beni. Her şey balkonda oluyor... Genç çocuk durumu fark edince yanıma gelip dikizlemeye başlıyor. Trene bakan öküzlerden biri olmak istemediğimden başımı başka yöne çeviriyorum. Sonra beni yalnız bırakıyorlar, uyanmak üzereyim... Gerisi rüya da olabilir benim yarı bilinçli kurgum, uyanıkken uydurmam da: Karşıdaki kadınların bazılarıyla gülüşmeye, selamlaşmaya ve sohbete başlıyoruz. Ben bu sefer onlarla konuşmak için, ya da bana uzattıkları soğuk bir içeceği mesela almak için, bende bitmiş sizde var mı komşu? sarkıyorum. Arada içeri girip yazıyor ve klavye tıkırtılarımı duyuruyorum, ya da dizimin üzerine balkona alıyorum bilgisayarı. Benim için gelenler olmaya başlıyor. Ön taraflarda yer kapılmaya çalışılıyor. Yazar olduğumu biliyorlar. Dışarı çıkmıyor musun? diyorlar. Arada çıkıyorum ama burada daha yoğunlaşabiliyorum diyorum. Çapkın çapkın gülüyorlar, çıplak göğüsleri dik, burada mı? diyorlar etraftaki çıplak vücutları işaret ederek, bunu şimdi uydurdum, uyandım artık. Şimdi olsa şöyle derdim çıkmıyor musun sorusuna: Ne gerek var... İlk baktığımda gördüğüm bronzlaşan çıplak erkek artık fark edilmiyor...
Şu seks olmasa, diye düşünürüm bazen, herkes herkesle çıksa... Bukowski, kadınlara sahip olmayız asla, der, onları ödünç alırız sadece. Seks olmasa; hiçbir kadın sizin olmaz; evet; ama başkasının da olmaz. Başkasının olmaması yeterlidir, nasılsa benim olacaktır. Aşk; bana olunanı.
Kirpiğim bir gece benimle pek ilgilenmiyor; can sıkıntımı önemsemiyor; intikamını gece alıyorum; beni uyandırıp benimle sevişirken başka bir kadını, eski sevgilimi düşünüyorum... Buraya kadar da hiç önemli değil, hayal ettiğim şeyler önemli: Eski sevgilimi bir kadınla, Kirpiğim’le aldatıyorum hayalimde, ve eski sevgilim bunu görünce kumsaldaki bara içmeye gidiyor ve yanına yaklaşan iki adamla kabinlerden birine girip orada onlarla sevişiyor, ikisiyle birden sevişiyor, onlara veriyor; bir birine, bir diğerine... Belki sonra yine birinciye... Eski sevgilim böyle bir şey yapacak kadın değildi, ben onu aldatacak adam mıydım? Onu yeni sevgilimle aldatıp, kendisini de iki yabancı herifle bir kumsal kabininde, ayak üstü düzüşerek hayal edecek bir heriftim. Şu anda üzerimde gidip gelen yeni sevgilimi eski sevgilimle ilgili kurduğum ahlaksız kare alakasız hayalle aldatacak bir heriftim... Ön sevişmeyi hayalindeki bir kadınla, esasını o an etini sıktığın kadınla ve boşalmayı da hayal ettiğin üçüncü biriyle... Ya da: Sarıldığın kadınla başlayıp araya başka kadınları da alarak boşalmak... Önemli olan kime sarıldığım boşaldığımda, gerçekte ya da hayalimde...
İktidarsız Farinelli, âşık olduğu kadınla öpüşür yatakta, birbirlerinin gözlerinde erirler, bu arada kardeşi altta kadını düzmektedir... Kadın âşık olduğu adamın gözlerine bakarak, adamın hayvansı, şehvet açı kardeşi tarafından becerilir ve çocuğunu doğurur. Kimin çocuğunu?

Not defterimde o dönem, Thomas Mann’dan bir alıntı ve Banu’nun telefon numarası, Kundera’nın bir romanını okurken aklıma gelmiş “Alçakgönüllü peygamberdir, ben o kadar ukala değilim” lafım ve Müge’nin telefon numarası... Kundera ve Mann’ı biliyorsunuz, ben Müge’yi de Banu’yu da o gece tanımıştım...
Önce bir vicdan muhasebesi: Onlarca kadınla tanıştın. Aralarından üçü, üçünden birisi, diğerleri olmasa rahatlıkla bir ilişkiye girebileceğin kadar öne çıkıyor, ne güzel... Ama diğerleri var! Üçüyle de çıkarsın. Tabii ki sevişeceksin de. Onlara söylerim diyorsun, böyle böyle, hayatımda olması muhtemel biri daha var. İşte burada karaya oturdun. Kadın kabul ederse de karaya oturdun yanlış anlama; sonuçta nasıl seçeceksin? Bir kadın arkadaşım açık yüreklilikle şöyle demişti: Yalan söyle. Seviyorsan yalan söyle... Kabul edemeyecekse yalan söyle...
Doğruyu hak eden olgun insan değil mi sadece?

BENİM SAVUNMA AMAÇLI ERKEKSİ ŞİDDETİM,
SENİN SALDIRI AMAÇLI KADINSI İŞVE VE OYUNLARINDAN DAHA MASUM:
BANU
İnternetten tanıştığım bu kadınla uzun zamandır gayet dostça konuşuyor telefonlaşıyorduk. Resminden anladığım kadarıyla hoş bir sarışındı; neredeyse bebek gibi. Kocasından ayrı yaşıyor, tamamen ayrılmaya çalışıyordu. Parasal anlamda ayakta kalmaya gayret ediyordu. Bir çocuğu vardı henüz küçük. Ona sevgiyle yaklaştığını belli ediyordu. Bir gün akşamüstü geldi bana. Fotoğrafındaki kadar bebek gibi durmuyordu, e yıllar, bunun için uyarmıştı zaten beni ama işte, hayaller. Oysa fıkır fıkırdı, esmerlerden sarışınlara vakit bulamamışlığım ölçüsünde çekiciydi, farklıydı çünkü. Zaten çok da bunları düşünecek durumda değildim: Hastaydım. Sakindim. Yorgundum... Gelecekti bir gün, bugüne denk gelmişti. Bir saatten sonra elimi tuttu, şarap açmıştım ona. Giderek daha rahat hissettiği bir anda, içimden geleni yaparım, deyip öptü beni. Sonra da seninle sevişmek istiyorum dedi... Tam olarak, içime girmeni istiyorum dedi, virgülsüz de olur. Hafif bir kadın olduğunu düşündüm önce, bir erkeği değil cidden beni istediğini düşünmedim. Ben de isterdim ama hastayım, dedim. Üsteledi bir yarım saat ve ben gitmesini istemek durumunda kaldım: artık iyice üzerime gelmeye başlamıştı ve başım ağrıyordu, ki hiç ağrımaz. Öpüşüp geri çekildiğimizde sanki aylardır öpüşmemiş gibi gözleri bir süre daha kapalı kalıyordu. Bu konuda rol yapıp yapmadığını anlayacak kadar tanımadım onu. Sanki doğal davranabilmek için bir an önce tüm rollerinden, onları oynayarak arındırıyordu kendini. Ama ben... Hastaydım, yorgundum... Hiç böyle reddedilmemiştim, diyor devamlı. Özel bir yönümü görmesinden dolayı hoşuma gitmekle birlikte, bir dolu başka erkek çağrışımı yapıyordu kafamda; reddetmem iyi oluyor diye bile düşünmeye başlıyordum; dün kiminle seviştiğini bilmediğim, geçen hafta hangi erkeğin yatağında uyandığını bilmediğim bir kadınla sevişmedim hiç; grup seks gibi bir şey; prezervatif kullanmasını da öğrenemedim, klostrofobi var; reddetmedim, hastayım, diyorum, hem çocuğunu anaokulundan almayacak mıydın sen, e saati geçiyor! Kapıya kadar geldik, açıyorum kapıyı kapıyor, açıyorum kapıyor... Acı çekiyorum gider misin! diye bağırmak durumunda kaldım. Gitti... Aradı iki saat sonra, çok kırdın beni, diye mesaj çekti... Ancak 2 gün sonra özür diledi. Evet, dedi, alnına dokunmuştum, şimdi hatırladım, ateşin vardı, hava sıcak olduğu halde üzerinde iki polar vardı. Yüzün soluktu... Evet, şimdi hatırladım bunları, gerçekten hastaydın…
İnanabiliyor musunuz?

Bir ara ben de dellendiğimde artık, onu kollarıma alıp tişörtünü yukarıya çekmiş, siyahlar giymişti, sutyenini hafif indirip meme ucuna ulaşmıştım, minyon ama dolgun bir vücudu vardı, keşke tamamen soyup yapıp yapamayacağımı deneseydim. Bende fazlasıyla rahat mı desem safça mı desem bir hal vardır, şimdi olabilecekse her zaman olabilir diye düşünürüm; evet safça; bir daha olmadı çünkü; aramıştım bir süre sonra, davet edecektim tekrar, isteksiz davrandı, aşırı dostça davrandı, “eşim” falan gibi laflar etti sevgiyle. Nevizade’de gördüm sonra; önce ona benzetemedim, çok güzel duruyordu çünkü, tam resimlerindeki gibi; afrodit; uzaktayken; o ısrarla bana, benden tarafa bakmıyordu, bu kadar ısrarla bakmamasından anladım aslında fark ettiğini, o olduğunu, bir de ayağa kalktığında vücut yapısından... İlginçtir; bir anda o kadının her tarafını görebilecek, her tarafına girebilecek, yatakta çırılçıplak, belki bacağınız onunkinin üzerinde, eliniz kalçasında, onun eli sizinkini tekrar kaldırmaya çalışırken, ya da sadece oynuyor olabilir, tuhaf bir oyuncak gibi olmaz mı sabahları, yeni uyandığınızda, uyanacaksınız, tekrar uyuyacak uyanacaksınız, gündüz sevişmeleri; oysa bir anda bir hiçsiniz birbiriniz için. Karşılaşıyor ve görmezlikten geliyorsunuz birbirinizi. Güzelce giyinmiş sizin ona baktığınızdan emin, ama yanınıza gelemez çünkü yanınızda bir kadın var, ama gülümseyebilir, en azından, yanınızdaki her kadın sevgiliniz olmayabilir; iş kıyafetleri içinde, ceket ve pantolon, topuklu ayakkabı, oysa o kadının memelerini gördünüz, öptünüz o memeleri; orada öyle iş kıyafetleri içinde; geçiyor, arkasından bakıyorsunuz, kalçalarını sıktınız, daha fazlasını yapmanızı istedi ve yapmadınız, ve şimdi pantolonu var üzerinde... Bir pantolon, düşünsenize... Belki de boğaz ağrımı ve halsizliğimi mazeret olarak sunmuştum, cinsel hastalığımı saklamak için; hastalık da dememek lazım, öyle bir dönemdi, yalayıp geçti. Çok önceleri üç kadına iktidarsızım deyip oyun yapmıştım; zaman kazanmak da için: bir kadınla hemen o anda, onun istediği anda sevişemeyebilirim, performansımın deneniyor olduğu düşüncesi beni rahatsız eder; erkeksi iktidar, cinsel olsun olmasın, uzak durmaya çalıştığım bir şeydir. Bu üç kadından ilkiyle bakire olduğundan hiç sevişememiştik zaten ve hiçbir fikri yoktur şu anda da nasıl seviştiğimle ilgili, yolda görse mesela. İkincisi bir süre sonra terk etti beni hayatımda başka bir kadın olmasını bahane ederek; düzülmek istiyordu, başka bir kadın bile olsa hayatımda, hem de aynı işyerinde; çok istiyordu, işyerinin bilgisayarından “masaya yüzüstü daya ve arkamdan gir bana” gibi mesajlar atıyordu; yapamayacağımızı düşünmesi bitirmesinde etkili olmuştur, ve başka kadını bahane etmek de kolay... Allahtan üçüncüsü ne büyük yalan olduğunu anladı söylediğimin, gösterdim, espri olarak anıldı sonra palavram, büyük espri hem de, tam geyik... Erkeksi bir iktidar değildir benimki yine de. Gerektiğinde sertleşirim, kadını gerçekten istediğimde ve buna da en iyi organım karar verir. Onu dinlerim. Onun kollarında eriyorum, diye psikoloğuna benden söz eden sevgilim ve, neredeyse bayılacaktım, diyen diğeri sizi yanıltmasın; cinsel performansımın fiziksellikle bir ilgisi yoktur.

JEST, JOKER DEĞİLDİR; ÖZRÜN YERİNE KULLANILMAZ.
Çok tanımadığım bir insana nette anlatmıştım bu durumu; kadındı o da ve ne dedi:
-Ben sizin gibi hasta dahi olsam, eğer o kişinin istediğinin gerçekten ben olduğunu bilse idim, onu geri yollayamazdım. Sıkıntı çeker ama ona istediğini verirdim...
Şaşırtıcı; üstelik bir kadın: Sadece karşıdaki istediği için veren başka kadınlar da tanımıştım, hatta bir tanesi sevgilimdi! Sanırım ayrıydık bir süreliğine: Bir gecelik bir ilişkiye girmişti, barda tanıştığı, sarhoş, adama hayır diyemediği için, karşı koyamadığı için değil saf biri olduğu için, seksten özellikle zevk alan bir kadın da olmadığı halde, tenlerin teması, erkeğe zevk veriyor olmak, sarılınmak, o kadar; diğer kız arkadaşı ben bakireyim dikkat et diye elinden kurtulmuş adamın, belinden, gerçekten bakireymiş; memelerinin ve orasının yalanmasıyla, onun erkeği yalamasıyla bozulmuyorsa bu bakirelik. Yıllar önce daha çocuk sayılacak kadar gençken “bakireymiş” derlerdi çok güzel bir kız için, bizim yaşlarımızda ama daha büyük gösteriyordu kız, “bakireymiş, arkadan veriyormuş...” İlk âşık olduğum kadınsa bir inşaat işçisine bir kere vermeyi hayal ettiğini söylemişti, iyilik niyetine!
Netteki o çok tanımadığım kadın açıklıyordu da neden istediğini yapacağını karşısındakinin, öyleymiş karakteri!
-Çünkü ben başkalarını mutlu ettikçe mutlu olan biriyim.
Anlattığımda John Wayne sendromu, diyen biri çıkmıştı buna. Bir başkası, bu kadın genelevde çalışsa çok mutlu olur, demişti…
-Amacım en dobra biçimiyle iyi anılmaktır. Çünkü ben başkalarının ne düşündüğüne değer verilmesi gerektiğini düşünerek yaşadım. Herkese bir peri kızı gibi mutluluk dağıtmak istiyorum. Böyle büyüdüm, böyle şartlandım ve özümde böyle mutluyum.
Özünde mutluluk nasıl oluyor insanda? Hayvanlardakini biliyorum da...
İnsanın özü, olduğu öz müdür, olması gereken öz mü? Olunan öz ve hayat boyu kalınan, hayvanlardakidir, diye biliyorum ben de, o yüzden.

SİRENLERLE KARŞILAŞTIM, BENİ BÜYÜLEMEYE ÇALIŞIRKEN BİR AN DURDU TEKİ, SÖYLEYECEĞİMİ Mİ TAHMİN ETTİ NE, SİREN DEDİM BENİM TEKNENİN ADI, SENİN ADIN DA SİREN ONUN ADI DA SİREN, SENİN ADIN BUNDAN SONRA OLSUN MUSTAFA SİREN, GEL GELELİM TÜM ÇEKİCİLİĞİYLE YİTTİ GÖZÜMDE, DE YOLUMA DEVAM EDEBİLDİM BÖYLECE…
Bense bir kadını reddedebiliyordum, erkek olduğum halde üstelik. Kendimi fedaya yanaşmamak gibi bir özelliğim vardır, bunu biliyorum, ne ülkem için, ne başka biri için, ne de... 3 araba güneyden dönüyorduk. Diğer iki erkek konvoyun önünü görmeden solluyorlardı, ilerde sıkıştığın yerde yanaş! Ben dedim ki, ben artık yavaş gidiyorum, isteyen öndeki arabalara geçebilir. Molada biz sadece biraz geç geldiğimizde, yemeklerinin gelmemiş olmasından değilmiş asık suratları, kavga çıkmasındanmış fazla hızdan, kızlar korkmuş, uyarmışlar, adamlar da her halde gururlarına yedirememiş, ne de olsa bu yolda ölürler bile bunlar… Sıkılmalarının, kavgalarının acısını bana bulaşarak çıkarmaya çalışmıştı erkekler: Korkuyor musun oğlum hızlı araba kullanmaktan… Niye korksun canım diye beni korumaya çalışırken kızlardan biri, yo diyorum korkuyorum, tabii ki korkuyorum, canımı sokakta bulmadım.

Ne diyordum; bazen erkekliğimden şüphe ediyordum; ama olumlu anlamda... Sahip  olmak istediğim şey erkeklikle değildi ki. O, zaten doğuştan sahip olduğum ve aptalca yönlerinden kurtulmaya çalıştığım şeydi... Özümde böyle mutluydum...

Bir kadın sormuştu: Beni tahrik edebilir misin? diye. Beni tahrik edebilen her kadını edebilirim, demiştim...

İLİŞKİ SIRASI: AŞKTAN KAFAMI KALDIRAMIYORUM.
İLİŞKİ SONRASI: KAFAMDAN AŞKI KALDIRAMIYORUM.
ÇOK SÜRERSE: ARTIK AŞKI KALDIRAMIYORUM.
Banu yıllar sonra yazacaktı bana, sana hatalar yaptım, ama o dönemi hatırlamak bile istemiyorum diye, arada sen de yapmışsındır ama bir şeyler diye yan çize çize…

KOCANIZIN KAYNANASI OLMAYIN:
MÜGE
Karın yolları tıkaması nedeniyle, yani bu mazereti kullanarak, onun evinde 3 günlük bir ilişkimiz oldu. İyi didiştik. Ben sinirim geçip de mantıklı düşündüğümde, bu kadınla anlaşabilir, bu kadının beni sinirlendirmesine engel olabilir, bu kadına bağırmamayı başarırsam bir daha kimseye bağırmam, herkesle iyi anlaşabilirim artık demiştim kendime; zaten yakın olduğum o meleksi hayata varabilirim belki de bu yoldan... Ve sırf bu yüzden onunla tekrar görüşmeyi düşünmüştüm; olmadı.
Neden sinirlendiriyordu beni... Çevremde giderek daha fazla görmeye başladığım bir kadın tipi vardı karşımda.
İnsan haklılığını kanıtlamak için tartışır ama haksızlığını saklamak için didişir. Didişerek sadece haksızlığınızın üzerini örtmekle kalmaz karşıdakinin hata yapmasını da sağlayabilirsiniz. İnsan bu yolla kendinden bile saklayabilir haksızlığını. Örneğin devamlı lafımı kesen biri, konuşabilmek için onun lafını kestiğimde, beni lafını kesmekle suçlayacaktır... Bu tipiktir; aslında tabii komiktir.
Zaten didişmemeyi başarmak için susmak ya da ortamı terk etmek de sizin, siz kadınların didişme istediğinizi yok etmez, didişmeye gerek olmadığını size sakince anlatmak da mümkün gözükmez. Yani bir kez didişmek istemeyegörün... Kaçmaya çalışsam bile yolumu tıkarsınız; bu durumlarda sizi sevmek ya da sert davranmak gerekecektir, sorunun temeline yönelmedikleri için bu ikisi farklı yöntemler değillerdir aslında, ama siz sertliği tercih edeceksiniz. Evet, böyle bu, içtenlikle. Çünkü sizinle sevişirsem beni suçlama olanağınızı elinizden almış olurum. O zaman... dünyanın en sakin kedisi olsam bile, köşeye sıkıştırdığınızda tırnaklarımı göstereceğim, tırmalayacağım, tüm gün mutlu mayışık yatmış uyuklamışsam bile; hayaller kurmuşsam bile diyelim, ben uyuklamam. Karşıt uçta da tabii köpekler var; ve ben de, bilirsiniz, dünyanın köpekliğe en uzak erkeğiyim.

Herkes kadar sinirli olmama rağmen, bazen benim kadar melek gibi olan çıkabileceğini sanmam. Çünkü sinirlendikten sonra sakinleşecek vaktim vardır, dünyada cenneti yaşadığım zamanlar az değildir. Oysa siz yoğun hayatınız nedeniyle sinirlenecek devamlı başka şeyler geldiği için bir türlü sakinleşecek zaman bulamazsınız ve üstelik bağımlılık oluşturursunuz artık sinirlenmeye, sinirleniyorum o halde varım, bir çeşit sado-mazo karakter; baştan uyarsanız ya! İlginç olan özünüzde sakinsiniz, yumuşaksınız, doğaya daha yakınsınız, yakında çocuk doğuracaksınız, belki doğurdunuz, memelerinizle bir çocuğa süt verdiniz ya da vermeyi bekliyorsunuz, siz beklemiyorsanız memeleriniz bekliyor; ya da bir erkeğin meme uçlarınızı sertleştirmesini beklediniz, olmadı kendi kendinize sertleştirdiniz; ama sadece uçlarını, bedeniniz yumuşacık, kaba etler desek ne kaba, onlar bile öpülesi bir yumuşaklıkta; kalbiniz nasıl bu kadar sertleşebiliyor, ırkınız benden daha sinirli nasıl olabiliyor... İş kadınlarııı... iş kadınlarıııı... Sinirler gerili, baş-lar yukarııı… Bugün okudum, erkeklerden iki kat fazla depresyona yakalanıyormuşsunuz... Bir de muayyen günleriniz var... Bize gün kalmadı...

UYANIYORSUN YANINDA BİR KADIN HİÇ Mİ HİÇ HATIRLAMIYORSUN DÜRTÜYORSUN UYANMIYOR NEFES DE ALMIYOR AMAN DİYORSUN İYİ HİÇ UĞRAŞAMAYACAKTIM ŞİMDİ.
Ne hissettiğinizi biliyorum; çok içtiğim ve az uyuduğum gecelerin ertesi böyle hissettiğim olur; derim: böyle hissediyor olmalılar. İnsan nadiren bir başkasına sinirlenir zaten, genelde sinirlendiği kendisidir. Ben birisine kızdığımda sorunun bende olduğunu bilirim, hatayı yapma anlamında değil, hata onun olsun, benim hatam sinirlendirilmeme izin vermektir; engel olamamak anlamında…
Sinirlenmediğim zamanlarda... Tabii yine suç bende! Hiçbir şey yapmadan orada öyle duruşumla, asılmayan, bekleyen bir tavırla -ayağına bekleyen olarak çevirirler bazıları; dil her zaman çevrilmeli o dili konuşanlara bile- sakin, sanki kadını beğenmemiş gibi, ne büyük hakaret bir kadına; beğenmenin kıstası da kraliçeyi beğenir gibi beğenmek, önünde eğilmek; şövalyeler eğilir, ama o kraliçeler de kraliçe; neyse; ben sırf duruşumla, varlığımla, bakışlarım, ortaya karışık umursamazlık; sırf bu hallerimle bile onları sinirlendiriyor olabilir miyim? 

İşte size az bulunur bir gözlem, bir kadından hem de: “Çünkü vermediğin bir şeyler var sende, bir de üzerine çok belirgin olmayan aşağılama, gerek bir bakış, gerek ses tonu, gerekse sessizlik, ondaki arzuyu körüklüyor... Histerik ya da obsesif kadın tipi özellikle sürekli peşinde. Senin öyle bir kabuğun var ki, bunu bazen pasif agresif olarak ortaya sunuyorsun. Kültürün bu pasif agresifliğinle birleştiğinde kadın için mıknatıs gibi hissediliyor. Diğer yandan korkutucu... Biri seni çok iyi tanımıyorsa, ilk izlenim rahatsızlık verici. Zor görünüyorsun. Herkes buna ayak uyduramaz, hele de aklını sidik yarışı için çalıştırıyorsa.”
Sarışın tombul yanaklı bir kadındı Müge, tabii tombul vücutlu da. Şişme bebek gibi. Estetiğini çok bozmuyordu tombulluğu, ama güzel de değildi. Dümdüz iniyordu işte sırtı kalçalarına. İlk gece, daha o sabah tanışmıştık, sohbet ilerleyince, kal bende, demişti. Yan odada yatağa girdim ve uyumaya hazırlandım, tipik. Mışıldamaya başlamadan bana seslendi ve yanında yatmamı istedi.
-Burada da yatabilirsin.
-Orda sen varsın! Gülüyorum... Yatağımdan çıkıp onun yatağına gitmek biraz gurursuz bir hareketti, ama o da beni yanına çağırmıştı. Yan yana yattık: Yukarıda anlattım, Kirpiğimle olduğu gibi oldu hemen her şey, sevişme dışında. Yaladı, ama o kadar iyi değildi, içine aldı, hızla ve beceriklice, fena da değildi, yumuşak bir ten, hemen içinde bitivermek güzeldi, uyumaktan döndüğümüz için bir de. Cidden uyurdum ama. Sesler çıkardığımı hatırlıyorum, çok güzel, oooh! diye. Dalga geçiyordum aslında, çok da değil, sabah keyifli bir uykudan sonra kalkmadan yatakta şöyle bir gerinirsiniz ya, o üzerimde, onu bunumun üzerinde, öyle bir gerinmiş bile olabilirim. Öyle gidip gelirken üzerimde, ne olduysa ben sertliğimi kaybetmeye başladığımı fark ettim. Böylece ben onun üzerine çıktım ve biraz da olsa sertleşmeyi başararak içinde gidip geldim, salladım onu, hâlâ bıyık altından gülüyor dalgamı geçiyordum: Onu şişme kadın gibi mi görüyordum cidden? O sırada boşaldığını sonradan öğrendim, ben işimi hallettim sen üzerimdeyken, demişti: o da dalgasını geçti, bu iyi! Ben ise bir daha sertleşip boşalamayacak kadar yorgun ve isteksiz ve birazcık da kızmıştım bedenime, yanına serildim... Sabah uyandığımızda yine olmadı... Ancak öğleye doğru onu çok da önemsemeyerek, soyup arkasını çevirip yaptığımda sertleşebildim ve boşaldım sırtına; erkek iktidarı ancak böyle kadını önemsemeyerek kurulabilir, eğer kadına gitmiyorsa gönlünüz. Hoş, gidiyorsa da öyle bazen; sertliğinden en çok tat aldığımız uğraşımız seks.
3 gün camdan karı seyrettik. Konuştuk, daha çok o... Kendini anlattı. Bana yazdığı metinleri okudu. Çok basit şeylerdi, lise seviyesinde, ama büyük bir zevkle, değerlerinden eminmiş gibi okuyordu ve onu kırmamaya çalışarak “fena değil” dememden bile anlamıyordu kötü olduklarını. Sıkılmaya başladım, çünkü bir tanesini bitirip diğerini okumaya girişiyordu; gece orgazm olmuşsa bu ne tatminsizlik! Birisine okumuyordu da kendi kendine okuyordu sanki, karşısına boş bir koltuk alıp okumamasının tek nedeni vardı, böyle bir görüntü hoş olmaz, adama deli derler!
İnsanlar doğru güzel akıllı insanlarla karşılaştıklarında hadi şundan bir şey öğreneyim demiyorlar da şöyle düşünüyorlar: “Hah işte tam kendimi anlatabileceğim biri.”
Sevin’e de hayatımla ve yaptıklarımla hiç ilgilenmediği için sitem etmiştim. “Sen kendini anlatmaya pek meraklı değilsin?” demişti... Bu ayıptır yahu, kendini anlatmaya meraklı olmak! Onun kadar meraklı olmam gerekiyordu kendimi anlatmaya... Beni huzursuz etmemek için üzerime gelmediğini söylüyordu. Üzerime gelmemiş, beni henüz tanımıyormuş çünkü. Oysa beni tanımaya çalışarak geçireceği vakti kendini anlatmaya harcıyordu.
Gerçek bir ilgi beklerim karşıdan, neredeyse bilimsel bir merak... İnsanların laf olsun diye konu açtığı bir toplumuz. Birkaç dakikalık bir suskunluktan bile korkan insanlarız. Düşünerek konuşacağımıza, düşünürken konuşan insanlarız... Tek merakları var; anlattığınız bir konudan kendi hayatlarına ya da düşüncelerine paralel geçişler yapıp konuyu kendine çekmek... Buna karşılık yapılacak tek şey, haklılar, kendini anlatmaya meraklı olmak; olayı kendi tarafına en iyi çeken kazanır! Oysa insanlarla konuşmak, onları konuşturmak değil midir...

SEÇİLMİŞ: KÖLE
“Ben yaptıklarını önemsemediğim ve saygı duymadığım biriyle niye birlikte olayım ki...” diye yazmıştı Sevin.
Beni önemsediğini görmem gerekiyordu, beni görüp göremediğini görmem gerekiyordu, yoksa egom okşansın da kendimi daha değerli göreyim diye değil, onun değerini göreyim diye. Ama bunu bana pek göstermedi, beni önemseme nedeni kendini önemsemesiydi çünkü, ona değer katıyordum, değerini tamamlıyordum! Ben! Tamamlayıcı. Eklemlenen biri! Ben!
Demiştim; yazılarım eşim, Sevin ise metresimdi. Bunu söylediğimde, o aşırı kıskanç kadın, gülmüş ve, sorun değil, demişti. Ama karımı tanımaya, onla ilişkimi çözmeye çalışmadı.
-Benim sevgilim Süpermen.
-Ne güzel, kutlarım, nasıl uçabiliyor?
-E... Bilmem hiç sormadım...
Yıllar sonra sormayacak mıydı:
-Sevgilim, artık beni neden uçurmuyorsun?
Sen değiştin diyorlar sonra da erkeğe; bana ilgini kaybettin... E tabii kadının isteği doğrultusunda adam rol yapıyor, ilgili gözüküyor, kadına kraliçe gibi davranıyordu. Öyle görmüş, bir kadına ancak böyle yanaşabileceğini öğretmişti abileri. Erkeğin ilgisiyle başlayan ilişki zaten yapay başlamış bir ilişkiydi; erkeklerin kadını tavlamaya çalışırken etrafından dört dönmeleri yapaydı; oyundu.
Kur yapmak, tavlamak kadının altıncı hissini bozuyordu. Kendine kur yapılan kadının ilk beş hissinin yoğunluğu altıncı hisse izin vermiyordu. Tavlamak, ikna etmek değildi, kandırmaktı.
Ve çoğu kadın da bunu bilinçsizce istiyordu, kur yapılsın, yapaylaşılsın, göz boyansın. Böylece en iyi taktiğe gidiyordu kadın, kur yapmaya harcanan zekaya harcanıyordu.
Adam zamanla insan karakterine geri döndüğünde, kendini fark etmeye, feda etmemeye, kadına tapmamaya başladığında, kadının şart koşmasıyla girdiği rolden sıyrılıp doğal haline döndüğünde, suçlanıyordu. Kadını kandırmış, aldatmış oluyordu!

ÜN SAHİBİNDEN BÜYÜKTÜR O KADAR Kİ SAHİBİ DE ÜNÜNE KAVUŞMAYA ÇALIŞIR
“Kitabını bana adarsın artık” demişti Sevin. “Sana mı adarım?” diye sormuştum şaşkın, “neden sana adayayım ki...” Tamam sevgilimsin ama, kitap başka... Tabii kitabımın onunla ilgisi olmadığını da söylemeliyim. Ne içindeki öykülerden biri onunla ilgili, ne de o hayatımdayken yazıldılar... Buna rağmen adanabilirdi tabii, bir hediye gibi, ama hediyeler verdiğiniz kişinin olurlar, kitabım benimdi.

SABAH UYANINCA BANA DA KAHVE YAPSANA DEDİ
BAŞKA FİNCAN OLMADIĞINI FARK ETTİM KENDİMİNKİNİ DÖKÜP ONUNKİNİ KOYDUM
İÇERKEN SENİNKİ NERDE DEDİ ANLADI ONUNKİNDEN ALDIM BİR YUDUM
SENİNKİNİ DE PAYLAŞABİLİRDİK DEDİ BEN PAYLAŞMAM DEDİM.
Hayatımda birine verdiğim en güzel hediyeyi hatırlıyorum. Sevgilimle ilk kez öpüştüğümüz gece, öpüşmemizin nasıl gerçekleştiğini hediye ettim ona. Onun evinde karşılıklı koltuklarda oturuşumuz, benim koltuğun dibine yere oturuşum ama daha fazla ilerlemeyişim, çünkü bunu cidden rahat oturmak için yapmıştım, onun yanıma usul usul sokuluşu: Önce kendi koltuğundan yere inişi, yarım saat sonra aramızdaki sehpanın yanına gelişi, 20 dakika sonra sehpanın benden tarafına geçişi, 10 dakika sonra dizlerime değecek kadar yaklaşması ve birkaç dakika içinde artık benim bir hareket yapmamın iyi olacağını düşünüp, uzanıp boynundan tutarak suratını suratıma doğru çekişim... Bu dakikaları anlattığım günlüğümün sayfalarının kopyası... Bugüne kadar anlattığım her kadın çok güzel bir hediye olduğunu söyledi biraz kıskançlıkla.
En son anlattığım, ki sonra sevgilim oldu, “Kopyası mı, dedi, neden gerçeği değil?”
Bir başka hediyeyi hatırladım verdiğim en iyilerden biri... Solak değilken sol elimle yazdığım bir not. “Seni düşündüğümde sevgilim bir çocuk gibi heyecanlanıyor, aptallaşıyor... âşıklaşıyorum. Duygularımı daha iyi anla diye sevgilim sol elimle yazdım.” Çok gençtim o zamanlar...

“Bana adarsın artık…”
Hiç katılmadığı bir reklam kampanyasının yaratıcı yönetmeni olarak anılmak ister mi insan... Kafasını uzatıp sırıtarak bir fotoğrafa ya da kameranın kadrajına kıyısından köşesinden girmeye çalışan biri geliyor gözlerimin önüne.
Ağzından kaçmadığı da belli... “Adar mısın?” da değil, adarsın “artık”. Eşşek değilim ya, adayacağım haliyle, doğal olarak...
İnsan böyle şeyleri düşünebilir, ama yüksek sesle de söyler mi...
Tabii böyle bir insan basit bir ithafla da yetinmez, bir romanın kendisine adanması onu kesmez. Kitabın ilk sayfalarından kurtulup romanın içine de nüfuz etmek isteyecektir. Bir roman kahramanı olmalıdır o...
Kapitalist toplumda insana bir şeyler bildiği için diploma verilmez, diyor bir lafta ve şöyle devam ediyor, diploması olduğu için bir şeyler bildiği varsayılır...
Süper devletlerin başkanlarıyla el sıkışırken objektife poz vermiş ikincil dünya ülkeleri başkanları geliyor aklıma. Bakın bizi nasıl önemsiyor…
Bana adadı, bakın beni nasıl önemsiyor...
Tarihe geçmek isteyen bir komutan -bizim durumumuzda- bir kraliçe gibi. Tabii her komutan ya da kraliçe gibi kendi istediği şekilde geçmek isteyen...

-NERDEN BİLİYORSUN?
-KENDİ HAYATIMDAN.
-HAYATINI YAZSAN KUTSAL KİTAP OLACAK!
Müge’yle tartışmalarımız da böyle başladı, beni ikincil bir pozisyona koymak istemesiyle, hem de Sevin gibi kendine göre ikincil değil, başka birisine göre ikincil... Bir arkadaşı, daha doğrusu ona asılan ama yüz vermediğini söylediği bir adam gelecekti eve bir şey teslim etmek üzere. Bu adam evde oturduğumuz günler boyunca birkaç kez telefonla aramıştı. Konuştular. Şöyle: Müge devamlı sesini yükseltiyor, çoğu kez bağırıyor, küfredip telefonu suratına kapatıyor, adam tekrar arıyor yarım saat sonra, sakin sakin konuşmaya devam ediyorlar; sanki hiçbir şey olmamış gibi... Neyse, adam getireceğini bırakacak, çok kalmayacaktı, ama beni görmesini istemiyordu Müge. Bunu kibarca söylemedi de, ki ima etse de anlardım, benim gazete almaya çıkmamdan da yararlanarak şöyle bir laf etti: “Bir yarım saat gelme”.
-O zaman hiç gelmem. Senin saatlerine uymam.
-Ben de böyle yapardım.
Hayranlıkla bakmıştı ama beni anladığından değil. Bak, bu benim özelliğim işte, demek istiyordu, helal olsun, sen de benim gibi birisin... İnsanın hayatı ne kadar özellikle dolu olabilir de tüm gün anlata anlata bitiremez...

-EGOİSTSİN!
-AMA KENDİME EGOİSTİM…
Kendini bu kadar sevmeseydin seni bu kadar sevmezdim, gibi akıllı bir cümle kurmuştu ya Sevin; hayran olduğu şey, kendisini bile kıskandıracak kadar başarılı bir şekilde kendisini seven bir örnekti; benim kendimi sevmem... Ama değerini anlamadan bir tabloya sahip olamazsınız, en fazla duvarınıza asarsınız... Kendimi sevmemdeki esas hayran olunacak şey olan bencilliğe düşmeme gücümü gözden kaçırıyordu... Başkasını kulum kölem yapmaya yönelik değildi benim sevgim. Cidden kendimi sevdiğim için, köle sahibi olmanın bana yakışmayacağını bilirdim. Hegomonya kurmak asla hoşuma gitmezdi. İsteyen gelirdi. Yanımdan ayrılmak istemeyen ayrılmayabilirdi. Bağlanmak isteyen bağlanırdı. Ama ben bağlamazdım kimseyi... Gerçekten bağlanansa bana özgürleşirdi, bana bağlanan çözülürdü…

Müge evine gelecek o adamla birlikte değilse de olma olasılığını her zaman canlı tutuyordu... Çokeşlilikten söz etmiyorum ama kesinlikle cinsellikten söz ediliyor burada. Bacağını göster, geç... Bir kere ver, ön koltuğa otur... Yılmaz Erdoğan ne yazmıştı: “Ben senin beni sevme olasılığını sevdim.” Tam da eve gelecek çocuğun düşünü anlatıyordu... Müge de bu olasılığı her zaman saklı tutuyordu; başka bir olasılığı gizleyerek, kendinin başkasıyla olma olasılığını. Bir şeyi düşünmek onu tüm olasılıklarıyla düşünmektir, diyorum ya, bir kadını, onun başka bir adamı sevme olasılığıyla düşünmüyorsanız, siz o kadını düşünmüyorsunuz. Neyi mi düşünüyorsunuz? Hakkaten de düşünmüyormuşsunuz... Eminim Müge adama bir dolu işini yaptırıyordu; erkekler başka ne işe yarar; ünlem yok!
Aralarında hâlâ maddi bazı bağlar olduğu için beni eski kocasından saklamaya çalışan bir sevgilim olmuştu. El ele yürüyemiyorduk örneğin; kalabalık yerlerde samimi olamıyorduk, yanımızda hep bir üçüncü kişiyi taşıyorduk; üç arkadaş pozisyonu... Sorun etmedim, zamanla eski kocasını boşamayı öğrenecekti ya da öğrenmeyecekti; izliyordum. Kocasından bir çocuk istemediğini anladığında ayrılmıştı ve sevişirken kollarımda eridiğini söylemişti psikoloğuna. Bunları eski kocasına söyleyemezdi; destek kesilirdi; benim varlığım bu desteği tehdit ediyordu; tamamen bana da çeviremiyordu yüzünü, sonuçta paralı olabilecek kadar güçlü değildim. Paraya sırtımı dönecek kadar güçlüydüm sadece!
Kollarımda eridiğini söylediği psikoloğu tipik bir erkekti. Kendince tamamen tıbbi açıdan, sevişmeniz nasıl diye sormuştu, aslında erkek olarak beni merak ediyordu. Sevgilimden “Kollarında eriyorum” cevabını alınca beni gözünde daha da büyütmüştü adam. Tanıştığımızda, sözümü gereksiz yere kesmiş, ortamı gereksiz yere yönetmeye kalkmıştı. Ayrılırken garajda arabasına giderken espriyle karışık ama tam da değil, benim BMW’m nerde, diye bağırmıştı, ben karakteri böyle diye düşünmüştüm ama herkes tarafından sonradan ayıplanmıştı: “Hiç böyle yapmazdı, neden yaptı!” Teşhisi koymak zor olmadı. Sonra seyircilerinin arasında benim de olduğum bir psikoloji grubunu çok kötü yönetmiş ve hatasını da ısrarla kabul etmemişti. Neden, hiç yapmazdı diye soruyordu herkes, çok şaşırmışlardı. Tüm gece boyunca ben sevgilimle yan yana otururken bakışlarını özellikle uzak tutmasından anlaşılıyordu nedeni.
Erkeklerde böyle etkilerim olurdu: Babalarının önündeymişler gibi...

Kendi çaplarında dört usta kişi birlikte yolculuk yapıyorlarmış. Konakladıkları yerde ağaç ustası gece nöbet tutarken vakit geçsin diye bir kız resmi çizmiş ağaca. Terzi ustası nöbeti sırasında “Bu şimdi sabah bunla övünür.” diye bir elbise dikmiş kıza... Kuyumcu ustası takı takmış nöbeti sırasında. Dördüncüsü aşçıymış, ne yapacağını bilememiş, Tanrıya yalvarmış: “Tanrım bu kıza can ver, beni küçük düşürme...”
Sabah hepsi hak iddia etmiş ve kendilerine almaya çalışmışlar capcanlı kızı... Kralın oğlu geçiyormuş o sırada oradan, önce onları ayırmak istemiş ama kızı görünce o da hak iddia etmiş (ne güzel anlatıyor erkekleri)... Hakime gitmişler, onun da kızda gözü kalmış ve hak iddia etmeye başlamış o da... (oh oh)
Hikayenin sonunda kız usanıp tekrar ağaca girmiş. (Hikaye yazarı erkek değilmiş demek.) Laz atasözü oradan çıkmış: “Ağaç kesersen, ağaçtan akan su o kızın gözyaşıdır...”
Nasıl harcanmış güzelim fikir: Hikayenin sonundan önce ben girerim... “Gönlü kimi seçerse kız onun olsun.” derim... Hem akıllı, hem güzelim. Kız beni seçer.
Burada kız benim hak iddia ettiğim hikayeye girer ve haklı olarak hak iddia eder, bana şöyle sorar:
-Seni seçeceğimi nereden biliyorsun?
-Akıllı bir kıza benziyorsun.
Hem doğruyu söylemek ve kızdan yana olmak, hem kazanmak benim tılsımımdır...
Kıza güzel olduğunu söylemem.

BENİMLE SEVİŞİRKEN, AHMET AHMET DİYE SAYIKLARDI ARADA.
HAYIR DÜŞÜNDÜĞÜNÜZ GİBİ DEĞİL, AHMET BENİM ADIM.
AMA BELKİ DE DÜŞÜNDÜĞÜNÜZ GİBİ, ESKİ SEVGİLİSİNİN ADI DA AHMET.
Kadınım benden ayrıldıktan kısa süre sonra başkasıyla olursa beni aldatmış demektir; ama bu kadın mutlaka bana âşıktır. Bana âşık değilse, benden çocuk yapmak falan istemiyorsa, ona sahip olduğumu düşünmem; sevişerek bir kadına sahip olmadım hiç, sadece sahip olduğum kadınlarla sevişebildim... Peki erkekler kendilerine âşık olmayan bir kadına nasıl sahip olduklarını düşünebiliyorlar? Âşık olmadıkları için... Evet, güzel cevap. Aşk yok, bari sahip olalım! Buna tecavüz derler...
Tamam fazla üzerinize gelmeyeceğim.

ONU HÂLÂ SEVDİĞİMİ BİLİYORSUN, DEDİ KADIN.
ARTIK, NEYSE Kİ, DEDİ ADAM ASLA KABUL ETMEZ SENİ…
BİR ADAMIN DİĞERİNİN GURURUNA GÜVENMESİ.
Benden ayrılan âşıklarım da yeni sevgililerine bana hâlâ âşık olduklarını söylediler mi? “Onu henüz unutamadım, ama yardımcı olursan...” Âşık unutturan adamlar... “Sana onu öyle bir unutturacağım ki!” Erkekler benimle doğrudan sidik yarışı yapamadılar çok, genelde böyle kadınlar üzerinden...

Morrisey söylüyor:

The more you ignore me
the closer ı get
you’re wasting your time.

Çevireyim izninizle:

Kâle almadıkça daha da
yakınlaşıyorum sana
vaktini boşa harcama.

Ya da

Sen beni kalene almadıkça
Daha çok kuşatıyorum seni
Askerlerine yazık

Neyse; diyeceğim: Bu nasıl bir ruh durumu hiç anlayamadım.

Kız arkadaşım, kendine asılan bir erkeğe:
-Bir erkek arkadaşım olduğunu bilmiyor musun? demiş.
Şöyle demiş adam, tarihe geçsin:
-Bizim köyde bir laf vardır: “Biz kızı bin kişi ister bir kişi alır.”
“Bana çanak” diyorum böyle yaşam formlarına:
Onların köyünde, bir kişi kızı aldıktan sonra hâlâ kızın peşinden koşmakla ilgili bir laf var mıymış diye sorsaydın keşke demiştim, yoksa doğrudan dayak mı atıyorlarmış…

Başka bir sevgilime mesaj gönderiyor adamın teki: “Sana hissettiklerimin onda birini bana hissetseydin...”
Sevgilimin cep telefonunu alıp karşı mesaj çekiyorum: “Bu mesajlarını okumadığımı mı sanıyorsun? Nasıl köpekleştiğini görmediğimi...”
“Kimin gönderdiğini anlayacak mı?” diyor sevgilim.
“Köpek o” diyorum “eşek değil...”

Doğuştan boynuzlu erkekler...
Tek bir durumda boynuzlanmış hissederim, dediğim gibi; kadın bana âşık olmamışsa... Başkasına olması değil, bana olmaması... 

Müge’yle 3 günümüzün sonunda kızıp eve döndüğümde aradı. Bak Müge, dedim ona telefonda, halbuki adı Mine’ymiş. Buna kızdı. İnsan adının yanlış söylenmesine kızar, hele tüm gün boyunca kendini anlatmış, hayatını belletmişse! Tabii ben bu durumu kendi yararıma dönüştürdüm. Mine’yle Müge’yi iki ayrı kişi, iki ayrı kişilik olarak konumladığımı söyledim. Mine gitti. O sadece ilk anlarda ilk gün buradaydı. Şimdi yok. İkizi Müge var. Karaktersiz ve yalancı. Ukala ve kaba. Hiç insancıl değil. Kiminle dans ettiğini bilmiyor, dans etmeyi bilmiyor, devamlı ayağıma basıyor.
Müge beni evinden çıkmak zorunda bıraktı, sonra arayıp “gel” dedi. Beni evden göndermesini çok önemsemediğimi ama kusurlu bir hareket olduğunun anlaşılmış olmasını beklediğimi, en azından biraz da olsa mahcup olunmasının iyi olacağını hatırlattığımda, ağzından “O dört beş saat önce olmuş bir şey.” sözleri döküldü; yere...
Mantıksızlık bir tarz olabilir mi; kadın ırkının tarzı! “Delilik kadınların aklıdır” yazıyordu internetteki bir profilde. Her şeyi de kadınların peşinden gitmek için yaptığımıza göre; işte size dünyanın hali...

BANA BAK ADAM, BANA MAÇOLUK SÖKMEZ,
SEN OTURACAKSIN, BEN KAHVENİ, YEMEĞİNİ, İÇKİNİ AYAĞINA GETİRECEĞİM!
BEĞENMİYORSAN KALKAR KENDİN ALIRSIN…
Yalan söyledi Müge: Şu kapıdan girdiğimde, dedi, evinin kapısını göstererek, iş kadını, yönetici kaybolur, parmağını sallıyor kapıya doğru. Bir anda değişirim dedi. Göstere göstere yalan söyledi... Mine dediğini başarmış olabilir zamanında ama benim karşımdaki Müge başaramadı. İki buçuk gün boyunca bir yönetici gibi davrandı. Ustaca yönetilmeyi kim sevmez; ben severim en azından, ama o riyakar ve kötü tarzda bir yöneticilik yaptı... Bana hangi renk içeceğimi sormadan şarap ısmarladı, en pahalısını; en anlamsızını. Ben radyo kanalını değiştirdiğimde geldi ve eski kanalına geri döndü tek laf etmeden. Beni hoşlanıp hoşlanmadığımı sormadan Türkçe Pop, arabesk çalan barlara götürdü. Tüm barın eller havada söyledikleri şarkıyı bilmiyor olduğumu görünce şaşırdı. Bu popüler kültür insanları neden böyledir?

İNSANIN HERKESİN KENDİSİYLE AYNI GÖRÜŞTE OLMASINI İSTEMESİ
NE BÜYÜK ALÇAKGÖNÜLLÜLÜK; ÖZEL VE BENZERSİZ OLMAK İSTEMEMESİ…
Sevin bir şarkıcının kasetini dinletmeden önce şöyle diyor: “Bir, üç ve sekizinci şarkılar harika...” Kısa bir metin tutuşturuyor elime: “İkinci paragraf çok iyi...” Filmin sonunu söylemek gibi bir şey bu... İnsan neden başkasını böyle yönetmek ister?
Müge ile Sevin karşılaşsalar ne olurdu acaba? Var örneği: Sevin, çok konuşan, kendinden bile daha baskın ve egoist bir kadın arkadaşından söz ediyor...
-İpek geldi. Hafta sonu ne yaptığını anlattı saatlerce.
Gülüyorum:
-Senin de ipeksi bir anlatımın var aslında...

“Konuşmak istiyorum.” diyor Sevin.
-Şu anda konuşacak durumda değilsin, sinirlisin, laflarımı yanlış anlıyorsun, lafımı kesiyorsun devamlı. Başka zaman konuşalım. Yürüyüşe çık, banyo yap, ya da ben yürüyüşe çıkayım, banyo yapayım, istersen birlikte banyo yapalım... Ama konuşmayalım.
-Şu anda konuşmak zorundasın.
Mecbur kalıyorum... Önce sakinim. Ama tabii “Bu konuyu konuşmalıyız.” dememişti, “konuşmak istiyorum” demişti; söylemek, söylenmek... Böylece konuşuyor... Yine durduruyorum:
-Birazdan bağıracağım; çünkü beni dinlemiyor, lafımı kesiyor, sinirlendiriyorsun. Bağırmak istemiyorum o yüzden gideceğim.
-Hayır gitme, bu konuyu hemen şimdi burada halledeceğiz.
-Bak, ben konuşmayalım demiyorum, sadece şimdi konuşmayalım diyorum.
-Hayır.
-Ama o zaman bağırırım ve bağırınca da ben suçlu oluyorum.
Sabah oluyor.
-Dün akşam bağırdın yine.
Bağırdığımı kabul ediyorum. O hiç saçmaladığını, beni sinirlendirdiğini, freni patlamış bir kamyon gibi üzerime geldiğini kabul etmiyor. Sadece bir gece:
-Saçmaladığını nasıl göremezsin. Dilimde tüy bitti, demem üzerine, birdenbire:
-Arada saçmaladığımı fark ediyordum, diyor.
Şok oluyorum. Sakinleşiyor, seviniyorum. Yanına oturuyorum.
-Peki neden bana söylemiyorsun?
-Ben kendime söylüyorum.
            Gerçeğe en yaklaştığı an...
Bir itiraf, demek isterdim ama ağzından kaçıyor sadece, sözcük bile patlıyor ve kaçıyor. Bana onun açığını yakalamak isteyen patronuymuşum gibi davranıyor.

AĞZI OLAN KONUŞUYOR DİYENİ DE SANIRSIN Kİ VANTRİLOK
Muratçıl: “O gece ben birkaç cümle ettim sadece, hep sen konuştun.”
Eskiden bunun çıkarcı bir yalan olduğunu düşünürdüm, çünkü söylediğinin tam tersi olmuştu: Kontrollüydüm o gece, lafımın devamlı kesilmesini olgunlukla karşılamış, sıkılmamış, patlamamış olduğum için kendimi sevmiştim. O zaman nasıl böyle farkında olmadan konuşabiliyordu? Ya da farkında olduğu aslında neydi; bana bir şey anlatmak istediği, haklı olduğu düşüncesi, bunu mutlaka anlatma kaygısı ve kendini dinletme arzusu, ne olursa olsun... Muratçıl’ın egoist olduğu söylenemez; ama egoistçe davranıyor!
Benim konuştuklarım düzeyinde bir şeyler söyleyebilmek için mi benim bir cümleme karşı on cümle söyleme gereği duyuyorlar?
Bu bencil duygu öyle bir yanılsamaya neden oluyordu ki o kadar olayı, gerçeği göremiyorlardı; olmuş, birkaç dakika önce yaşanmış gerçeği... O heyecanla kendi onlarca cümleleri birkaç cümlecik, benim birkaç cümleciğim onlarca cümle gibi gözüküyordu... Benim lafımı keserken bitmesini artık bekleyemeyecekleri onlarca cümleme son veriyorlardı, biraz da kendileri konuşsundu canım! Ve onların lafını kesmemeliydim...

ADEM İLE HAVVA, ROMEO VE JÜLYET, YUSUF İLE ZÜLEYHA,
KEREM İLE ASLI, İNSAN VE DÜŞÜNCESİ…
İNSAN İLE DUYGUSU.
Dün bir kadınla telefonda konuşuyordum internetten yazıştığımız, hiç tanımadığım biri. Konunun bir yerinde bir örnek verdi. Örneğinin konuyla bağıntısız olduğunu kibarca anlattım. Biraz durdu, sonra verdiği örneği araştıranın, geliştirenin ve ortaya atanın, bilimsel olarak kanıtlayanın yurt dışında hangi üniversitelerde okuduğundan araştırdığından söz etmeye başladı. Sordum:
-Sen oralarda okudun mu?
-Hayır.
-Nasıl eğitim verildiğini biliyor musun oralarda.
-Hayır
Söylemek istediğini anlıyorum, diyene kadar epeyce tartıştık. Hatta bir ara ne uğraşıyorum kapatayım diye de düşündüm, sıkılıp sinirlenip; evet ben sıkıldığımda sinirleniyorum, sıkılmayı hayatıma hakaret olarak görüyorum, aptallığı, konuyla alakasız örnekleri, alakasız ısrarları.
-Sana şimdi o örneğin mantıksız olduğuyla ilgili gayet mantıklı bir şey söylüyorum ki doğruluğunu sen de kabul ediyorsun; kanıtlıyorum gözlerinin önünde, neden tanımadığın bir adamın bilmediğin üniversitelerden aldığı diplomaları sıralıyor da benim kanıtımı önemsemiyorsun...
Peki tamam esas konuya dönelim, neden konuşuyorduk? dediğimde konuyu hatırlayamadı, konuda uzaklaştığımızı, örneğe takılıp kaldığımızı gördü ki uyarmıştım biraz önce bu konuda onu; burada gerçekten anladı beni; hayranlık duymaya başladı bana, haklı olduğumu “hissetti”; ben de sonunda anladığı için ona hayranlık duydum, az bulunur böylesi. Böyle konuşmaya güzelce devam ederken -Allah için yumuşakbaşlı, uyumlu kadındı- arada benim konuşma tonumun, sesimdeki ukalaca ve öğretici ifadenin ve söyleyiş tarzımın, bunların değil, karşıdakinin çıkarlarıyla çatışacak kadar doğru şeyler söylememin sorun oluşturduğu sonucuna vardım. O gece iyice anladım bunu.

-SEBEBİ NE SEBEBİ, İNSANLARI ÖLDÜRMEK İSTEMENİN SEBEBİ NE?
-BU SEBEBİ BİLMEMELERİ...
Başka bir zaman:
-Neden bildiğim şeyi anlatırken bile hararetleniyorum? diye kızmıştım kendime.
-Katlanamıyorsun çünkü başkasının bilmemesine, demişti bir kadın.

Bu kadından söz etmedim ona, karşılaştırma beni başkalarıyla diyecekti muhtemelen. Ama bir çocuk kadar saf ve bağımsız bir kafayla, sanki her şeyi yeni öğreniyormuşçasına sorduğum sorularla en bilgilisine bile konunun o ilk ve en basit kısmını düşünmeden geçmiş olduğunu hatırlattığımı söyledim; ne iş yapıyorsunuz, diye ilk o zaman sorulduğunu ve alakasız bir iş yapıyor olmamın da kızgınlık yarattığını söyledim.
Sanki bunları hiç söylememişim gibi çok güzel bir nekahet devresinden sonra, tekrar örneğinin üzerine gitmeye başladı. Demin haksızlığını kabul ettiğin yere niye tekrar geliyorsun? diyorum. Bir gayretle örneğini başka bir şekle sokmaya ve içini deşmeye başladı. Ve aslında iyi oldu: “İlk başta örneğinle ilgili aynı ezberlenmiş cümleleri tekrarlarken, ilk defa farklı şeyler söylemeye başladın, bir adım ileri gittin, bir birim derinleştin, söyle bakayım şimdi bir daha bu yeni haliyle.” dedim. Kaldı öyle...
“Ben seninle konuşamıyorum.” dedi. “Biz konuşamıyoruz...” diye düzeltti. Bozdun, dedim, ilki doğruydu; sen benimle konuşamıyorsun.
-Ki konuşma değil suçlu olan, sen beni, beni bırak kendini anlamıyorsun, o örneği vermeyi yeni hak ettin; çünkü o örnek bilmem ne üniversitelerinde prof olmuş bir uzmanın değil, artık senin, çünkü onun üzerine düşündün, emek sarf ederek senin yaptın.
-Ama beni dinlemedin ki örneğimi açıklayacaktım.
-O örneği yaratanın hangi üniversitelerde okuduğuyla mı açıklayacaktın!
-Ben senle konuşamıyorum dedi ve artık kapattık telefonu...

Kendini var etmeye çalışan bir insanın bunu hangi zeminde yapacağını düşünmeden futürsuca etrafa saldırması; bana yer açın demesi. Hiç hazırlık yapmamış bir koşucu; işte başlama düdüğü çalsın da bakarız...
Hatasını anlamaması, ya da buradaki gibi anladığı durumlarda bile anlamamaya ısrarla devam etmesi.
-Ya ben bu örneği verdimse mutlaka vardır bir nedeni; yanılmış olamam, olmamalıyım.

Yanılmış olamam... Yanılmış olmamalıyım!

Evet, tabii, insanlara çok sakin, peygamberimsi bir sakinlikle davranabilirim, hatalarını görüp söylemeyebilir, zaaf göstergesi cümlelerine takılmayabilirim; ama dediğim gibi, sıkılıyorum. Tanrının sıkıldığı gibi... Bir şey istiyorum; bir şey oluşturmak; Adem’i yaratmak gibi. Aklını kullanıp doğruyu yanlıştan ayırt edecek birini; yoksa yanlışa saplanmakta ısrar edecek birini değil.
Kimle konuşuyorum! Neyse kayıt olsun... Geçelim...
Genelde okuruna güvenmek gerekir denir. Ben güvenmiyorum. Yazarına bile güvenmedikten sonra…

Bu arada.
Artık.
Zamanı geldi.
Bana sinirleniyor musunuz?
Sonuçta bu metin kendi hayatımı yazılı göreyim diye var oluyor ama basılırsa okumanıza açık olacak.
(Neden yayınlatıyorsun, sadece yazsana, demişti geveze bir kadın; neden konuşuyorsun sadece düşünsene, demiştim ona.)
Editöryel bir çalışmadan geçerse bu metin, ya da daha önce arkadaşlarım tarafından okunursa, bunlar insanları kızdırabilir denecektir, eminim, o yüzden sorayım dedim, bana ne kadar kızıyorsunuz?
Kendimi bu kadar haklı görmem sizde bir kızgınlık yaratıyor mu?
Haklı değil miyim sizce?
Anlattığım insanları dinlemek isteyen var mı aranızda? Bir de onları...
Bunu isteyen insanı severim...
Onların anlatacaklarını dinlemek isterim...
Kendilerini haklı çıkarmak için neler uyduracaklarını...

Kendisinde hata olabileceğini düşünen bir sevgilim olmuştu kısa bir zaman önce;
-Dün akşam ne olduğunu sen anlatamazsın mesela doğru olarak; ikimiz de orada olmamıza rağmen tam ve doğru olarak ancak ben anlatabilirim, demem üzerine bir gün bana dün akşam ne olduğunu anlattırdı; ikimizin yaşadığı bir olayı, tartışmamızı bana anlattırdı ve anlama kaygısıyla sakin sakin dinledikten sonra, şimdi daha iyi anladım, dedi. Dediğin gibi olduysa haklısın.

Müge de bir ara, gecenin bir vakti, herhalde içindeki küçük Mine dürttü, mesaj atıp özür diledi, onun gibi bir insan için büyük başarı. Bir umut belirdi. Ama, sonra telefon açıp yavşakça güldü, özrünü de geçersiz kıldı...
Sevin, hatasının farkındaydı ve bunu saklıyordu. Biliyor ve saklıyordu... Üstelik beni suçlu ilan ediyordu bağırmamdan faydalanarak.
Kendini kandırıyordu. Ama hayatı da kandırabileceğini sanıyordu.
Belki de cezasını bulmuştu da çekiyordu bile... Geçirdiği kötü dönem, işinin stresleri… Hayatın görünmez elinin intikamıydı belki de. İnsanın cehennemi buydu belki de. Hayatın adaleti.

DÜNYA: PEŞİN YUVARLAK
Sana kötülük yapıldığı için kötülük yapıyorsun sanıyorsun ama
Kötülük yapacağın için sana kötülük yapılmıştı.
Tüm bunların kendi suçu olduğunu düşünse ne olurdu peki... Artık ölümüne mi hastalanırdı, yoksa tamamen iyileşir miydi?

MEKAN
-Buraya bir daha gelmeyelim.
-evet, iyi ki geldik.
Ama şunu açıklayamıyorum! Nedir şu?
 Cunda Taş Kahvede oturuyoruz. Cepten arıyorlar Sevin’i ve ajansın müşterisi yapmaya çalıştığı bir bankayı kazandıklarını öğreniyor. Yaklaşık on kadar telefon konuşması yapıyor. İnsanlar onu arıyorlar, o insanları arıyor. Taş Kahvedeki herkes bankayı aldığını öğreniyor ajansın, o sakin sonbahar sabahı, dönüp dönüp en arkaya bize bakıyorlar, ben utanıyorum. Beşinci telefon konuşması sırasında elimle, biraz yavaş konuş, diye işaret yapıyorum, kalkıp gidiyor arkadaki bir aralıkta konuşuyor. Ama ne özelliği var öyle gizli gizli konuşmanın! Herkes duysun! Geliyor ve yine yüksek sesle konuşmasına devam ediyor, çok keyifli, katıla katıla gülüyor, sabah şekeri! Ben, git ya, git ya, diye hareketler yapıyorum elimle. Tüm telefon konuşmaları bitene kadar birkaç kez oluyor bu...
Cunda’da bir Bodrumlu…
(En son başka bir arkadaş arıyor, sanki bizi izliyormuş gibi şöyle demiş: “Çok fazla telefonla konuşma, Murat sevmez!”)

-GÜVENDİĞİM DAĞLARA KARLAR YAĞDI...
-DAĞA MI GÜVENİYORDUN BU KADAR, KENDİNE Mİ!
Bir insan nasıl bu kadar prenses gibi hisseder kendini... Nasıl tebaasıymış gibi görür insanları...
-Ben sevgi her şeyi çözer sanmıştım ama olmadı, diyor.
Ama sevgi şu onun için:
-Sorun şu ki, senin ilişkiye ve hayata bakışın benimkinden çok uzak. Ne sen değişebiliyorsun ne de ben seni anlayabiliyorum...
Uzak olan benim, ay gibi, keşfedilmemiş bir kıta gibi... Değişmem gerek, çünkü anlaşılmaz olan benim...

-UZAKSIN.
-KENDİNDEN KAÇIP GELMEK İSTEYECEĞİN KADAR.
Sadece dünyanın kendi etrafında dönmesini istemiyor, bu basit bir egoistlik; o benim dünyamın da onun etrafında dönmesini istiyor, bu diktatörlük. Bir insan ben Kralım, ben Peygamberim, hatta ben Tanrıyım bile diyebilir. “Narsistsin” dersiniz, “delisin” dersiniz, “narsist bir delisin” dersiniz, geçersiniz. Ama bu insan bir de sana dönüp, sen de benim tebaamsın, müridimsin, kulumsun, diyorsa, işte sorun esas orada başlar...

-HAKLISIN.
-EN ÇOK SEVDİĞİM LAF.
-HAKSIZ OLDUĞUN DURUMLARDA DA MI?
-ESAS O ZAMAN.
Mutsuzluk dilediğimi fark ettim bazı insanlara, çünkü mutluluklarını, gerçek mutluluğu istiyorum onlar için. O yüzden de mutsuz olmalılar. Hata yapıp, bunu anlamayıp, üstelik mutlu olurlarsa bir de, hayatın dengesi bozulur. Bu olamayacağına göre, bu insanlar mutlu da olamayacaklardır. İşte size mutsuzlukların açıklaması... Ve bu insanlar mutsuz olmalılar ki bir şeylerle yüzleşebilsinler, kendileriyle. Bu kadar uzun zaman ve her defasında mutsuz olunca insan, artık anlar diye düşünüyorum, bir yerlerde hata yaptığını. Ama hatasını anlamazsa, mutlu olsa da neye yarayacak, aptalcasına mutlu. (Bazı insanların mutluluğu da böyle, kaderin onları kendi hallerine bırakmış olmasından değil mi; gerçek bir işe yaramaz, doğrudan cennetlik, yaşamadan… Tolstoy’un sözünü ettiği mutlular işte bunlar…)

YA TREN DE ÖKÜZÜ SEVİYORSA
Geçen gün Bebek parkta çimenlere serilmişken önümdeki banka bir çift oturdu. Gazete okumaya başladılar beni şaşırtacak bir şekilde. Şaşırmamın nedeni kadın gazetesini erkeğin gazetesinin üzerine getirecek şekilde okumuyordu; ikisi de birbirlerinin sınırlarını geçmiyorlardı... Tabii aralarındaki aşk olmadığından... Kadın kısa bir süre flört ettiğim biriydi. Evime ilk geldiğinde perdelerimi beğenmeyen kadın! İşini evini değiştirmeye çalışıyordu, planlarını parasal olarak destekleyemeyeceğimi düşünüyordu. Şimdi parkta sevgilisini bana gösteriyordu. Düzgün bir işi olan düzgün bir tip. Düzgün bir seks hayatları da vardı mutlaka! İnsanların birbirinin sınırlarını ihlal etmeye, birbirlerinin içine girmeye haklarının olduğu tek yerde, yatakta, düzgün bir ilişki!
Sevgilisini, belki nikah yüzüğünü, hatta çocuklarını, hatta bir de köpeklerini tabii, göstererek ne göstereceğini sanıyordu ki? Mutluluğunu mu göstermeye çalışıyordu? Ama mutluluk gösterilemez. Böyle şeyler gösterilemez. Ben bile yapamıyorum işte bunu...
Neyse, dediğim gibi, sınır ihlali... Kıta sahanlığı... Bu konular çok önemli.

Yıllar önce Hayri ile oynadığımız masa tenisini hatırlıyorum. Yenme hırsı, yenilme korkusu, ondaki. Yenilince aşağılanmış gibi hissetmesi, hırstan yüzünün kızarması... Hiçbir zaman kazanmak çok önemli olmadı benim için başkasının önünde, başkasının gözünde... İçimi dolduran insancıl bir gururdu sadece, kazandığımda, asla büyüklenme değil. Birkaç kez üst üste kazanınca rahatsız hissettiğim çok olurdu... Hep kendinden söz etme fobisi türü bir hep kazanma fobisi.
No fear tişörtü almıştım Kaş’tan, dardı üzerime, ama tamdı üzerinde yazan felsefeme: Doesn’t play well with others… It seems others have problem with loosing…
Bunu çevirmeyeceğim izninizle…

MEKAN
-Buraya bir daha gelmeyelim.
-evet, iyi ki geldik.
Yıllar sonra Sevin’le şehrin yakınlarındaki bir derenin kenarında, cennet gibi bir yere gitmiştik, adı böyleydi, Cennet... Masa tenisini ilk orada oynadık, iyiymiş, öyle dedi: Oynarken açığımı yakaladı ve devamlı oraya atıyor. Tak tak puan, tak tak puan, tak tak tak puan, tak puan... Takıyor bana. Her seferinde oraya! Atma da oynayalım dedim. Birkaç atmadı, ben puan almaya başlayınca, tak puan... Her açığıma attığında sert bir vuruşla geri göndermeye başladım. Filenin az üstünden hamle. Karşılayamıyordu; nooluyoruz ya diyor. Açığım açığı oldu. Nasıl yaptığımı bilmiyorum ama ne yaptığımı biliyordum: Sertleşince kazanırsın! Bıraktım; normal oynuyorum. Açığıma atıyor, karşılayamıyorum. Yüzüne, hareketlerine, hırsına bakıyorum; açığına; o sadece topa bakıyor. Açığımdan başka yeri görmüyor gözü; beni görmüyor; kazanacak illa. İzin veriyorum.

Sidik yarışı... Ad olarak çok güzel, kim bulmuşsa. Komik de, değil mi? Ama salak bir çocuğun büyüyüp de akıllı bir adam olduğunda, hâlâ sidik yarışı yapacak kadar aptal kaldığını gördüğünüzde gülemiyorsunuz. Sizinle sidik yarışı yapan o çocuk bir kadınsa; ağlayabiliyorsunuz. Bir kadının bir erkeğin üstüne çıkmaya çalışmasından daha saçma bir şey olabilir mi. Doğuramayan bir cinsi yenmeye çalışmak, onun sahasını işgal ederek, iş hayatını. Bu arada aile yıkılıyor, çocuklar savruluyor, kadının kendisi savruluyor. Yuvamızı yapıyorlardı eskiden bu dişi kuşlar, şimdi toplumun yuvasını yapıyorlar. Her biri bir katı kraliçe ya da hırslı prenses gibi davranıyor. İş kadınlarııı. İş kadınlarııı. Göğüsler ileri başlar yukarı.
Sevin’den sonraki sevgilim –psikoloğunun, sevişmeniz nasıl? sorusunu kollarında eriyorum diye cevaplayan- ilk bir iki ay heyecandan yanımda uyuyamıyordu. Bu kadar etkilenmesine rağmen, belki tam da bunlar nedeniyle beni gözünde yüceltti ve ara sıra duygu patlamaları yaşayıp bana şiddet dolu laflar eder, karşı çıkar, didişmeler başlatırdı.
Kendisi de rock dinleyicisi olduğu halde, ama o dönem arya dinlediğinden olacak evimde soft rock dinlediğim bir gün yatak odasından geldi ve rock müzik mi empoze etmeye çalışıyorsun bana, diye çıkıştı... Başka bir zaman, Kafka kendini neden böceğe dönüştürdü ki, böcek insan bakışıyla iğrenç, dediğimde, evet kelebeğe dönüştürebilirdi dedi. Çok iyi, kelebek evet, böylece, yaşam gibi oluyor, olumlu ve olumsuz özellikler birarada… diye tamamlamaya çalıştığımda, benim düşüncemi bana satma diye çıkıştı… (Bu ayrıntıları verdiğim, sevgilimin sorunları nedeniyle birlikte gittiğimiz psikolog, obsesif kişilik var sizde, demişti, suratıma karşı… Bir dedektifin kanıt toplamasını, kanıt toplama manyaklığıyla mı açıklarsınız demiştim ona… Özür dilemişti sonradan benden, tek bu özelliğini takdir etmiştim, özür dileyebiliyordu!)

Genç bir psikolog arkadaşı şöyle sormuş Aryam’a:
“Murat sana kimi hatırlatıyor?”
“Annemi” demiş, birden verdiği bir yanıtla.
Sevin’in benle didişmesinin de annesiyle didişmesini yansıtmış olabileceğini anlamıştım böylece. Çünkü Aryam’ın da benzer türden bir baskın annesi vardı.

Bayan hasta psikanalistini kendine karşı acımasız, düşmancıl ve sadistçe davrandığı için suçlamış. Psikanalist: “Bu hisse, kötü bir anneyle olan ilişkisini benimle canlandırmak istediği için vardığı şeklinde yorumladım. Benim ona annesinin davrandığı gibi davrandığımı hissettiğini ya da bana annesinin kendisine davrandığı gibi davrandığını ve çoğu zaman da kendisine, içindeki annesi ona saldırıyormuş gibi davrandığını gösterdim.” Hasta bu yorumları psikanalistin kendi davranışlarını haklı gösterme çabası olarak görmüş ve öfkeyle yadsımış.

ANNE DEDİĞİN BABA KARISI, BABA KÖTÜYSE ANNE DE YARISI...
Güçlü bir anne figürü... Öğrendiği şey didişmek; geliştirdiği yetenek... Sonra bir anda güçlü bir sevgili, figürü değil kendisi. Gerçek bir güç ama, o güne kadar karşılaşmadığı türden, diğerlerinde güç diye gözükenin aslında güçsüzlük olduğunu gösteren. Hayranlık durulur di mi; ama hazırlıksız, paslanmış hayranlık duygusu, takdir yeteneğini örümcek ağları sarmış ya da garajda unutulmuş.
Böyle bir adam karşısında kadınların kaç yaşında olurlarsa olsunlar tecrübesiz bir yeni gelin gibi kalmalarının suçlusu, evet benim! Aptallaşmalarının suçlusu! Ve bu aptallaşma teslim olma şeklinde değil de meydan okuma şekliden gösteriyorsa yüzünü…
Otoriter anneleri yoksa ne oluyor peki? Hayatta otoriteden dar ne var! Hele bir de özellikle arıyorsan… Sert, burnundan kıl aldırmayan patronları gibi görüyorlar o zaman beni ya da rakip firmanın alaşağı etmek zorunda oldukları çalışanı. Başka bir kadın şöyle demişti: “Sadece ihaleyi kazandığımıza değil rakipleri yendiğimize de sevindim... Belki ondan da çok!” İşleri bu konudaki yeteneklerini geliştiriyor; alt etme yeteneklerini. Peki ya aşk yetenekleri? O gelişmemiş, dinozorların ön kolları gibi... Sonra şöyle oluyor: Sahip olmak için belki de hayatı boyunca beklediği(ni henüz itiraf edemediği) bana sahip olabilmek için bugüne kadar geliştirdiği teknikler, fazla “ticari” ve “rekabetçi” ve hatta “haksız rekabetçi” kalıp bir işe yaramıyor; bana ballandıra ballandıra anlattığı hayatı etkisizleşiyor ve onu beğenmeyebileceğim olasılığı kadını deli ediyor, şimdi ya da yakın bir zamanda bırakıp gidebileceğim gerçeği, kendi hayatının görece değersizliğini kadına gösterip, bir de o hayattaki en değerli şey olan kendimi de çekip alarak.

-Yaramı öp ve unutalım... Sakın iyileştirmeye kalkma. Bayramlarda barışalım!
Ne aşk Tanrım! Şu bedenin savunma düzeneklerine saldıran hastalığın adı neydi? Hah, ben AIDS yapıyorum kadınlarda...
-Ne sen ne de başkası için kişiliğimi ve doğallığımı değiştirmeye niyetim yok, demişti Sevin.
-Çocukluğumda sorunlarım oldu benim de, ama bunların bugün bir sorun oluşturduğunu düşünmüyorum, demişti.
Tüm bir psikoloji bilimini çöpe atıp fallara inanmak!

-SENLE GELECEK PLANI YAPILMAZ.
-SEN GELECEK PLANI YAPMAK DEĞİL,
GEÇMİŞİNİ AYNEN DEVAM ETTİRMEK İSTİYORSUN…
Mine, Müge olabilmek için çalışmıştı. Kocasından boşanmıştı. Bir çocuğu vardı. İstanbul’a gelip burada iş hayatında başarılar kazanmıştı. Maddi gücü vardı. Arkadaşları küçük şehrinden kalkıp büyük şehre gelebilmeye cesaret edememişler ve onu takdir ediyorlar, kıskanıyorlardı. Mine’yi unutmak zorunda kaldığını ama, kimse ona hatırlatmıyordu. Şu anlatacağım bir rastlantı olamaz, şeytanın gör dediği: Nasıl açıldıysa konu, küçük şehrinden bir kızla nette konuştuğumdan falan söz ettim, kim? diye sordu, ben de birkaç ayrıntı verdim ve onu tanıdığını söyledi; kızla birkaç kez konuşmuştuk, ama İstanbullu olmadığı için görüşemeyecek olmamızdan dolayı ben ilerletmemiştim sohbeti. Tak aradı. Daha ilk saatlerimiz, ben Mine sanıyorum onu henüz, ama o kadına hava attı telefonda. O yakışıklı var ya dedi, hani senin “senin gibisi yok nette” diye yazdığın, şimdi karşımda oturuyor. En yakın arkadaşlarından biri bu.
Kapatınca biraz ayıp olmadı mı diye sorar gibi oldum, yokladım; ilk filizlenmeler başladı bende Mine’nin bozulup Mügeleşmesiyle ilgili...
Kim bilir ailesinden, gençlik çevresinden ne kötü etkiler aldı: Kazayla kötücül!
Bir evlilik, ilerde sevgisinin biteceği bir adamla... Bir çocuk, henüz ihtiyacı olmadığı bir çağda. Çocuk doğurmak gelenek olmaktan çıkarılsa kafada: Bir dolu kadın bunu anlasa hem yüklerini azaltırlar hem de yük olacak çocuklar getirmezler dünyaya: Soyunu devam ettirme saplantılı düşüncesi içindeki ırkçılığı fark edebilsek...
Şöyle bağırıyordu bir kadın:
-Ben daha iyi bir insan olmak istemiyorum, ben bir çocuğum olsun istiyorum...
Sadece çocuk doğurmayı değil çocuğunu doğru yetiştirmek de isteseydi, daha iyi bir insan olmanın önemini görebilirdi.

Sevin ile ilgili belgeleri dosyalayıp bir rafa kaldırmıştım. Giriş metni şöyleydi Sevin dosyasının: İlişkimizin başında söylediğim “Hayatıma getirdiğin strese katlanmak istemiyorum” lafımı “seni bırakmayacağım” şeklinde karşılayan, ama söyleyişinde “sana stres getirmeyeceğim” anlamı bulunmayan; aralarda devam eden streslerinden yakındığımda belki durumu biraz fark edip, “ben sana zarar veriyorum o zaman” dediği halde stres vermemeye ya da benden ayrılmaya çalışmayan; beni en son patlattığında keşke daha sakin olsaydım diye düşünüp özür dilediğimde, yani hatasız olduğum halde özür dilediğimde, “ben senin üzerine daha çok geldim, asıl ben özür dilerim” demeyi seçmeyen de “haklıydım” demeyi seçen; böylece benimle devamlı bir rekabet içinde olduğunu açıkça belli eden; hiç kavga etmediğimiz son iki üç ayın bitiminde “hiç kavga etmiyoruz artık bana stres ve negatif elektrik geçirmiyorsun” diyerek kendi stres yumağı hayatı yanında benim melek gibi huzurlu yaşamımı, onun sayesinde artık o kadar da huzurlu olmayan yaşamımı bir kalemde silerek ilişki umudunu içimde tamamen yok eden; en sonunda artık ilişkiye devam edeceksek psikolog yardımı almalıyız diyeceğim gün benden ayrılmak istediğini cep telefonu mesajıyla ileten eski sevgilim...

Kanıtları iyi toplayan, belki suçluyu da bilen ama onu yakalayıp itiraf ettiremeyen bir dedektif gibi yetersiz görüyordum kendimi... Herkesten önce gidecektim belki de Tanrının cehennemine. Bilmediği için kötülük yapan insanlardan önce; bildiği halde iyilik yapamayan... Çarmıha gerilen...
Başarısız bir dedektiftim yani. Ama dedektif olduğumu iyi biliyordum. İnsanlarsa ya katildiler ya da kurban. Çoğu kez ikisi birden.

GELECEK ARKADAN SOKULUR
“Karşısındakini kışkırtıp cezalandırılmalarını sağlamak amacıyla birtakım yaramazlıklarda bulunmalarını, cezalandırılmalarının kendilerini yatıştırıp rahatlatmasını çocuklar üzerinde açık seçik gözlemleyebilmekteyiz.” diyordu Freud.
Sonradan bunun sadomazoşizm yani sapıklık olduğunu öğrettikleri için mi yetişkinliğimizde saklıyorduk cezalandırılma isteğimizi.
Suçluluk duygusundan dolayı cezalandırılma isteği oluştuğundan da söz ediyordu Freud.
Yani kadınlarım belki de beni gerçekten seviyorlar ve bana kötülük yapmaya çalışmıyorlardı... Sevmedikleri kendileriydi, beceremedikleri buydu: kendini sevmek… Beni alet ediyorlardı; kendi kendilerini cezalandırmak için beni kullanıyorlardı. Yani beni gerçekten sevmiyorlardı!

SEVİŞMEYİ NERDEN İĞRENDİN BÖYLE!
Uyanıyorum. Sabah erken. Sevgilim yanımda yatıyor. Geceliğini yukarı çekip kalçalarını öpüyorum. “Uyuyorum” diyor...
Su almaya kalkıyorum, gelip yatıyorum. “Uyumama izin verecek misin.” diyor... Ciddi mi diye bakıyorum sırtından...
-Ciddi misin sen?
-Kıpır kıpırsın dalamıyorum.
-Al, dal.
Odadan çıkıyorum.
-Teşekkür ederim çok naziksin! diyor arkamdan imalı...
Evden de çıkıyorum, sabahın köründe. Neden evden gittin, diyor sonra, kırılmış!
Daha önce ona “özgüvenimi yıktın” diyen bir adama gönderme yaparak şöyle diyorum:
-Daha sonra seni özgüvenimi yıkmış olmakla suçlamamak için, yatağından kovulmuşken salonda yatmam değil evden gitmem gerekiyordu.
Onun mantığı ise farklı!
-Öpücüğün hiç de sevgi ve şefkat içeren bir öpücük değildi, diyor.

SONRA ANLADIM Kİ BEN ONUN SORUNLU KİŞİLİĞİNİ SEVİYORUM...
BÖYLECE ARAMIZDA HİÇBİR SORUN YAŞANMAMAYA BAŞLADI... AYRILDIK.
Sadomazoşist bir hayat yaşanıyordu. Hem de sandığım gibi sadece yatakta değil, sokakta, işte, her yerde. Acıtma ve acı çekme, hükmetme ve boyun eğme ilişkisi cinsellikte oluşmuyor, sosyalliğimizde oluşuyordu. Çıplakken değil sadece, giyinikken. Cinsel hale getirerek katlanılır kılıyorduk sadece… Acıt tatlım diyorduk yatakta, ama dışarıda saklıyorduk acıtılma isteğimizi. Düzmekten zevk alıyorduk yatakta, ama kaba bir insan değilimdir diyorduk dışarıda, kibar davrandığımız yalanını söylüyorduk. Hakkını vererek sevişemediğimiz için mi, sokaklarda iş yerlerinde giriyorduk birbirimize, inceden inceye, erkek kadın fark etmeden…
Banaysa yatak haricinde hiçbir yerde zevk vermiyordu sadomazoşizm.

Tolstoy’un bu işi çözdüğünü düşünmüştüm bir an: Anna Karenina’da şöyle düşündürtüyordu Levin’e: “Karısına yanlış düşündüğünü kanıtlayacak değil, onu avutacak sözcükler bulmaya çalışarak konuşmaya başladı. Böylesine haksız bir suçlamanın altında kalmak acıydı, ama kendini temize çıkarıp ona acı çektirmek daha kötüydü.”
Barışıyorlardı Levin ve Kiti.
“Kiti kendi suçunu anlayınca –ama bunu belli etmemişti kocasına- Levin’e karşı daha bir sevecen davranmaya başladı...”
Ama sonra yine kavgalar ediyorlardı...
Böyle devam ediyordu… Kadının hırçınlığına adam hep katlanıyor, ama kadın adamın ne kadar olgun ve sevgi dolu davrandığını gördüğünde, kendi hırçınlığını ve gereksiz suçlamalarını fark ettiğinde susuyordu sadece, adamdan özür dilemiyordu.

Gerçek hayatında Tolstoy, karısını, artık yeter, diye terk ediyordu hayatının son günü… Hayatının son gününde terk etmiyordu tabii, terk ettiği için hayatının son günleri oluyordu; bir tren istasyonunda donarak ölüyordu Tolstoy…

MÜDAVİM
-Buraya bir daha gelmeyelim.
-evet, iyi ki geldik.
Sevin’le yaşadığımız evden kendi evime dönüşümü hatırlıyordum… Emirgan’daki o iki katlı, deniz manzaralı, harika ev, ve başımı sokabilmem haricinde olumlu özellikleri pek olmayan ve döndüğüm dönemde yan binada altı ay boyunca bir inşaatın sürdüğü Beşiktaş’taki evim. Ve mutluluğum ve sakinliğim ve huzurum. Eve gelen arkadaşlarımın, bu seste nasıl çalışabiliyorsun, dediğinde ancak, fark ediyordum inşaat sesini.

HAYATI YOĞUN YAŞAMAYI SEVİYORDU,
BENLE YAŞAMAK DA BUNA SAHİL.
“Erkekler sıkılıyorlar!” diye açıklamıştı yeni tanıdığım bir kadın eski sevgilisinin onu neden bırakıp gittiğini. Durup dururken sıkılıyor erkekler! Birkaç kişi evindeydik, iki olay hepimizin dikkatini çekti. Sehpanın üzerinde içecek altlıkları vardı ve aramızdan biri bu altlıklara değil de sehpanın üzerine bıraktı içkisini bir an; uyarı aldı, tatlı sert.
Bir ara yerdeki karoların üzerinde şöyle bir durdu ev sahibimiz mutfaktan dönerken, burayı kim çizdi? dedi. Ben yaptım herhalde, dedim; bir şey demedi.
Sonra bir gün kızgın olduğu eski sevgilisini, karşılaştıkları bir sırada çekmiş kenara, söyle bakalım, demiş, neden terk ettin beni? Adam geçen hafta bir parti verdiğinden söz etmiş evinde. Gayet keyifli bir şekilde sürmüş ve aynı keyifle bitmiş parti. Sen olsaydın, demiş adam, hep diken üstünde olacaktım.

Otobüste önümde iki genç sevgili oturuyor. Genç adam tamamen kıza yönelmiş, kız ara sıra dönüyor onla konuşuyor çoğu kez yola bakıyor. Bazen başını koyuyor omzuna genç adamın. Genelde kız konuşuyor genç adam dinliyor. Bir ara kız şöyle diyor:
-Saçlarını bir daha böyle kestirme.
 Erkek bir şey demiyor. Sakin. Konu geçiyor. Kız erkeğin omzuna başını koyuyor bir süre sonra yine.

Tolstoy açıklıyordu yine bu durumu kendince: Levin “Kiti’nin kendini aynı anda hem kocasının karısı, hem evin hanımı olacağı, hem de çocuklarını karnında taşıyacağı, onları besleyeceği, yetiştireceği o sıkı devreye hazırlandığını bilmiyordu. Kiti’nin bunu içgüdüsüyle sezinlediğini, bu korkunç çalışmaya hazırlanırken, şimdi yuvasını neşe içinde örüyor, bir yandan da mutluluk dolu, kaygısız aşk dakikaları yaşıyorken buna hakkı olduğunu düşündüğünü anlayamıyordu.”
Kendisini anlattığı Levin karakterinde Tolsoy, zamanında hatalarını anlamadığı için günah çıkartıyordu!
Günah çıkarma, ortada bir günah yokken gerçekleşiyorsa, bu, insanın kendine karşı işlediği bir günah değil midir…
Kadının evini kurarken ve çocuk doğuracakken gireceği streslere karşılık, erkeğin üzerine yine ev, çocuk ve dışarıdaki hayatta girdiği stresler yetmezmiş gibi bir de âşık olduğu, evinin kraliçesi, çocuklarının annesi yapmaya çalıştığı kadın tarafından da stresler getirilmesi… Bu bahis geçiliyor, önemsenmiyordu...

KADINDAN ÇOK KADINCI OLMAK
Eh, herkes ister vallahi, saçma, özensiz, sevgisiz ve insanlık dışı davranıp, ben ne “korkunç” bir çalışmaya hazırlanıyorum biliyor musun ve zaten bunun için doğdum diye duygu sömürüsü yapmaya bile gerek kalmadan haklı çıkmayı, çünkü zaten adam böyle düşünerek haklı bulmalı kadını!

HESABA İTİRAZ EDERSE
YANINDAKİLERİN GÖZÜNDE KÜÇÜK DÜŞECEĞİNİ SANAN ADAMI
DAHA FAZLA KAZIKLAMADIĞINA PİŞMAN OLDU GARSON.
Kimse erkeklerin duygularından söz etmiyor. Kendileri dahil. Erkek egemen bir toplumda yaşadığımız söylencesi erkeklerin ağzına bir parmak bal çalmak için söylenmiş bir yalan değil mi…
Zaten Levin’in böyle hep alttan alır şekilde davranmasını başta açıklıyordu Tolstoy: “O günden sonra Levin kendini daha az değer görmeye başlamıştı Kiti’ye, ruhsal yönden onun önünde daha çok eğilmeye, hakkı olmayan mutluluğunu gözünde daha yüceltmeye başlamıştı.”
Sizin kadınınızı yüceltme nedeniniz ne?
Levin’inki şuydu: Kiti başka bir erkekten etkilenirken, o erkek kendisiyle ilgilenmeyince Levin’i iyi bir eş olacağı için seçiyordu…

-EĞRİ OTURUP DOĞRU KONUŞALIM...
-SEN HAYATINDA EĞRİ OTURAN KAÇ KİŞİ GÖRDÜN...
Marquez, Tolstoy gibi bir erkek değildi, en azın dan Kolera Günlerinde Aşk’ta… İlginç bir karı koca anlaşmazlığıydı sözünü ettiği. Erkek bir haftadır sabunsuz yıkandığından yakınır banyodan çıktığında. Kadın hatırlar, 3 gün önce sabun olmadığını fark etmiştir ama 3 gün boyunca koymayı ihmal etmiştir. Ama süre kocasının söylediği gibi 1 hafta değildir... “Ama bir haftadır ben her gün yıkanıyorum,” diye bağırdı kendinden geçerek, “sabun vardı.”
“Kocası onun savaş yöntemlerini çok iyi bildiği halde bu kez katlanamadı.”
Adam evde kalmamaya başlar, sadece giysisini değiştirmek için uğramaktadır... Kadın o geldiğinde işi varmış gibi yapmaktadır.
“Doktor Urbino, karısı banyoda sabun olmadığını itiraf etmedikçe eve dönmeye razı olmuyordu; karısı da ona eziyet olsun diye, bile bile yalan söylediğini kabul etmedikçe, onu eve almaya yanaşmıyordu.”
“Sonunda Doktor Urbino, başpiskoposa gidip birlikte günah çıkarmayı önerdi; çünkü banyodaki sabunlukta sabun olup olmadığına karar verecek son hakem Tanrıydı. O zaman, kendini tutmayı çok iyi bilen karısı, kendinden geçerek tarihsel bir çığlık attı: “Başpiskoposun canı cehenneme!”

Tolstoy’unki gibi davranmayı çok denemiştim ama olmuyordu, kadın erkek, yaşlı geç ayırmayan o adalet duygumdan…
Mazoşizmi sadece yatakta sevebiliyor olmam gibi, kıç yalamayı da sadece yatakta ve kadınlar söz konusu olduğunda kendime yakıştırabiliyordum.
Marquez’in anlattığı erkek tavrı bile bana çok yakın değildi.
Benim tavrım tam olarak…
Ben hayvan gibi davranıyordum kadınlara...
Kundera’nın Şaka’sında sözünü ettiği türden bir hayvan gibi: “Kadın düşüncesini çekip çevirmenin sarsılmaz kuralları vardır; bir kadını inandırmayı, onun görüşlerini güçlü savlarla çürütmeyi aklına koyan bir erkeğin, bu amaca ulaşma şansı azdır. Kadının kendi hakkında, ilkeleri, inançları, idealleri konusunda vermek istediği imajı saptamak, sonra safsata yoluyla, bu söz konusu imajla, onun, bizim istediğimiz biçimde davranışı arasında uyumlu bir ilişki kurmayı denememiz çok daha yerinde olur. (...) Erkeğin bir kadından ne olursa olsun istemeye hakkı vardır ama, bir hayvan gibi davranmak istemiyorsa, öyle bir ortam hazırlamalıdır ki, kadın, en içten hayalleriyle uyum içinde davranabilsin.”

Şunu diyor bence: Kadına bir kraliçeymiş gibi davran, senin krallığını kabul edene kadar; gerekirse soytarılık bile yapabilirsin bu sürede. Bekle... Roller değişene kadar bekle ve o ne istiyorsa onu yap. O istediğini aldıktan sonra sen de istediğini alacaksın...
Bir kraliçe atayıp, onun da sizi kral seçmesi...

Bu erkekler hep kadınların bir şeylerine ihtiyaç duyuyor olmalarının ezikliği nedeniyle mi kadınları bastırmaya çalışıyorlar ve erkek egemen toplumlar kuruyorlar, yoksa kadınlar erkek egemen toplumun intikamını almak için mi böyle gösterip de vermiyorlar… Ki ortada erkek egemen bir toplum olmadığı da açık!

Kundera, Ayrılık Valsi’nde yukarıdaki fikrini pratikte açıklıyordu:
Kız adama ondan hamile olduğunu söyler. Sadece bir gece beraber olmuşlardır. Adam arkadaşlarına danışır. Evlidir. Üç yöntem vardır ortada:
“1. Kadının yufka yüreğine çağrıda bulunulacaktır. Adam karısının hasta olduğunu, adamın başka bir kadından çocuk beklediğini öğrenirse öleceğini dost bir dille anlatacaktır. Kendisine acıması için yalvaracaktır.
Kızın ruh yüceliği gibi kuşkulu ve tekinsiz bir temele dayandırıldığı için bu yöntem reddedilir. Hem bu yol geri de tepebilir: Çocuğun babası olarak seçilen kişinin başka bir kadına gösterdiği bu ilgi kızın kendini küçük düşmüş hissetmesine neden olacaktır belki de. Böylece kız daha da kararlı davranacaktır.
2. Kızın sağduyusuna çağrı yapmak: Adam çocuğun kendi çocuğu olduğuna inanmadığını, asla da gerçekten inanamayacağını söyleyecekti kıza. Kız başka erkeklerle düşüp kalkmadığını söyleyemezdi. Bunu söylese de adam kızın doğru söylediği güvencesini nasıl taşıyabilirdi. Babasının hiçbir zaman babalığından emin olamayacağı bir çocuğu dünyaya getirmek mantıklı bir iş miydi?
Bu yöntem de arkadaşlar tarafından çürütülür: Birisi kızın sağduyusuna güvenmenin acıma duygusuna güvenmekten daha safça bir şey olacağını belirtir. Öne sürülen kanıtlardaki mantıklılık hedefi gözünden vuracak, genç kadının yüreği de sevdiği adamın içtenliğine inanmak istemeyişi karşısında allak bullak olacaktır. Bu da, gözü yaşlı bir inatla, sözlerinde ve amaçlarında daha sıkı direnmesine yol açacaktır.
3. Kıza adamın onu sevdiğini ve sevmekte olduğunu söylemesi. Çocuğun bir başkasından olabileceğine asla değinilmeyecekti. Aşk ve şefkat banyosu yaptırılmalıydı kıza. Boşanmak dahil kıza her söz verilmeliydi. Eşsiz gelecekleri gözler önüne serilecekti. Ve bu gelecek adına çocuğu aldırmasını rica edecekti. Çocuğun doğumunun erken olacağı ve onları aşklarının ilk ve en güzel yıllarından yoksun bırakacağı açıklanacaktı.
Bu görüş de öncekilerde bol bol olan şeyden yoksundur: Mantıktan. Aradan o kadar süre geçtiğine göre adam kıza nasıl bu kadar tutkun olabilirdi? Ama âşıkların hep mantıksız bir davranışları vardır ve bunu şu ya da bu biçimde genç kadına anlatmaktan daha basit bir şey yoktur.
Bu sonuncuda anlaşırlar. Çünkü bu koşullarda tek göreli kesinlik gibi gelen genç kadının sevi duygusuna çağrıda bulunuyordur.”

İnternetteki bir profilde kadın şöyle diyordu: “Beni anlayacak bir kişi yeterli. Gerisi mesaj atmasın lütfen. Ukalaları sevmem. Çünkü ben öyle değilim. Yalancı olmamalı. Ben yalan sevmem. Duygusal olmalı. Romantik olmalı. Çünkü ben pek değilim, bana öğretsin. İşi gücü iyi olmalı. Çünkü benimki iyi, eşit olmalıyız. İstediğini bilmeli ve almalı. Ne de olsa erkek. E başka ne isterim bilmem ki? Şişşt belanı mı demeyin sakın!”
Profile bakın: İsteyen ama ne vereceğini asla söylemeyen bir profil.
Duygusal olmalı, çünkü ben değilim bana öğretir diyor. Ukala olmamalı, çünkü ben değilim diyor; alçakgönüllü olmayı ona öğretirim demiyor, uğraşamaz bununla, doğrudan ukala olmayacak adam. İşi iyi olmalı, çünkü benimki iyi, eşit olmalıyız diye de ekliyor. İşi iyi olmasa da olur, neyse ki benimki iyi ben ona bakarım çok seversem demiyor. Ne istediğini bilmeli ve almalı: Ne olsa erkek!
İstediğini bilmeli ve almalı!.. Oysa hayatta istediğini bilmek es geçiliyor ve almak yüceltiliyor. Böylece ne istediğini bilen değil ama bir şeyler alan, almayı bilen, karakterli, ünlemli, dolu erkeğe rastlıyoruz. Aldıkları şey, istedikleri mi gerçekten? Ne önemi var, aldılar ya. Almak çok önemli. Almak! Onu istiyorum ve alacağım. Almak istediğim için istiyorum onu. Alınca daha iyi hissedeceğim için. Bu istek mi! Bu sevgi mi!

Birçok evlenme teklifi, teklifin kabul edilmesinden dolayı yaşanacak o üstünlük, hakimlik, becermişlik, isteğini onaylatmışlık, layık olduğu onaylanmışlık duygusuyla yapılır. Çoğu erkek, bu kadınla evlenmeli miyim, diye sormaz kendine. Bu kadınla evlenmeyi gerçekten istiyor muyum? Şu an yaşadığım hayatta en önemli amacım bu mu? Sormazlar erkekler böyle şeyleri kendilerine, onun yerine kadınlara sorarlar.

Şöyle konuşmuştuk bir gün Sevin’le, karşılıklı oturuyorduk, o an aklıma gelmişti ve devam ettirdim: Bakın nasıl hayvanca:
-Beni senin eski âşıkların tuttu. Acı çektikleri için intikam almak istiyorlar. Ve bu işte usta olduğumdan beni bulmaları zor olmadı.
-Ne yapmanı istediler peki?
-İstemediler para verdiler. Biliyorsun, ihtiyacım olan tek şey para. Üç aşamada senden intikam planı hazırladım. İlk aşamayı şu an bitirmiş oluyoruz. Seni böyle ağlatarak. Basit bir göz sulanması değil, alelade bir duygusallık değil, durduramamacasına ağlamak. Bunu yaptım. Sonra ikinci aşama sonra da üç. Ben devam edersem tabii. Bunu sana söyleyerek çekilmeni ima ediyorum. Devam etmeyebilirsin seni zorlamam. İşimi yapmamış olurum tam olarak ve bu forsuma zarar verir ama seni sevdim bunu sana yapmayabilirim. Ben duygusal bir kalp hırsızıyım ve paramı verseler de istemediğim hiçbir şeyi yapmam.
-Beni böyle tahrik etmeye çalışıyorsun.
-Bu sefer sana bir iyilik yapmaya çalışıyorum. Hatta daha da fazlasını istersen, yani paramı da verirsen demek istiyorum, senden intikam almak isteyen heriflere bir oyun hazırlarım.
-Onlar beni ilgilendirmiyor.
-İşte sen böylesin, sadece seni sevenleri bilmek istiyorsun. Seni sevmeyenler yaşamıyor bile senin için. Halbuki onların neden seni sevmediğini anlamak da ilginç bir yöntem, mükemmelliğe gitme aşamasında. Daha iyi olma yolu kötülüklerden sıyrılmak olabilir, hatalarını azaltmak, pürüzleri düzeltmek.
-Düz bir insan olurum o zaman.
-Hayır basit olursun. Saf olursun. Katışıksız. Tabii seni pürüzlerin rahatsız etmiyor, onlar başkalarını çizer ancak. Daha sonraki aşamaların konusu ama bunlar. Başlamazsak beni daha fazla konuşturmazsın...
-Peki kabul ediyorum seninle her türlü oyuna varım. Seninle ama... Diğerleri beni hâlâ ve cidden ilgilendirmiyor.
-İş hayatını bu kadar önemseme, esas oyununu orada oyna, takma ve dalganı geç; esas işin ise şu olsun: Benle oynadığın oyun.
(Size daha iyi bir aşk cümlesi söylendi mi…)

KÖTÜ DÖNEM YOKTUR, AZ MURAT VARDIR.
Hayatımdaki kadınların bana âşık olduklarını söylemesi sadece bir başlangıçtı. Kadının kendini feda etmesi gerekiyordu. Ama benim için değil, bana doğru, ama benim için değil. Kendi için. İnsan olabilmek için... Önce bana bir peygambere tutulur gibi tutulması sonra da bir peygamberi izler gibi izlemesi gerekiyordu. İlk aşama neredeyse her zaman gerçekleşti ama ikinci aşama... Bu benim henüz olmadığımı gösteriyordu...
-Tüm çevremde ben her zaman el üstünde tutuldum, hep bir numara, her zaman en iyi bilen bendim. Senin yanında tam tersi oluyor, demişti ya bir kadın, tüm diğer kadınların yanımdaki hallerini açık yüreklilikle, ama yine de kızgın, dile getiriyordu. O güne kadar yaşadığı derya bir su birikintisi gibi kalıyordu benim yanımda, yine de suyuna gitmemi istiyordu.
Gerçeğin peşindeydim ben, kadınların değil. Çünkü gerçek kadınlara çıkmıyordu.

Aşkı anlayıp hayatı anlamadan kalırsanız, şaşkınlaşırdınız; ama hayatı anlarsanız aşkı aşar, aşkınlaşırdınız.
“Cennet Adamı” adlı bir kitap okumuştum yıllar önce. Giriş sayfasında şu yazıyordu; “O bir erkekti, kadınlar için yaşadı ve kadınlar onu bu yüzden sevdiler...” O zamanlar bu cümle beni anlatıyor, anlatacak diye düşünmüştüm. Oysa şimdi düşününce: Hiçbir zaman kadınlar için yaşamadım. Tabii o zamanlar yazarlık söz konusu değildi hayatımda. Kendimi kadınlara beğendirebilmek için her şeyi yapacaktım demek ki az kaldı, konu mankeni gibi. Diğer erkekler gibi...

KELİN MERHEMİ OLSA DA KENDİ BAŞINA SÜRMEYEBİLİR,
BELKİ BİRİSİNİN SÜRMESİNİ İSTİYORDUR.
Peki neden bir erkeğe yıllar boyunca âşık olurken kadınlar, bir gün gelir ve âşık olmamaya başlar... Tanrı müritlerini terk ettirerek peygambere ne anlatmaya çalışıyordur.
Kadınlarla düşüp kalkıyor derler ya, acaba sadece erkeğin sarhoşluğundan mı düşüp kalkıyoruz, yoksa engebeli de mi zemin…
Örneklerle açıklayayım. Bir internet arkadaşlık sitesi sayesinde çok kadınla tanışma fırsatım oluyor. Blogumu da o zamanlar açıyorum ve oraya da yorumlar yazılıyor.
           
NİCK: RA
Kendim:
Her şekilde çekici. (Sinirlendirecek kadar doğal bir çekicilik.)

Aradığım:
Bir şekilde çekici. (Edebiyatla (sanatla) ilgilenmiyorsa en azından güzel olmalı. Güzel değilse en azından akıllı. âşık olmak istiyor ama erkeği huzuruna bekliyorsa, nette sanal kalmaktan yorulmuyorsa başkasını aramalı. Hoşlandığını belli edecek kadar güçlü, aptalca değil zekice gururlu, kompleks ama komplekssiz olmalı. Kişiliğimi sağlam temeller üzerine oturtmuş ve çok geliştirmiş, hatalarımı en aza indirmiş olduğumu kavramakla kalmayıp kendi güvendiği kişiliğinin dostça ve yapıcı eleştirilmesinden hazzetmesini ve faydalanmasını bilmeli. Azılı bir hümanist olduğumu, adalet duygumun abartılı geliştiğini, denge mantığına saplantı derecesinde inandığımı ve yaşam tarafından kayrıldığımın kanıtlarını cebimden çıkardığımı gözleriyle görünceye kadar inanmakla yetinmeli. Çelişkinin, paradoksun ve ironinin bütünsel anlamını bilmeyip de bu cümlelere “ben daha doğrusunu bilirim” diye hemen atlayacaklardan, nedensiz ukalalarla temelsiz kendini beğenmişlerden sadece boş vakitlerimde zevk alabileceğimi anlayışla karşılamalı. Bu girişten sert olduğumu değil; sağlam, dik, doğru yaradılışta olduğumu çıkarsamalı. Bugüne kadar başardığım şey, hayattaki ilk 20 yılımdan dik bir doğru çıkartarak varacağı yere ulaşmak oldu. Kendimi keşfetmekle kalmadım, doğru kendime doğru evrildim, evriliyorum. Aradığım kişi de insanın benimle bir sorunu olması için kendisiyle (ya da yaşamla) bir sorunu olması gerektiğini keşfedebilmeli.  Burada olmamın nedeni yazarlık kapanmaları ve felsefi uzaktan bakış nedeniyle sosyalliğimin riske girmesi. Beni asosyal, yanlız bırakılmış ve fiziksel yetersizliğiyle karizma eksikliğini yazarak aşmaya çalışan biri sanmamalı.
Zorunlu ekleme: Bir insanı, kendisi için kullandığı sıfatları en az onun kadar taşıyan biri yargılayabilir ancak... Bir de belki onu gerçekten tanıyan ve kullandığı sıfatların anlamlarını gerçekten bilen biri... Yoksa her dâhiye deli, her bilgeye çok bilmiş, her kendine güvenene kendini beğenmiş gözüyle bakılır...
Kendim için kullandığım sıfatları kendinde gerçekten taşıyanlara çok rastlanmadığına göre, ben sıfatların anlamlarını gerçekten bilen birilerine kendimi tanıtmak için yazıyorum.
Yani: Kibirli, çok bilmiş, kendini beğenmiş gibi sıfatları yapıştırmak için yazanlar yazmasın lütfen...

YANLIŞ KADINLAR TUVALETİ
-Selam, hangi sanat dalı ile uğraştığını merak ettim doğrusu! Yalnız megaloman mısın yoksa artist misin? Ona da karar veremedim.
-Sana profilinden cümlelerle cevap vereyim dedim. Şöyle yazmışsın:
“İstersen yaz ama dalga geçeceksen hiç girişimde bulunma derim.”
Sen dalga geçebilirsin ama öyle mi?
“Bendeniz her konuda birazcık kendine güvenen bir zat oluyorum da!”
Başkalarının kendine güvenme hakları olamaz mı?
Profilimin tek bir cümlesi bile senden daha "fazla" olduğumu söylemez sadece, kanıtlarken aynı zamanda, şunu sormak isterim: Bu ne ukalalık...
-Merhaba, çok şükür ki zaaflarımı maddi manevi her konuda törpülenmiş kabul ediyorum. Bunu söyleyebiliyorum, çünkü her konuda kendimi acımasız bir dürüstlükle yargılarım. Sonuçta insanız ve insani taraflarımızı yitirmek zaaf olarak kabul ediliyorsa, ona katılmıyorum. Benimki bir fotoğrafa belki de biraz gönül almak adına yapılmış bir iltifattır, açıklamak isterim. Senin ise, bir kelime ki bence alınganlık zaafının tipik göstergesidir. Aslında lafa girerken bir selam bile yazmaman üzerine bir medenilik tartışmasına bile girilebilir. Kendine iyi bak.
-Alınganlık! Bende mi sende mi? “Megaloman mısın artist mi karar veremedim” lafına alınsam haklı değil miyim? Ki alınmadım... Sana ne güzel bir karşılık yazdım; profilini ayna gibi tutarak: Komikti; o kadar malzeme vardı ki profilinde!
“İnsani taraflarımızı yitirmek zaaf olarak kabul ediliyorsa, ona katılmıyorum.” Hiç gerek yok bu tuhaf felsefelere, demagoji bunlar...
Böyle hatalı olduğunu hissettiğinde hemen karşıdakinin hatasını aramak; bulamayınca da “bir selam bile yazmamak medeniyetsizlik” diyecek olmak insani tarafımız değil; “insani tarafımız” nankör kedilere değil tanrıya yöneliktir; iyi düşün bunu...
Kendimi acımasız bir dürüstlükle yargılarım, demişsin ya: Neden kendini eleştirmeyi gerçekten başardıklarını sanır hep insanlar? Bunun ne kadar zor olduğunu bilmediklerinden mi? İşte sana gösteriyorum “acımasız bir dürüstlükle”, bunu başaramadığını; benden sonra işe yarar diye.
Şimdi dikkatli ol: Sana karşı çıkılıp çıkılmadığına göre değil (çünkü bu alınganlık olur, dürüst de olmaz) sana hatanı göstermeye çalışanın gerçekten haklı olup olmadığına bak, bu mesajıma illa da karşılık vermek istiyorsan...
Hoşçakal...

SANA DÜRÜST DAVRANACAĞIM, BEN DÜRÜST BİRİ DEĞİLİM.
-Görücez bu kuru sıkı sallamalarını, hadi bi cesaret göster kendini bana.
-(Kaydetmemişim kendi mesajımı.)
-“Görücez bu kuru sıkı sallamalarını, hadi bi cesaret göster kendini bana" ifadesinin meali şudur: Senin anlamak istediğin gibi bana kendini kanıtla gibi bir anlamdan çok öte gülcemalini göster demekti. Kendi adıma ancak şurada bir kabalığı kabul edebilirim ki o da "kuru sıkı sallamalarını" ifadesidir, ancak çokta hayatın içinden gelen bi cümle gülümseyebilmen adına... Senin sarf ettiğin "vaktimi alma" cümlesine gelince bunu son derece acımasız bir ifade olarak kabul ediyorum... Ben saygı duymasını ve de sevmeyi son derece iyi bilen biriyim hatta bu konuda da son derece iddialıyım ama bu bir güç gösterisini ifadesi değil, kendimi anlatmaya çalışmamın bir yoludur.
-İnsanların hatalarını geçiştirmeye çalışmaları ile ilgili onlarca yazılı örnek topladım burada, seninki bir fazlası sadece. Şu seninki:
“Kuru sıkı sallamaların” cümlesi "senin olduğu için" hayatın içinden ve kaba değil; “vaktimi alma” cümlesi ise "benim olduğu için" hayatın içinden değil ve acımasız!
Ben senin söylediğin o hayatın içinden değilim. Kendi hayatımın içindeyim ve bu hayat mutlu bir hayattır. Kabalığa insanlar alışık diye hayatımın içine almam; egoistliği, laf çarpıtmalarını da... Ve bu nedenle de kendi hayatımı milyonlarca diğerinden "üstün" görürüm...
Benimle görüşeceksen, hayatımın yanında seninkinin kaba kalacağını görmen adına söylüyorum bunu... Vaktimi alma cümlem da anlamını bir kez daha açıklıyor böylece sana... "Kabalığı almam, kaba lafını çarpıtacaksan vaktimi alma." demek oluyor...
"Ben saygı duymasını ve de sevmeyi son derece iyi bilen biriyim hatta bu konuda da son derece iddialıyım..."
Hayatım bu iddiaların içlerindeki boşlukları göstermekle mi geçecek...
Daha fazla tartışmayacağım. Gerçek bir saygıysa içindeki bana karşı, artık göstermenin zamanıdır... "Haklısın" diyeceğin insanla karşılaştığında o kelimeyi kullanmalısın; yoksa unutulacak o güzelim kelime.
Ne olur bana koleksiyonumdaki onlarca benzerinin arasına katacağım bir cümle daha verme...
-İnan bana kimsenin egosunu tatmin etmek adına "haklısın" demem, hele birini rahatlatmak için hiç kullanmam, fakat haklısın diyemiycem çünkü buna inanmıyorum tabii kendi haklılığıma da... Sadece iletişime yanlış yerden ve kelimelere özen gösterilmeden başlandı diyebilirim, çünkü inandığım bu...
İnsanların hatalarına ilişkin onlarca yazılı örnek, niyedir bunu sorgulamak bile istemiyorum ve bunu gerçekten "kaba" buluyorum... Onlarca örnek midir seni memnun eden ya da senin deyiminle seni diğerlerinden üstün kılan? Ayrıca milyonlarca insandan üstün olman beni hiç rahatsız etmiyor aksine son derece iyi hissediyorum sana yazarken...
Demek istediğim odur ki şurda ne yazdıysam buna gerçekten inandığım için söze dökülmüştür
-"İletişime yanlış yerden ve kelimelerle başlandı."
İş toplantısına mı girdin sen çok?! Çok mu politikacı tanıdığın oldu?!
Bana gerçek insan cümleleri kurar mısın lütfen...
"Biz" iletişime yanlış yerden ve kelimelerle başlamadık, çünkü "ben" iletişime yanlış yerden ve kelimelerle başlamadım. Parmak izlerini silmeye çalışıyorsun... Bende hata arıyorsun bir de üstelik...
Karamozov Kardeşler'de bir özür sahnesi vardır... Adam haksız yere başka birini düelloya davet eder... Sonra haksızlığını anlar... Gider düelloya... Silah üzerine doğrulur. İlk olarak, hakaret ettiği adam ateş edecektir... Kurşun yanağını sıyırır. Sıra kendindeyken silahını atar rakibinin ayaklarına ve özür diler... Nasıl yahu, derler, bunu şimdi mi söylüyorsunuz... Evet, der adamımız, önce silahın önünde durmam gerekiyordu...
Anlayabiliyor musun?

ALLAH ALLAH
-Bir kişi kendisini ancak bu kadar güzel ifade eder, sizi kutlarım. Profilinizi okurken sonradan gelen tüm cümleleri öyle güzel oturtmuşsunuz ki akılda oluşan sorulara bir bir cevap vermişsiniz.

İBLİS İBLİS
-Tüm olası soruları sormuş ve tüm cevapları vermişsin hatta veremediğin ya da vermediğin cevapların sorularını (eleştiri, düşünce) bloke etmişsin. Öyleyse. Ortada söylenecek söz, sorulacak soru kalmamış “geyik muhabbeti” ya da klasik “nasılsınız efendim” diyalogları dışında…
-Soracak bir soru, söyleyecek anlamlı bir şey bulamıyorsun diye niye ben suçlu oluyorum.

KAPTANI EN SON GEMİ TERK EDER 2
-Şimdi yazdıklarını okudum da bu kadar mükemmel olmak ya da mükemmel olduğunu düşünmek zor değil mi? İster istemez yalnızlığa yöneltir insanı.
-İster istemez lafını çok severim, tam insanı açıklar. İsteyip istemediğini bilmeyen insanı... Bir şeyi özgürce sevebilmen için karşıtını da sevmen gerek. Ben hem kalabalıkları hem de yalnızlığımı seviyorum.

GÜZELCENE
-Yazdıklarını bir güzelcene okudum aslında kızıp bağırıp çağırıp aman ne ukalasın deyip, mesaj bile yazmamam gerekirdi. Ama yazdıklarının arkasındaki, satır aralarındaki içtenliğin farkına varınca seni tanımayı istedim... Belki ortak noktalar bulabiliriz diye düşündüm… Sen de ben diye birini tanımak istersen burdayım mesaj yolla
-Çok önemli bir hata yapıyormuşsun, yapmamışsın. Profilim orada durur okuyan okur beğenen mesaj atar. Beğenmeyenin beğenmedim diye mesaj atma hakkı yoktur. Atma şansı vardır tabii, ama sana kızmak bağırmak istedim derse, bendeniz tarafından uyarılır. Şimdi... Sen benle bu şartlarda konuşmak istersen mesaj at...

NE GÜZEL ADDIR ECE!
-Murat selam.
-Selam.
-Nasılsın?
-Fena değil.
-Sana geçenlerde mesaj attım cebine, aldın mı?
-Hatırlayamadım.
-Peki ben hatırlatayım o zaman. Sana verdiğim dvd'yi geri rica ediyorum.
-Ha hatırladım, ben seni hatırlamamıştım.
-Senin liste çok kalabalık herhalde, şimdi hatırladın mı, hani yemek yemiştik.
-Ben sana onu vermek için çabalamıştım ama sen pek umursar gözükmemiştin.
-Nasıl bir çaba, ben fark etmedim, umursuyorum, benim için önemli bir dvd o, görüşmediğimize göre kargo mu daha kolay olur senin için, ya da maslağa yolun düşüyor mu.
-Pek düşmüyor.
-O zaman adres vereyim, işin bitti herhalde değil mi, kopyalayacaktın.
-Evet bitti.
-(Adres veriyor) Yollamanda sorun yok değil mi?
-Sanırım senin aldırman daha doğru olur.
-O ne demek?
-Ben adres vereyim yani.
-Muratçım, ödünç alırken geri vereceğine söz vermiştin, ayrıca sana yemek de ısmarlamıştım. 4 ytl için sorun çıkartmadığını umuyorum... Öyle birine benzemiyordun.
-Anlayamadım!!!
-Ben mi yanlış anladım, dvd sende olduğuna göre kargoya verecek olan sensin, ya da almak için geldiğin gibi vermek için de gel, üstüne mi yatmak niyetin senin?
-Bence kelimelerine dikkat etsen iyi edersin Ece... Epey güzel konuşmuştuk ve hayata bakışımı anlamış ya da takdir etmiştin diye hatırlıyorum. Bana böyle cümleler kurarken dikkatli olmalısın
-Ben şu anda sadece dvd'mi istiyorum... Ödünç aldığın şeyi geri ver, çünkü koleksiyonumun özel bir parçası o. Çok ayıp ediyorsun, buna tenezzül edecek biri olmadığını umuyorum.
-Sözlerine dikkat et dedim ama hâlâ aynı terbiyesizliği yapıyorsun. Hemen bu konuyu burada kapatalım... İstersen adres veririm ve nasıl aldırmak istiyorsan aldırırsın.
-Sen kendi yaptığın terbiyesizliğe de bir bak istersen
-Oooo beni dinlemeden sen suçlamaya devam ediyorsun. Bu durumda seni yasaklamak zorunda kalacağım.
-Peki Murat, ver adresi, dvd’mi ver ve sonra yüzümü görme, sorun yok.
-Bak Ece, aptalca cümleler yazıyorsun. Terbiyesizdin şimdi de aptalca bana böyle hakaretler ettikten sonra bir de devam ediyorsun adresini ver demeye, ben senden bu hakaret cümlelerini alıp bir de sana saygı mı duyacağım.
-Murat ne yapmamı öneriyorsun, boş ver saygıyı... Ödünç aldığını geri vermek için nasıl bir yol önerdiğini söyle.
-Dvd’ni parçalayabilirim ya da ihtiyacı olan başka birine verebilirim, şu an bilmiyorum. Seni hatırlatmaması için elimden çıkaracağım... Ama sana vermeyeceğim kesin. En azından saygısızlığının cezası olur...
-Çok terbiyesizsin, bir de edebiyatçı geçiniyorsun, bende kartın var, Kanyon’a gelip seni rezil edeyim gör.
-Dvd senin sorunun, aylar önce benim de sorunumdu, sana vermek istemiştim, beni rahatsız etmişti bende kaldığı için, ama sen pek ilgilenmedin, sonra konuşuruz dedin... Şu anda benim sorunum değil. Benim sorunum hakaretlerin. Sen o konuda bir şey yapmayı düşünüyor musun acaba...
-Ruh hastası HIRSIZZZZZZZZ siktir git hadi, dvd’yi de kıçına sok.
-Bu kayıtları saklıyorum Ece. Kimin hayasız olduğunun kayıtları... Elveda... Kanyon’a gel istersen, ama bir daha gelemeyeceğine emin olarak gel. Kimin kimi rezil ettiğini görürüz... Ama ben senin düzeyine düşmeyeceğim.

Sonra, mektubum:
Oku terbiyesiz. Yarın cihangirdeki X kafedeki Y adlı barmene dvd’ni bırakıyorum. Tatlı bir çocuktur dürüsttür bişi yapmaz dvd’ne. Oradan alabilir aldırabilirsin. Gündüzleri akşama kadar orada Y. Tatil gününü bilmiyorum o güne rastlarsa... Off bana ne yaaa. Hem hakarete uğra hem de kadını düşün... Orada al... Benden çıktı. Hakaretlerin hâl bende Senin rezilliğin olarak... Keşke daha değerli bir şey olsaydı da seni kelime kelime cümle cümle özür dilenmeye zorlayabilseydim. Ve bu yazılı olacağından sen bile hatalıymışım diyebilseydin. O zaman benim nasıl bir edebiyatçı olduğumu görürdün!! Son kez elveda. Sakın tek kelime daha etme.

Sonra, mektubu:
Senden çok özür dilerim, okudum konuşmamızı ve senden çok özür dilerim... Dvd’yi istemiyorum. Çünkü bana hatamı hatırlatacak. İyi akşamlar.

O dvd’yi, kıçıma sokmamı öğütlediği o dvd’yi evinin en görünen yerine assa ya. Ya da kendi kıçına sokup asmam için bana gönderse.

ROMANTİK VE EGOİST, NOSTALJİK VE MODERNİST,
PROLETER VE KAPİTALİST, MUTLU VE SON.
15 günlük planlarını sayıyor. Hiç vakti olmayacakmış görüşmeye bu sürede. Tamam canım diyorum ne yapalım, gelince görüşürüz. Havaalanına gelip yarım saat bile olsa seni görmek isterim demeyecek misin, diyor, daha yeni birlikte olduğumuz bu kadın:
-Ben o annemin zamanındaki romantik aşkları bulamayacağım di mi…
-Bunun nedeni, senin annen gibi bir kadın olmayışın olabilir mi acaba…
O benim romantizmime ve erkekliğime laf edebildiği halde, ben onun kadınlığına laf edince direkt kabalaşmış sayıldığımdan bir daha görüşmüyoruz…
Mutlu ve Son…

SEÇİMLE İLGİLENMİYORUM MEÇİMLE İLGİLENİYORUM
İnternet duvarımdaki yazım:
-Sizin gibi bilge birinin insanları sınıflandırmayacağını sanırdım!
-Bilge sınıflandırmaz değildir, yanlış sınıflandırmazdır.

-Kime bu sözler?
-Kim doğru alırsa.
-Umarım alabilir o kişi
-Kim alabilirse, almayanların da saygılı olanlarına saygılıyız
-Ben karanlıklara saygılı olamam, gerçek saygıya haksızlık etmiş olurum saygıyı gerçekten hak edenlerle aralarında fark olduğundandır çünkü!
-Bunun benim yazdıklarımla alakası nedir?
-Yazdıklarınızı ortaya koyarsanız, o kişiye özel, birebir söylemezseniz ben ve benzeri hassas insanlara söz hakkı çıkmış olur, ben tecavüzcüleri ya da ülkemi geleceği çalanları, torunlarımızın bile altından kalkamayacağı borçları üzerimize yıkanları, yani hırsızları, rantçıları, eli kanlıları asla ama asla sınıflandırmam! Onlar bakın adları üzerlerindedir zaten!
-Tecavüzcü! Hırsız! Eli kanlı! Siz kime kızdıysanız onla konuşsanız. Olayın benle ve yazdığımla ilgisini hâlâ göremiyorum... Onlar! Kim onlar?

Tam bu sırada kadının internette duvarındaki yazıyı okuyorum:
“Nihat Genç'in dediği gibi bu halk Hüseyin Üzmez'leri seçti yine! İnanamıyorum!”

-Yoksa, “sizin gibi bilge birinin…” diye başlayan cümlemi size diye mi okudunuz! Olamaz...
-Hayır elbette. Ben sadece sordum ama siz öyle bi cevap verdiniz ki, çok ilginçti, insanı kaşıyan, irite eden bir cümleydi, hayır size demedim demek yerine öyle bi cevap seçtiniz çünkü!
-Size demiş olmam mümkün değil ki... Bunu anlamanız için söylemem gerekmiyor ki... Bakın şu an fazla benmerkezcil bakıyorsunuz... Tecavüzcülerle, karanlıkla ne ilgisi var benim yazdığımın...
-Neyse tamam o zaman, üzerine konuşmaya devam etmenin de o zaman bi gereği yok.
-Konuşmamak için önce bir kusura bakmayın cümlesi almalıyım...
-Bence onu önce ben almalıyım, genele yazmanız yanlıştı, çünkü benim yazdıklarıma sizinkiler bi cevap gibi oldu.
-Paranoyaklık olduğu açık... Özür dilemeyeceğim laflar kurarım...
-Siz bana paranoyak diyemezsiniz, bu ne saygısızlık.
-Tekrarlıyorum kime kızdıysanız lütfen ona yazın... Bana yazmayın... Benim genele yazılmış yazımı üzerine alınıp bir de genele yazamazsınız diye otorite taslayan, yazımla alakasız tecavüz vs gibi yorumlar getiren insana, mantık süzgecinde yazarım... Ama mantıksızsa karşıdaki anlamayacak ve hakaret olarak alacaktır... Ben yine de bu yazıyı sonradan okuyup hatanızı algılayacağınızı düşünüyorum... Hoşçakalın.
-Ben de hatanızı anlayacağınızı düşünüyorum! Güle güle.
-Yazım size değildi. Size olduğunu düşünmeniz paranoyaklıktır. genel bir mesajdı bu da oldukça açık ve doğal ve hakkım. Genele yazamazsınız filan gibi yasaklayıcı söyleminiz ise yasaklayıcı ve kaba, nihat genç de eminim böyle yorumlardı. Lütfen kime karşı olduğunuzu ve kimi desteklediğini bir kez daha düşünün... inanın olayı uzatmak için yazmıyorum bunları. Ama şunu da diyeyim. seçimlerle falan zerrece ilgim yok. umarım bunu da olumsuz yargılamazsınız. çünkü bu da sizi ilgilendirmez... iyi günler tekrar...
-bence sizin bu yaptığınız daha kaba, karşınızdaki kişi haksız ya da daha başka olumsuzluk içinde olabilir, ama sizin tutum ve davranışlarınız haklıysanız bile bunu mazur kılmıyor ne yazık ki! madem o kadar haklısınız, bunu sürdürebilecek bi tavır muhteşem olurdu! ama siz anladığım ve sizin de sunduğunuz üzere hiç de öyle biri değilsiniz! sanatçıları ben hassas bilirdim, ama siz hassas ve duygulu değilsiniz! kusura bakmayın ama bende böyle bi kanı oluşturdunuz!
-Yani istediğiniz kadar paranoyaklık kabalık ve çılgınlık yapabilirsiniz ama ben sizin gördüğünüz gibi bir insan olmak zorundayım hem de tüm bunlar karşısında... inanın diktatörden bir farkınız yok...!!! 2. yargımı veriyorum sizle ilgili ve ikisi de burada yazdıklarınız kanıt olarak gösterilebilir. ama siz sadece kanılardan söz ediyorsunuz.
-tüm bunlar dediğiniz siz yarattınız, ben burda bi şey sordum, siz tutup garip bi cevap verdiniz
-Yazımın size karşılık olduğu paranoyasından kurtulunca hiç de garip olmadığını anlayacaksınız...
-İnsanları kategorileştirmekti konu, bende fikrimi söyledim, ama siz inanılmaz BÜYÜK bir tepki verdiniz!
-Bunlar yalan... Açın da okuyun, böyle olmadı, yalan söylüyorsunuz. Bu da 3. tespitim ve yine kanıtlarım.
-Bu arada ben diktatörsem siz daha da diktatörsünüz... Bana kimse yalancı diyemez! Haddinizi bilin lütfen! Siz kaba ve inanılmaz yüzeysel birisiniz o zaman!
-Mühim olan birinin demesi değil yalan söylüyor olup olmadığınız... Bana da herkes yalancı diyebilir ama değilim…
-O zaman kabul edin veya etmeyin hiç umurumda değil, size KABA olduğunuzu ve inanılmaz SİNİRLİ bir yapıya sahip olduğunuzu söylemek istiyorum! Ve söyledim de!
-Hata yaptığına bu kadar inanmamak... Diktatörlüğünüzün kanıtı budur… Sinirli olan da sizsiniz... Ve bu da 4. ve kanıtlı...
-Siz böyle davranarak beni itham ettiğiniz diktatör benzerliğinizi kendiniz üzerinde asıl siz tescilliyorsunuz ama hiç de farkında değilsiniz! Bu çok tehlikeli! Yani kişinin kendi farkında olamaması!
-Son iki cümlenize katılıyorum.
-Çünkü asıl hatalı olduğunu ve kaba olduğunu kabul etmeyerek ona benzerliği siz gösteriyorsunuz!
-Ama başka birinin, yani benim, bu kadar farkımda olmanız da saçma... Böyle olduğunu düşünmeniz de aptalca... 5. ve yine kanıtlı...
-Objektif biri olduğumu herkes bilir! Bunu ben söylemiyorum!
-Ben söylüyorum, objektiflikle alakanız yok. 6. Ve yine kanıtlı: Çevreniz aptaldan geçilmiyor demek.
-APTAL SİZSİNİZ!
-Benim hayatım kendileri üzerlerindeki yanlış inançları yıkmakla geçti insanların... Neden seçimlerle ilgilenmediğimi bir de bundan çıkarabilirsiniz...
(Yukarıdaki ileti tüm alıcılara teslim edilemedi.)

APTALIN BİRİ GELİP BANA APTALSIN DİYORSA NEDEN DİNLEYEYİM.
BANA APTAL DİYECEK ADAMIN AKILLI OLMASI GEREKİR.
YETERİNCE AKILLIYSANIZ DA BANA APTAL DEMEZSİNİZ.
BANA APTAL DİYECEK ADAMIN APTAL OLMASI GEREKİR.
-….
-Asla altta kalmam ve son sözü ben söylerim. Bu nette de hep böyle olur. İşte böyle bir “çabuk hırsız ev sahibini bastırır” durumları.
Büyük bir keyifle size yazmayacağım. Zaten görünür kimliğinizle, mesajlaştığım insan arasındaki büyük farkı çıkartmam da kolay oldu. Siz bahsettiğiniz kişi değilsiniz. Aydın kişiliği yok sizde, siz kendinizi olduğundan farklı gösteren zavallı insanlardan birisiniz sadece.
-Aydın kişiliği mi. Hahahaha güldürme beni.
Sen de zavallı çirkin kadınlığını sert karakter altına saklamaya çalışan bir yaratıksın. Çirkinsin ve yumuşak olarak bunu dengeleyebilirsin, halbuki sertleşmişsin. Aydın nedir bilmemeni geçelim seninle daha aşağılık konuşmak gerek. Bir hayvanmışsın gibi.
Götünü sikmek ilk düşüncemdi.
Fotoğrafından iri kalçaların var gibi gözüküyor.
Porno filmlerde sikilmekten başka işe yaramayacağını gayet “aydınca” bilen kadınlar kadar bile olamayan entel geçinen zavallılardansın. Altta kalmam diyorsun ama istediğin bu, altta kalmak. Orgazm edebilirdim seni. Sikerek. Asla âşık olmadan ve seks dışında önemsemeden. Ve bunu bilip zevk alabilir fazlasına cüret etmeyebilirdin. Ne yazık ki kendini bir şey sanmaya başlamışsın. Kaybettiren tarafın bu.
Kendini olduğundan farklı göstermek!!!!
İşte kanıt sana orospu bile olmayı becerememiş yaratık… Her insanda insanlığın tüm halleri olduğunu unutma. İntikamcı ve aşağılayıcı yönümü tahmin ettiğin için sağ ol. İkimi tatmin etmeni tercih etsem de sağ ol.
Bir gün kitabımı okuduğunda bir yazar nasıl bunları yazar diyeceksin.
İkime kadar yolun var.

Bundan sonra yazdıkları -evet yazdı- önemsiz şeylerdi, o yüzden almadım buraya. Önemsizdi ama kaba değildi, konuşmayı kibarca devam ettirdi, neden kızıp bağırmadığını anlamaya çalıştım, ötünü ikmek ilk düşüncemdi dememiş miydim; ama açıklamadı, belki kendi de bilmiyordu, belki ilk defa biri ona gerçekleri söylüyordu, belki de tipik bir mazoşistti ve tatmin etmiştim onu...

DOĞMAMIŞ OLSAYDIM AYNI ADAM OLURDUM
-Profilini okudum ama hâlâ kendime gelebildiğim söylenemez. Haklısın, her şekilde çekicisin... Karşı cinsten beklentilerini omuzlamayacak kadar yorgunum ben. Lütfen hep böyle kal. Bir yerlerde de olsa ulaşamayacağım bir erkeğin var olmasını bilmek güzel çünkü nerde bıraktığımı asla hatırlayamadığım aşka küskün bir yüreğim var. Sevgiler.

KAFADAN SAKAT
Profilimde genele açık yazım:
Bir kadın kesik bacakla bu kadar güzel mi olur yahu… (Foto: Marion Cottillard / Rust and bone filminden)

-Kesik bir bacakla güzellik arasındaki bağı çözemedim! Güzel bir insan uzvunu kaybedince çirkin mi oluyor sevgili Sohto?
-Valla Canancım hep söylerim hasta olan sevgiliyi terk ederim, kusura bakma, ben buyum:)
-Vücudu olan birini bulduğunda bu insanca düşünceyi paylaşmayı düşünür müsün?!!
-E paylaştım ya:)
-Yazmak kolaydır, karşısına geçip hasta veya sakat olursan seni terk ederim, diyebilmek dürüstçe olan.
-Rahatlıkla söylerim, neden biliyor musun, ben hasta ve sakat olduğumda direkt ben terk ederim sevgilimi...
-Kendini çekmek başka bir konu ve terk etmek daha başka, bu teklif sevgilinden gelirse anlarım! Tersi durumda duyarlılığını sorgulamalısın.
-Benim duyarlılığımı sorgulayan kadını sakat olmasına gerek yok direkt terk ederim:))))
-Vicdanını ve duyarlılığını sen sorgulamalısın, acımasızca ve insanlık dışı bulduğumu kendi adıma söylemek isterim, tanrı yardımcısı olsun seni seçen o zavallıyı. İyi geceler.
-Valla kafadan sakat kadınları terk etmekten daha kolay oluyor; kafadan sakatlık hemen anlaşılmıyor ne yazık ki:(((
-Seni tanımadığım için çok şanslıyım.
-Canan o zaman yazma, daha fazla tanıma... Olmaz mı... Bana bu kadar hakaret ettikten sonra sana yazacağım şeyleri kaldırmazsın çünkü... Adamı (kadını) laflarımla sakatlayabilirim:))
-Hayat böyledir! Yüzüne ayna tutulduğunda tepkiler ve edepsizliklerle karşılaşırsın. Sakatlık konusuna gelince, kendini bu kadar önemseme çünkü cidden değmezsin..!:)))
-Değmem, uzaktan kopartırım... Artık gülmüyorum! Leş olmak istersen devam et bakalım!

KENDİNİ ANDIRMAYA DEVAM ET
Yazışarak daha yeni tanışmaya başladığımız bir bayana “yazarım” dediğimde, “kardeşime söyledim yazar olduğunuzu ne var ben de yazarım diyor” yazıyor. Her ne kadar cümlesinin sonuna gülme işareti de koymuş olsa, “Siz kardeşinizle konuşun o zaman” diyerek kapatıyor, onu siliyor ve yasaklıyorum (internetin en parlak buluşu). Sonra bana bir mail atıyor.
“Suratıma kapatılmasından hiç hoşlanmam” cümlesiyle başlıyor mailine.
Kendini anlatıyor, önemli bir işi varmış vs.
Ben karşı mailimde rahatsızlığımı dile getiriyorum.
Sonraki maili şöyle:
“Biz insanlarla dalga geçecek kadar seviyesiz insanlar değiliz beyefendi. Sadece moralim çok bozuktu, kardeşim de arada sırada yanıma gelip ne yaptığıma bakıp beni güldürmeye çalışıyordu. Burada bizi görmediğinize göre söylemeyebilirdim de. Ama sizi yakın hissetmek istedim belki de, ya da ihtiyacım vardı buna kardeşimin beni güldürmek için söylediği bir şeyi siz de gülersiniz belki diye paylaştım o kadar.”
Tek bir özür cümlesi yerine, basit bir, kusura bakmayın, demek yerine, bir paragraf kadar kendini, durumunu anlatmaya çalışmak! (Yazarlıkla dalga geçilmesine benim de gülmemi beklemesi konusuna hiç girmeyeceğim!)
Tüm bu mazeret cümlelerinin bir özür başlığı altında toplanmadan bir anlam ifade etmeyeceğini bilmeyen biri, “seviyesiz birisi değilimdir” dediğinde altını doldurabilir mi?
İnsanlar seviyesiz olmadıklarına nasıl karar veriyorlar?
Seviye testi falan mı yaptırmışlar!
40 kere falan seviyeliyiz demişlerde mi olmuşlar!
Bir kart falan mı almışlar benim bilmediğim!
Ya da babadan miras kalıyor herhalde bu seviye denen şey, hayata böyle başlamışlar, kendilerini bildiler bileli seviyesiz insanlar değillermiş!
Aynen diplomanın, bir şey bildiğiniz için verilmemesi, diplomanız olduğu için bir şey bildiğinizin varsayılması gibi…
Bakalım neymiş:
“Evet ben de yazarım babam da yazar. Ama biz karşımızdakini incitmemek adına yazarız söyleyeceklerimizi o kadar.”
O kadar!
Evet babadan geçmiş olabilir bunların seviyesi, “İncitmemek adına yazar” bir aile!
“Şimdi beni silebilirsiniz. Yasaklamanıza gerek yok zahmet etmeyiniz. Biz gururumuz ve onurumuz için yaşayan insanlarız. Bin yıl geçse de size tek kelime yazmam..”
Anladım, bu insanlar bir kulübe üye ve üye kartları var: GururEkstra ve OnurPremium.
Ne derlerse desinler bana hissettirdikleri şu: Bu insanlar hayallerinde olmak istedikleri, olduklarını düşündükleri insana sadece benziyorlar; o kibar, doğru tavırlı insanı, hareketleri, duruşları ve öyle olma istekleriyle, diyeceğim ama değiştiriyorum, öyle görünme istekleriyle, sadece andırıyorlar… Bir an o zannedilebilir, ama gerçekte öyle olmadıklarından, bir hareket, bir duruş, bir laf… Yetiyor. Yok, değilmiş, sadece benzetmişiz, sadece andırıyor…
Bu özensizlikler zekalarıyla doğru orantılı mı, bilemeyeceğim ama şunları da belirtmeden geçemeyeceğim (uzun süre düşüncesiz davranış zeka geriliğine yol açabilir):
(Kardeşiyle yazarlık konusunda dalga geçmelerinden bana söz etmesini açıklıyor:) “Söylemeseydim, ruhunuz bile duymazdı. Doğru söyleyeni 9 köyden kovarlar.”
Düşünüyorum bu iki cümleyi nasıl art arda kurmuş olabilir: İlk cümledeki “söylemek” fiilinden bir deyim geliyor aklına, geldiği için de yazıyor, yoksa yazmasının orada bir anlamı, bir mantığı olduğundan değil.
“Basit bir şakayı bu kadar ancak bir Koç büyütebilir anlamadan dinlemeden.”
Koç! Evet, bravo, her şey açıklandı! Muhalif duruş, sert yazar, ödünsüz karakter… Hiç biri değilsin oğlum Murat, her şey burcundan dolayı, doğdun öyleydin hiçbir şey katamadın üzerine, koç geldin koç gidiyorsun!

KADINI SEVMELİ Mİ?
-Daha önce yazdığın kitapları merak ediyorum onlar da aldatılmışlık, kadınları sevememezlik güvenememezlik üzerine mi?
-Aldatılmışlık, kadınları sevememezlik, güvenememezlik üzerine mi? Bunu nerden çıkardın?
-Hissettim diyelim kadınları sevmiyorsun bu belli ve sebebi olmalı.
-Böyle konuşan bir kadını sevmeli mi!
-Beni sevme sevmen de gerekmiyor ama düşüncelerimi, sohbetimi sevdin.
-Bunu nerden çıkardın peki!!!
-Yine hissettim diyelim.
-Hep böyle hissedersen düşüncelerini nerden bilicem. Demişsin ya düşüncelerini sevmişim...
-İnsan konuşmak istemediği birisiyle kadın erkek fark etmez ASLA KONUŞMAZ.
-Bir insan konuşmak istemediği birini nasıl bilebilir!!!! Hislerle diyeceksin... O yüzden de bu insanlar asla kendilerine göre birini bulamayacaklar... Bu dünyada hisleri gerçekten gelişkin insan sayısı bir elin parmaklarını geçmez... (Benim elim olacak ama.)
-Bu insanlara sen de dahilsin ama unutma.
-Bunu nerden çıkardın!!!

Bir “iyi” okur örneği daha:
Önce şunu yazıyor: “Yazılarınızı okudum. Bir kısmını çooookk beğenirken, bir kısmı ile ilgili de çok ciddi soru işaretleri yaşadım. Terkidi yar ve ding dong yazılarınızdaki kadınlarla ilgili alıp veremedikleriniz beni şaşırttı.”
Sonra şunu: “Tebrik ederim. 20 kadar yazı okudum ve sadece ilk ikisi kafamı karıştırmıştı. Hala da merak içindeyim. Acaba gerçekten kadınlara bakışında böylesi bir çarpıklık var mı diye? Zira, diğer konulardaki yazılarına bayıldım. Ama diğer iki yazıdaki hisler senin hislerinse ne yazarsan yaz yazılarına bayılmam...”
“Kadınlarla ilgili alıp veremedikleriniz” ve “kadınlara bakışında böylesi bir çarpıklık var mı” söyleyişlerinin “kaba” olduğunu söylüyorum. Beğenmediği metinlerde, ona uymayanın ne olduğunu söylemediğini söylüyorum (kadın kızdıracak metinlerimden değil ikisi de): “Sanki senin bir düşüncen var ve o zaten genel doğrudur, herkes de tüm kadınlar da bunu bilir, diye düşünüyorsun, böylece benim bakışımdaki çarpıklık(!), kadınlarla ilgili alıp veremediklerim(!) rahatlıkla görülebilir, diye düşünüyorsun.”
Bunun üzerine şunu diyor: “İyi bir yazar olabilirsin ama okuduklarını anladığın konusunda ciddi şüphe duydum.”
Bu da bir tarz artık: Yazarsın sen bilirsin diyorlar, sonra da hayır o konuda çok yanılıyorsun diye devam edebiliyorlar.
“O konuda” onlardan yüz kez fazla düşündüğümü, on kez fazla yazdığımı söylüyorum…
O zaman da ukala yazar oluyorum!

GÖSTER BAKALIM KRALİÇEM NASIL ÖNÜNDE DİZ ÇÖKECEKMİŞİM SENİN.
-Egoist kadının çocuk doğurmasına karşıyım, benden çocuk doğurmasına tamamen karşıyım.
-Ben de düşüncesiz erkeğin baba olmasına. Biliyorum ki beni nasıl düşünmüyorsa ilerde çocuğunu da düşünmeyecek. Böyle bir erkek tohumlarını asla içime bırakamayacak.
-Karnında çocuk varken ya da daha sonrasında seni aldatana kadar çoğu erkek senin için kendi hislerini yok sayabilir. Kendine güvenen ve çocuğuna da bu güveni verecek bir erkek istiyorsan, o erkek sana kendi duygularından söz edecektir. İleride çocuğunun babası olacak kişinin duygularından.

-BARDAĞIN DOLU TARAFINDAN BAKMAK LAZIM…
-DOLU TARAF HEP ALTTA KALIYOR AMA!
-Düşündüm de sabah akşam düş kırıklıklarıyla beslenen bu kuşağın insanlarından biri olarak, hayata karşı bu kadar acımasız ve umarsız olman sanırım o kadar anlaşılmaz bir şey değil… Böyle düşünmek beni rahatlattı… Tamam tamam hemen oklarını sivriltme, öylesine yazdım.
-“Hayata karşı bu kadar acımasız ve umarsız olman.”!! “Umarsız” çaresiz demek biliyorsun değil mi?
-Hayır böyle bakmamıştım, umarsızlık bana daha çok bencilliği çağrıştırıyor.
-Umursamaz demek istiyorsun.
-Evet ifade etmek istediğim aslında oydu.
-İkisi ayrı kelimeler.
-Meleyerek konuşacağım yazar hiç olmazsa Ahmet Oktay falan olsaydı.
(….)
-Kötüye mi dikkatin çekilir hep?
-İyinin üzerinde durmaya gerek var mı? Olması gereken ya da ümit edilen hep odur. Yolunda gitmeyen şeyler üzerinde durmak gerekmez mi…
-Yolunda gitmeyenin üzerinde benimle duracaksan, iyiyi unutmaman gerekmez mi, yoksa durmazsın.
-Haklısın. Belki de en son yaşanan en çok akılda kalan. Beynin bir oyunu değil mi bu.
-Beyin senin, oyunu sen oyna.
-Belki de yetersiz kaldığım şeyleri bu kadar fütursuzca yüzüme vurmasan seninle daha rahat hissedebilirim kendimi. Belki inceliklere duyduğum gereksinim. Belki de yine beyin.
-Güçsüz yönlerinin görülmesinden korkar mısın?
-Evet.
-Bunu gösterebileceğin birine âşık olursun.
-âşık olur muyum bilmiyorum ama sanırım daha çok güven ve sevgi hissederim.
-Ben de güçsüz yönlerini karşımdakine karşı kullanmayacağımın bilinmesini isterim. Ama bu onları kabul etmem anlamına gelmemeli.
-Bu benim gösterebilme lüksümün içinde barınan bir gereklilik zaten.
-Bu, insanların bana aşk ve nefret duygularını aynı anda hissedebilmelerinin açıklaması.  
-Nefret, barındırmadığım bir duygu. Kinci değilim.
-Neden demin ilk cümlelerinden biri aramızdaki gergin bir sohbeti hatırlatmak oldu o zaman! Pardon yine mi güçsüz noktan üzerine geldim!
-Aslında yeterince açık davranmıyorum.
-Devam et.
-Sende insan olarak hissettiğim kendine dönük bir kararlılığın ve dinginliğin var. Kendi alanında ve dışında sınırlarını bilmiyorum, çok mutlu olduğun, hiçbir sorun barındırıp taşımadığı ya da yaşamadığın… Böyle bir insan var mı gerçekten bilmiyorum. Henüz tanışmadım ama. Bunu gerçekten böyle yaşamış ve felsefe haline getirmiş insanların nedense fazla derine inemeyeceği ya da inmek istemeyeceği gibi bir önyargım var. Hiç acı çekmemiş ya da çekememiş, mutlu olmak ve bunu korumak adına her türlü ayrıntıdan ve söylemden kendini uzak tutmayı ilke edinmiş bir insanın hayatın kıyısında yaşadığını düşünürüm. Orası da gerçekten uzaktır ve seni yüzeyselliği ile oyalar.

Evliliğinin daha ilk ayında boşanıp çocuğunu aldırmasının, eski eşini suçlayabilmek için bir mazeret bile olabileceğini düşündüm, diyorum ilişkimiz bittikten sonra en yakın kadın arkadaşına, bana kızabileceğini, abartıyorsun diyeceğini düşünerek: Haklı olabilirsin diyor.

MAZO GELİN
Bir dost toplantısında, nişanlı bir çiftin gözlerimizin önündeki kavgası: Kadın adamı özellikle sinir ediyor, adam ittiği halde üzerine gidiyor, bunu şakadan yapıyormuş gibi davranıyor, erkeğin gerçekten sinirlendiğini hepimiz fark ediyor, kadına gözlerimiz önünden birkaç tokat attığını ama kadının önce biraz şaşırdıktan sonra adamın üzerine gitmeye devam ettiğini hayretle görüyor, elimizden bir şey gelmediğinden yapay bir şekilde gülüşüyorduk... Evde tokatların daha da sertleştiği bir dolu kavga gerçekleştiğini tahmin etmek zor değildi. Kadın mutluydu ama böyle, adamı seviyordu! Mağduru oynamıyordu sadece, zevkle tutkusunu yaşıyordu... Adamsa cidden sinirlenmişti ve bundan zevk almıyordu. Çünkü o bir sadist değildi... Tokat atan, sinirlenen biri gibi görünmekten de hoşlanmıyordu...

BOŞA ÇAPA
ÇAPASININ PEŞİNDEN GİTMEZ HİÇBİR GEMİ.
-“Bizler umutsuzluğun olduğu yerde, umudumuzu kaybetmeden yürüyenlerdeniz. Her yolda çakıllar, her durduğumuz yerde çakallar olsa ne yazar, ya ölümüne severiz ya da tek kalemde sileriz.”
-Kimin bu?
-Bilmiyorum ama hoşuma gitti, hatta kullanayım.
-Sakın kullanma.
-Neden?
-Kötü çünkü. Edebiyat yapmaya çalışmış ama esas felsefi açıdan çok kötü.
-Sana göre öyle olabilir, ben sevdim.
-Neden kötü bulduğumu sormayacak mısın, sevdiğin bir şeyi? Evet, sevdiğin için sormayacaksın!

“Bizler umutsuzluğun olduğu yerde, umudumuzu kaybetmeden yürüyenlerdeniz.” cümlesiyle… “ya da tek kalemde sileriz.” cümlesini aynı kişi söylüyorsa, onda bir bilinç yarılması durumu muhtemeldir... En iyi olasılıkla, umut kelimesinin anlamını bilmiyordur...

HATAİST
-Akıllı ve güzel bir kadınım. Bu nedenle herkes bende hatalar aradı. Şu anda bana hak veriyor, beni anlıyor gibi duruyorsun ama sen de bende hata arıyorsun.
-Şu an sen bende hata arıyorsun.

ANTİ-PİŞTİ
-Şimdi ve burada en iyisi bence. O zaman ve oradaya çok takılmamak gerek.
-Anı yaşa yani, bu felsefeye karşı bir metin kaleme almaya hazırlanıyorum ben de. Anı yaşa ama şikayet etme olacak mantığı.
-Ben de aynen, benim felsefem şu, yaşam çok kısa, anı yaşa… süpeerrr yaşadığın an sadece bu andır
-Hahah benimki de şöyle: Yaşam kısa anlamlı yaşa.
-Pişti o zaman.
-Hayır canım ya, tam ters şeylerden söz ediyoruz.
-Ben neden aynı şeyi söylüyormuşuz gibi anladım.
-Anı yaşadın çünkü bakmadın ileriye geriye.

ACELE
-Bak, seks konusunda acele etmemeli erkek, diye yazıyor.
-Ben hiç acele etmem ki...
-Ben niye fark etmedim?
-Çünkü acele ettin...

ÖLMEDİ
-Hiç aramıyorsun, ne olup bittiğini de merak etmiyor gibisin.
-Kusura bakma, arayamadım, babam öldü!
-A... Çok üzüldüm... Başın sağ olsun...
-Üzülme, kimse ölmedi, benim de hayatımda bir şeyler olup bitiyor olabilir, bunu fark edebilmen için öyle söyledim!

İKİ KELİMEYİ BİRARAYA GETİREMEYEN KADIN
-Yakışıklı mısınız yoksa ben mi zevksizim demekle sizi yakışıklı bulduğumu, yanılıp yanılmadığımı size sormuştum.
-Yanlış ifade etmişsiniz bu böyle ifade edilmez. Tam tersi bir anlam çıkar.
-Tahmin edebiliyorum, o kadar kelimelerle oynamayı becerebilseydim oğlumun babasını kendimden yaşlı ve çirkin bir bayana kaptırmazdım.
-Kelimelerle oynamakla ilgisi yok. En azından liseye kadar okumadınız mı... Sizden yaşlı ve çirkin kadının fotosunu da görmek istedim. Erkek de öyle düşünüyor mu acaba? Yoksa zevksiz mi?
-Çok mu yakışıklısınız yoksa ben mi zevksizimin anlamını ise on kişiye sorsam verecekleri yanıtın sizi yakışıklı bulduğumu ama size de bunu sorduğum anlamını çıkaracaklarına eminim. Bence kafanız yoğun ve gereksiz alınganlık yaptınız. Erkeğin öyle düşünmesine gelince tüm akrabaları şok yaşadı çünkü ben Amerika’da da ticaret yapıp başarılı olmuş bir insanım, o insan ise iki kelimeyi bir araya getiremeyen fakat erkeklerin nelerden hoşlandığını anlayabilen bir bayan, ben ise o konuda dümdüz giden yalan söyleyemeyen kızdığında vs vs

KELİMELERE TAKILMA MURAT
-Obsesif misiniz…
-Biraz kaba olmadı mı?
-Hayır sordum sadece…

Tamam, kelimelere takılmıyoruz ya, ben de şöyle devam edeyim:

-Hayır sordum sadece…
-Anlıyorum, bilmem belki de obsesifimdir, peki siz biraz aptal olabilir misiniz… Alınmayın, sordum sadece.
-Yoo değilim… Zamanla anlarsınız… Anlayışınız kıt değilse, kıttır demedim, olasılık sadece sözünü ettiğim, alınmayın !

İki taraf da birbirini çarpa çarpa böyle devam eder bu! Bence kelimelere takılalım, çünkü daha üst iletişimlere geçmek için kelimeler bizim zekamızı ve özenimizi gösteren, bunları geliştirmemizi sağlayan oyuncaklardır.

-Merhaba.
-Selam.
-Aklını birisi mi kaçırdı?
(“seni düşünüyorum aklımı kaçırmış olmalısın” yazımı kastediyor)
-Olabilir.
-Buna izin verdin yani.
-Vermese miydim?
-Bu bir tercih meselesi... Eğer tercih ederek yaşadıysan tabii ki… Sen ne tür kitaplar okuyorsun genelde roman mı? veya öykü?
-Hepsi, deneme de var.
-Okurken içine girer misin kurgunun, yazarın seni alıp bir yerlere götürmesine izin verir misin?
-Hayır.
-Hımm, o zaman okurken deneyimin?
-Durdurmasını severim, sürüklemesini değil.
-Durup düşündürtmesini mi yani şok etmesini, farkındalığını yükseltmesini.
-O pek mümkün değil.
-Ama birinin aklını kaçırtması mümkün.
-O da değil, çok güzel bir cümle o, beni tam olarak anlatması şart değil, böyle dolu erkek var sonuçta, yalan değil yani.
-Bence senin kişisel bilgilerinde yazdığın yazı ile uymayan bir yazı o. İnanmıyorsan kendine neden yapıştırıyorsun ki, ikilem var burada bence, neyse canım.
-Yazarın yazdığı kendini anlatmak zorunda değil ki, her yazar hayatını mı yazar.
-İnsan potansiyeli oranında yazar, kendi yaşanmışlığı olmasa bile benzer bir yaşanmışlığın içine girerek işlediği bir konu yazılabilir ancak, diğer türlü sadece içi boş olur ve de etki etmez, iyi bir yazar olamazsın yürekten yazmazsan eğer.
-Tam tersi. Kıskanç olmadan kıskanç bir insanı yürekten anlatmaktır da yazarlık.
-Kendini kandırıyorsun bence, bizlerde her türlü duygular söz konusu tüm insanlar standart bu konuda.
-Yazarlıkla ilgili eksik ya da yanlış şeyler biliyorsun.
-Sadece oranı farklı.
-Ve bir yazarla konuştuğunu unutuyorsun.
-Ben bir yazar olduğunu söyleyenle konuşuyorum... Ama daha ne kadar yazar olduğunu bilmiyorum... Derinliğini de daha görmedim… Seninle konuşmamın arkasında belki bir derinliğin vardır düşüncesi oldu ve de bu derinliğin getirdiği enerjin, bunu anlamaya çalışıyorum, ego savaşı etmeye değil böyle bir derdim yok yani.
-Ama yazdıklarını tekrar okursan bunu beceremediğini görebilirsin... Tabii bunun için iyi bir okur olmak yetmez, kendine de tarafsız bakabilmek gerekir. Birisi yazarım diyorsa ve sana 2 kitap, koca bir blog ve internet yazılarını gösteriyor, haber veriyorsa, onları okumamışsan kabul etmelisin yazar olduğunu... Ancak okuduktan sonra sen değilsin deme hakkın doğar ya da yazar olduğunu söyleyen biriyle konuşuyorum diyebilirsin...
-Benim için önemli olan birinin bir şeyler yazması değildir... Bu seninle alakalı bir olay değil... Kimlik boyutunda algılama lütfen, önemli olan yazdığının bende hissettirdikleridir.
-Ben şimdi kadınlarla ilgili atıp tutsam ve bu seninle alakalı bir olay değil, kimlik boyutunda algılama lütfen desem… Neyse bak bu tartışmalardan en az üç yüz tane yaptım... Yanlış gidiyorsun, dostça uyarmama izin ver...
-Ok. Önemli değil.
-“Önemli olan yazdığının bende hissettirdikleridir…” Bir dolu sıkı yazar bunu umursamaz bile...
-Boş verr…
-Yoksa sen onları okuyup sevmezdin...
-Sanırım kendime tepki gösteriyorum... Hiç tanımadığım bir insan, bu pc ile iletişim kurmaya çalıştığım için, sanki yapacak başka işim yokmuş gibi, sana iyi günler ve bol şanslar dilerim, zamanımı öldürdüğümü düşünüyorum şimdi.
-Bu esas bana rahatsızlık vermiş konuşmadan sonra kusura bakma bile demeden, ben şöyleyim ben böyleyim demenin beni ne kadar ilgilendirdiğini de bilmeden ve suçu kendine değil pc’ye falan atmaktan da çekinmeyen biriyle bir daha konuşmak istemem. Hoşçakal.

EYVAH
(….)
-Eyvah tipik bir yanlış anlama hadisesi... Kötücülükle destekli. Ya da korkuyla... Ya da aşırı gururla... Kadın aklı nasıl böyle aniden değişebiliyor?
-Çok feci yanlış anlarım yanlış anlamak isterim yanlış anladığımı hissettiririm karşımdakini telaşlandırırım
-Bölücü değil birleştirici özelliklerini ne zaman gösterirsin…
-Ben böyle mutluyum ama

BENCİL ÖZÜR
1.      MEKTUP
Şimdi yazsam sana yazmak istediğim aklımda olanları, o derenin üstüne çok sular aktı boş ver eskiyi yok hiçbir şeyin önemi diyebilirsin... Teşvike mi ihtiyacım var ne... Bildiğim sen; ince ve ayrıntılara önem verirdin…
Sendeki duygusallık belki de benim içimde seni unutturmadı. Hep o yüzden suçluluğum geçmedi sana karşı. Sebeplerim çoktu kendimce senden ayrılmak istememde. Ama zalimdim. Seni kötü hissettirdim özür bile dilemedim. Çok klişe gelecek ama sevmeyi gerçekten sevmeyi çok geç öğrendim.
Seninle ayrılma sebeplerime rağmen, bana verdiğin değerin değerini bilmedim. Belki de hak ettiğimden senden sonra; kendini olduğundan çok başka gösteren ve neden böyle bir şeye ihtiyacı olduğunu anlayamayacağım iğrençlikte bir adamla oldum... Kullanılıp hemen arkasından bırakınca, o acıyla (sana büyük haksızlık ederek hatta terbiyesizce) seni aradım.
(Not: Aslında öyle olmamıştı, hâlâ birlikteydiler ve bana şöyle demişti: Hem senle hem onla olayım ve karar vereyim. Daha önce birlikteyken de bir arkadaşım şöyle dediğini aktarmıştı: Benim bir hayatım var, Murat ne ki.)
Murat, beni o yağmurda evime bırakıp tam arabandan çıkmak üzereyken "çık hayatımdan!" dediğinde çok sinirlenmiştim. Tabii haklı olduğunu sonra anladım.
Keşke affını dileseydim.  Tekrar benimle olman ya da hayatına girmem için değil sadece beni affetmen için.
Affedersin...
(Muhtemelen artık umurunda değil, fakat yine de sormaya ihtiyacım var, kendim için.)

2.      MEKTUP
Ben senin hislerini o zamanlar hiç hissetmemiştim. Belki gençtim belki İstanbul’un keşmekeşi, belki benim için her şeyden önemli sorunlarımı halletmek yaşamımın önüne geçmişti.
Etilerdeki çalıştığım zemin kat ofisindeyiz. Patronumum aylardır dolapta sakladığı rakıdan çalıyoruz. Sonra o korkunç rahatsız koltuğun minderlerini yere koyup geceyi sadece konuşarak  adam gibi sevişmeden öpüşerek geçiriyoruz. Bir ara senin beni kucağında kaldırdığını öyle net hatırlıyorum ki. Ah ne mutluydum o gece. Evimdeki kötü üvey anneme, yaşamımdaki bütün zorluklara rağmen.
Maalesef dünya tatlısı bir insan olmana rağmen sorumluluk duygun yoktu. Benim ne durumda olduğumu bırak anlamak göremedin. Seninle beraberken ablamın yanında sığıntı gibi kalırken seninle ev tutup yaşayabilirdik. İkimizin de işi vardı. Bir kez bile sormadın bunu bana. Ayrılmak istediğimi söylediğimde senin isteksizliğin açıktı ama benimle beraberliği sürdürmek için ufak bir gayret sarf etmedin. Ortaköy ve o sosyal çevre bana hissettiğin sevginden daha önemliydi.
Kesinlikle yargılamıyorum senin hayatın senin hayatın.
Mutlu muyum? Bazen... Kocam İstanbul’a gelmek istemiyor, iş bulmak zor olacağından, ama ben buradan sıkıldım, onu çok sevmeme rağmen buranın nemine dayanamıyorum, hasta oldum, üşüyorum, dönüp yerleşeceğim, ama İstanbul olmaz güneyde bir kasaba.
Sen özeldin. Beni güldürüp mutlu ederdin. Bana en ufak kötülüğün olmadı. Olduysa da -benimleyken başka kadınlar olduysa da- bunu hissettirmeden yapıp beni üzüp kötü hissettirmedin. Terk ettiğim tek kişi tabi ki değilsin. Ama içimde seninle abuk kıstaslar yüzünden yaşamadıklarım için pişmanlık duyduğum tek kişisin. Her negatifliğinle, megalomanlığına, ayaklarının yere basamamasına, ütopyalarınla, bencilliğinle beraber iyi bir insansın. O yüzden senden özür dilemek istemiştim. Çünkü bin sene önce de olsa acı çektirmiştim.

3.      MEKTUP
Seni sinirlendirdiğim için sorry. Gece hiç uyuyamadım. Eğer tarzım gereğinden fazla absürd kırıcılıktaydıysa sorry.
Ben kendi hatalarımı kabul ediyorum. Çok hata yaptığımı pişman olduğumu yazmışım. Ama belki de sen çok daha haklısın. Sevgiye tam değer vermiyorken seninle beraber olsaydım o zaman sana daha büyük haksızlık olurdu.
Ama ben yine de seninle daha fazla zaman geçirip beraber olmak isteyecek kadar sevdiğimi düşünüyordum...
Üzgünüm ki bana hala kızgınsın. Negatif bir insan demedim senin için negatif yanların demek istedim. Hepimiz insanız kimse mükemmel değil.

4.      MEKTUP
Of murat cidden seni incitmek değildi sana o sıfatları söylememin nedeni. Ben zaten bildiğini düşünmüştüm.
Sana bunlara benzer şeyleri daha başka birçok kadın da söylemiştir değil mi... Benim söylediklerime benzer sıfatları daha önce de duyduğundan zaten kendini biraz biliyorsundur sanmıştım. İnsanları çileden çıkartıp sonra garip suçluluk hissettirerek sana özür dilerim diye dönmeleri hep senin insanlarla ilişkilerin yüzünden.
Açıkçası sadece özrümü diler belki söyleyemediklerimi söylerdim, nasıl olduysa mektup suçlar tarza dönüştü. Zaten herkes bana böyle dönüyor şeklindeki yazın, senin insanlarda yaptığın kötü etkinin sonucuymuş ben de demek ki böyle hissetmişim diye düşündürdü.
Bana cevap mektubunla hep kendini, kendi haklılığını, uzuuun uuzzuzuuun anlatan seni, benmerkezciliğini hatırlayarak söyledim söylediklerimi. Hayatta tek katlanamadığım kendisini öven insanlardır. Kocamı bu kadar sevmemin sebebi çok başarılı, kültürlü ve hoş bir insan olmasına rağmen bir kere bile kendini övdüğünü duymadım. Alçakgönüllülük yüceltir insanı... Keşke sen de biraz edinebilseymişsin.
Gece uyuyamamamın sebebi dün arkadaşımla bütün gün durmadan fazla yemekler yiyip hazım zorluğu çekmiştim. Asla vicdan hesabından filan değil. Ama kocam öğlen geldi ve sevişip güzel güzel uyuduk simdi kalktım kus gibiyim.
Bana hala kırgınsın demek ki dememin sebebi (müthiş akıllı yazar olmana rağmen) yok canım affettim tabii seni deme nezaketini gösteremediğindendi. O sıfatların seni böyle deliye çevireceğini (senin deyiminle nemli beynim tahmin etmedi)…
Asla da dost olabiliriz filan diye düşünmemiştim geçinme problemimiz varmıştı hep seninle… İstanbul’a eşimle geliyorum bu sene. Çok vaktim olmuyor akrabaları görmekten, seninle görüşmek için böyle bir kontağa gerçekten geçmedim.
Üzgünüm aramızdaki yine kırgınlıkla bittiği için… Bu görüşmeler maalesef amacımın tam tersi senin beni affetmenle değil, senin, kaba tepkinle nasıl biri olduğunu tekrar hatırlayıp senin asla beraberliğimin olamamasını kanıtladı. Keşke o zamanlar akıl edip konuşsaymışım seninle bunca zamanlar sonrasında böyle şeyler olmasına gerek kalmasaydı…
Bu mektubumu cevaplamasan daha iyi olur. Yeterince gereksiz zaman harcadık zaten…

YUMRUK KAPIYA DAYANDI
TAVUK ÇIKARACAK ŞAPKADAN.
Bir de gazete yazarı, hatta edebiyatçı kadınlara bakalım, değişen bir şey var mı...

KADINLAR ANNA KARENİNA’YI NEDEN SEVER!
Hemen söyleyeyim, eksik ve yanlış okuduklarından…
Çoğu yazar ve eleştirmen gibi…
“Erkekler Anna Karenina’yı neden sever?” adlı bir yazıya (kadın yazı) karşılık yazıldı bu yazı… Birkaç alıntı belli edecektir eksik ve yanlış okumayı, taraflı kadın bakışını:
“En başta, gerçek hayattaki karşılıkları hangisi olursa olsun, hiçbiri kendini Anna’nın kocası Karenin’in yerine koymadığı, her biri Kont Vronsky olduğunu hayal ettiği için...”
Sanki kadınlar aynısını yapmıyor bir romanda ya da filmde… İşte Issız Adam adlı Türk filmi. Her kadın kendisini sapık bir hayatı olan ve bağlanmayan Issız Adam’ın terk ettiği Ada yerine koydu, Kimse Issız Adam’ın annesinin yerine koymadı kendini:
-Çok zor be anne, çok zor
-Ne zor be oğlum?
-Çok zor anne, çok zor.
Anna Karenina’yı başka neden severlermiş:
“İkincisi, sevmekten ziyade sevilmeye olan ilgileriyle bağlantılı bana kalırsa.”
Bunu diyerek erkeklere roman üzerinden taş atılacaksa, ancak benzer karakterdeki Kiti yok sayılarak başarılabilir bu. Kiti kendine âşık bir adamla, evlenmek için evlenen bir kadındır.
“Erkekler, ne kadar çok kadın tarafından, ne kadar sevildikleriyle alakadarlar daha fazla.”
Bunu diyebilmek için, Anna’nın flörtçülüğünü görmezden gelmek gerekir. Yakın arkadaşı Kiti’nin evlendiği Levin’i bile ayak üstü tavlamaya çalışan fettan bir kadındır Anna.
(Nobakov, Anna’nın aşkının cinsel bir aşk olduğunu, Tolstoy’un cinsel aşkın yürümeyeceğini anlatmak istediğini boşuna yazmamıştır.)
“Erkeklerin Anna Karenina’yı sevmesinin bir diğer nedeni, onun cesaretine hayranlıkları.”
Bunu diyebilmek için Levin’in anaç, yapıcı, bilge cesaretini görememiş olmak gerekir.
“Son sebep, Anna Karenina’yı çok iyi tanımaları. Hayatlarına girmiş hiçbir kadını böyle yakından ve derinden tanımaları mümkün değil sanıyorum. (…) Bu da Tolstoy’un başarısı.”
Bunu da diyebilmek için, Anna Karenina’yı, doğru okuyamadıkları her erkek gibi okumaları yeterlidir kadınların…
Zaten öyle yapıyorlar.
“Koca” yazar değildir Anna Karenina’da Tolstoy, karısıdır o yazarın, kadın yazardır, kadıncı bir yazar.
Anaçlık ise çok daha üstün bir durum; kadıncı yazar ve kitaplarda bulunmadığı gibi (bence bu aptal sarışın edebiyatıdır), kadıncı kadınlarda da olmuyor (bu da harika kötü bir romandır).

KADIN ALDATMASI MANİFESTOSU
            Bir kadın köşe yazarından:
            “It’s Complicated filminde Meryl Streep’în canlandırdığı Jane karakteri ilham etmişti bana, kadınların ilişkilerinde nasıl daha mutlu olabilecekleri üzerine farklı teoriler geliştirme oyunu oynamayı.
            Filmde, Jane’in keyfinin en yerinde olduğu vakitler, iki erkek arasında henüz bir karar veremediği, kesin bir tercih yapamadığı dönem.
Yani hiç birine tam anlamıyla bağlanmadığı zaman dilimi.
Demek ki her zaman buna dikkat edeceksin. İlişkilerini, çok bağlanmadan yaşayacaksın, her an bir başkasını seçmeye hazır gibi.
Sadakatin kendi duygularına olacak, (…)”

Yıllarca erkeklerin kadınlar arasında karar vermeden (ve keyifleri yerinde), bağlanmadan, hep başkasını seçmeye hazır, yani sadece kendi duygularına sadık yaşayışlarını anlamaya çalışmadan hep sadakatsizlikle suçlayan kadınlar şimdi şimdi düşünmeye başlıyorlar kendine sadakat kavramını; ama onu da yine erkeklerin değil kadının kendine sadakati olarak! 
Acaba erkekleri bugüne kadar yanlış, fazla ya da gereksiz suçlamış olabilir miyiz muhasebesi yok!
Kadın yazardan devam: “Yılların ‘susuzluğu’, adeta genlerine işlemiş o yoksunluk, birdenbire maruz kaldıkları bolluk karşısında erkeklerde bir tür “davranış bozukluğu” olarak gösterdi kendini.”
Gülüyorum…
Bu yakıştırmalara gerçekten de gülüyorum… Çünkü cümlenin doğrusu rahatlıkla şu da olabilir, ve günümüzü daha iyi açıklar: “Yılların ‘susuzluğu’, adeta genlerine işlemiş o yoksunluk, birdenbire maruz kaldıkları bolluk karşısında KADINLARDA bir tür “davranış bozukluğu” olarak gösterdi kendini.
“Hiçbir şey eskisi gibi kalmayacak fakat mutlaka yeni değerler, yeni bir ahlak anlayışı alacak yerini. Böylesi daha hayırlı olacak belki de; ikiyüzlü kurallar kalkacak.”
Önce bir kadın ikiyüzlülüğü döneminden geçeceğiz, görüldüğü gibi geçiyoruz…
“Gelecekte, hâlâ sadakati öğrenememişse erkekler, sanıyorum kadınlar da mutsuz olmamak için farklı arayışlara girecekler.”
Gülüyorum!
Erkeklerde sadakatsizlik denen o “şey” kadınlarda olunca adı, “farklı arayışlar”… Ve kadınların haklı nedeni de var, “mutsuz olmamak için”!
“O durumda her kadın, yaşamında ihtiyaç duyduğu iki veya üç tip erkeğe yer verecek. Kendilerini seven, güvenilir, sadık, kafaca anlaştıkları, coşkuyu yaşadıkları...”
Nasıl bir kadın aldatması manifestosu cümlesi di mi…
Erkeklerin hakkı olmayan şeyler, kadınlar yapınca nasıl bir hak olarak sunulabiliyor!
Hem de artık erkekler aldatmıyor dikkat ettiyseniz, sadıklar!!!
Yani yıllardır şikayet ettikleri şeyi ortadan kaldırmaktan değil, erkeklerin yerine kendileri o şikayet ettikleri şeyin coşkusunu yaşamaktan söz ediyorlar…
Gülüyorum…
Tersine dünya diye bir film vardı, erkekler kadın kadınlar erkek mekanlarında, yer değiştiriyorlardı bir çeşit. Çok güzel diye düşünmüş, nasıl bir dünya kurmuş bakalım diye merak etmiş, ama biraz bakınca seyretmemiştim; bir dünya kurulmamıştı, sadece espri yapıyordu film: Küfreden, orasını kaşıyan, yere tüküren vs bir erkek yerine hoş bir bayanı o halde görmek komikti sadece…
Şu ise çok zekice komik: Dikkat edin de tahtıma ben ordayken oturmayın, demişti bir gösterisinde Cem Yılmaz; yerine geçmek isteyen acemiler için.
“Kadınlar için önemli olan yalnızca tensellik, sayı ve çeşitlilik olmadığından, bu kaliteleri taşıyan partnerlerle ve fakat birini diğerinden saklamadan bağlantılarını sürdürecekler.”
Birini diğerinden saklamadan…
Yazar hanımefendinin ne önerdiğinin farkında olduğunu sanmıyorum!
Gülüyorum…
Kadınlar yaparsa daha ahlaklı yaparlar demeye getiriyor sayın yazar…

Hadi yapın bakalım, ahlaklı yapabiliyor musunuz!
Yapamazsanız:
Bence kadınlar erkek aldatmasına, onu kendileri deneyimledikten sonra, bir daha bakmalılar. Uzaktan bakamadılar, anlayamadılar bunca yıl. Bunu bir hastalık gibi görürsen ilacını bulmaya çalışırsın; bunu erkelerin doğal hali diye düşünürsen suçlamazsın, bir ırkı doğallığından dolayı suçlayamazsın. Şu anki durum olabilecek en kötü durum bence: Siz yaparsanız biz de yaparız!!! Uyuşturucu baronlarını yakalamak için çeteye sızıp uyuşturucu bağımlısı olan bir polisin hikayesi gibi (RUSH idi sanırım filmin adı.) Bu kötü dönemin sonunda akıl sağlığını koruyabilmiş kadın kalırsa, erkeklerden sıkı bir özür dilemelerini bekliyorum.
Kadınların erkeklerden özrü.
Ve kadınların hemcinslerinden özrü: Cinsel özgürlüğü savunan, yani aldatma diye bir şeye inanmayan kadınları hariç tutacağız tabi ki, ama günümüzde erkekler yaptığı için biz de yaparız diyen (postmodern mi demeli) kadınlar, erkekler için hemcinslerinin yıllardır yaptıkları eleştiriye ihanetten fazlasını yapmıyor.

BENCE FEMİNİST MANİFESTO
Feminist Manifesto adlı bir kadın köşe yazarı yazısından bölümler:
“On sekiz yirmi yaşlarındaydım. Bir gece bir pubta, iki kadının birbirlerine fevkalade galiz küfürler savurarak kavga ettiklerine şahit oldum. Ayırmasalardı, aralarındaki küfürleşmenin vurdulu kırdılı bir dövüşe dönüşeceğine şüphe yoktu.
Daha önce kadınların hiç bu derece ‘erkekvari’ sövgüler ve vücut dili kullanarak dalaştıklarını görmediğim için tuhaf gelmişti bana.”
“Kadınlar sanat, siyaset ve ticaret alanlarında, akademik dünyada, medya sektöründe daha etkin rollerde var olmak isteyince benzediler erkeklere...” 
“Sanmıştık ki kadınlar ‘erkeklere ait’ ortamlara girince, onlar da daha nazik, daha kontrollü, daha anlayışlı olmaya dikkat edecekler, en azından öyle görünmeye özen gösterecekler.”
“Ortaya çıkan sonuç, beklenenden farklı oldu. Kadınlar erkekleri ‘dönüştüremedi’ ama galiba kendileri değişti.”
“Maçları stadyumda izleyen kadınlar çoğalırsa, erkeklerin daha az küfredeceği öngörülüyordu, tribünlerdeki kadınların ağzı bozuldu.”
“Kadınlar içkili mekânlara gittikçe, erkeklerin aşırı içip sarhoş olmamaya itina edeceği varsayılıyordu, kadınlar ölçüyü şaşmaya, alkol duvarını aşmaya başladı.”
“Yönetim kademelerindeki erkeklerin, kadın meslektaşlarından, ılımlı, sakin ve olgun olmayı öğrenecekleri tahmin ediliyordu, kadınlar öfkeyi, acımasızlığı ve yırtıcılığı öğrendi.”
Ve şöyle bağlıyor:
“O zaman, insan davranışlarını belirleyen ve yönlendiren asıl saikin kadın veya erkek olmak değil, içinde bulunulan ortam ile şartlar olduğunu düşünmüştüm.

Sonuç?
Bu kadar. Başka bir çıkarım yok… Ben size yapayım çıkarımı. Bunu bir kadından bekleyemeyiz “modern” çağda.
Bence feminist bir manifesto yazılacaksa şöyle bir yaklaşım gerekiyor:
“Sadece kendimiz de aynılarını çektiğimizde erkeklerin yüzlerce yıldır ne çektiklerini anladık!
Tüm bunlardan sonra hani o doğuştan getirdiğimize inanılan empati yeteneğimizi, o kadar da geliştirememiş olduğumuzu düşünmeye başlamalıyız…
Biz kadınlar, yakın bir gelecekte bu erkeksileştiren dünyayı gerçek kadınsı özelliklerimizle dönüştürmeyi öğrenmeli ve erkeklere de bunu öğretmeliyiz...
Çünkü kadınlar gibi olmamakla suçladığımız erkek milletinin yurdunda biz kadın olarak erkeksileşmekten kurtulamazsak, hiçbir erkeği erkeksi olmakla suçlamaya da hakkımız olmayacak.
(Bu dünyada kendimizi kaybetmekten bahsetmeyelim bile, erkekler bu dünyada kendileri olamıyorlar bile!)
“Bizim kalemimiz çift cinsiyetli olmalı.” demişti bir ünlü kadın yazar… Sadece kadın bir yazar olmak istememiş; erkekleri de anlayan-anlatan bir yazar olmak istemiş; biz neden sadece kadını hisseden bir kadın-insan olmak istiyoruz? (Bu, erkeksi bir bakış.)
Neden sadece feministiz? (Bu, erkeksi bir duruş.)”

KRALİÇE ÇIPLAK
“Kraliçeler, kraliçeler. Diğer kadınlar gibi soyun onları da. Kraliçe falan kalmaz ortada.” (Kleopatra’dan.)

Üzerindekileri yırtarcasına çıkartarak soydular onu. Kraliçeliğinin palavra olduğunu göstermek için… Onu çıplak gören ilk şövalye gözlerini iri iri açarak “Kraliçem” diye haykırıp korkuyla yere attı kendini. İkincisi kraliçelere layık şeyi yaptı, ayaklarına kapandı… Ancak üçüncüsü akıl edebildi, pelerinini çıplak vücuduna sarıp kraliçeliğini gizlemeyi…

İNTİHAR EDELİM
-Benim peşimden koşmayacak gibisin.
-Peşinden koşan erkek bulursun.
-Sana adayacağım kendimi.
Bodrum’dan geleceği hafta sonu, ne bir telefon ne bir mesaj. Aylar sonra mesaj atıyor. Başka bir adama gelmiş.
-Seni tanıyor. Kısa boylu ve şişman olduğunu söyledi.
-Eee.
-Olmadı. Birkaç kez görüşüp ayrıldık.
(…)
-Bu kez sana adayacağım kendimi.
4 kadınla birlikte olduğumu yazıyorum. Temel özelliklerini sayıyorum, dördüncüsü olarak onu yazıyorum.
-İnanayım mı?
-Bilirsin.
-Bu pek adil değil ama bunu kaldırabilirim. Benim istediğim seni sevmek, ve bunun da “sadece ben” diye bir karşılığı olması gerekmiyor. Senin neye ihtiyacın olduğunu biliyorum.
-Neye ihtiyacım varmış?
-Tutkularını tek bir adama yönlendirmiş bir kadına.
-Zaten hep böyleydi kadınlarım. Oysa şu anda bir kadınla ilgili hayal kurmayı yitirmek üzereyim.
Bir gece arıyor, açmıyorum. Bir kadınlayım.
-Zamansızdı, iyi geceler.
(…)
-Bu, uyuyorsun anlamına geliyor ama ben yalnız değilsin anlamı çıkarmak istiyorum.
-Yalnız değilim.
-Umurumda değil.
(…)
-Nasıl intikam almak? Can yakmak huzur verici değil mi…
-Sen hangi aldatmanın günahını çıkartıyorsun bana böyle sözler vererek? Sağlam laflar ediyorsun, sonradan suratına vurmak gerekirse, sert olacaktır.
-Korkmuyorum ki…
-İntihara geliyor gibisin. Öyleyim. Dediklerinin birazı doğruysa sana adanırım, yazar olmak benim ilk amacım değil.
-Neden beraber intihar etmiyoruz, sen de her şeyi göze al.
-Yukarı atlayacaksak gelirim.
-En yukarıya sevgilim, kimsenin ulaşamayacağı kadar yukarıya.
Arıyor, cevap vermiyorum.
Mesaj:
-Canın cehenneme aşkım.
Sevgilim yatakta. Ben salondan bira içerken ona güzel müzikler dinletiyorum, arada yatağa gidip sıcak bedenini kucaklıyorum, öpüyor, yalıyor, okşuyorum. Her seferinde yarı uyanık oluyor, son gittiğimde artık uyumuş oluyor.
Benden mesaj:
-Şimdi ben sıcak bir bedenin yanına gidip sonra da uyuyorum. İyi geceler.
-Şimdi ben de sımsıcak bir beden bulabilirim. Ama hiçbirinin şansı yok.
Sonra:
-Senden nefret ediyorum.
Sonra:
-Seni bu gece yanındakinden daha çok tahrik ettim.
Sabah:
-Dün çok garip şeyler hissettirdin bana. Kızgınlık, kıskaçlık ama bunlardan zevk aldım. Neden böyle bir şey yapıyorsun, alternatiflerinin çok olması seni daha değerli mi yapıyor. Peki sonra ne olacak, aralarından esas kızı mı seçeceksin?

Başka bir gün:
-Bir adam bu kadar uzaktayken bile canımı acıtabiliyorsa ben onun için her şeyi yaparım.
-Ben acıtmıyorumdur belki de, sen acıyorsundur.

Sonunda geliyor bir cuma günü. Bir buçuk gün geçiriyoruz.
Üzerinde gidip gelirken fotoğraflarını çekiyorum hayal meyal çıkıyorlar.
Pazar öğlen ayrılıyor benden. Otobüsü akşam.
-Akrabaları göreyim, diyor.
-Bir daha görüşmeyeceğiz di mi, diyorum.
-Yok canım, diyor.
Birkaç mesajlaştıktan sonra görüşmüyoruz.
İsteksiz bir davet geliyor Bodrum’a, istekliyim ve reddediyorum.

Başka bir kadın için yazmıştım şunu; ama fark etmez:
Beni baskın, yeterince erkeksi, aslında maço bulmadığını hissediyorum. Hemen ve parlak bir şekilde gözükmeyebilen hakimiyetimi fark edemeyecek kadar geçmişindeki otoriter bir adamın etkisi altında hâlâ. Gerçek ve gerekli bir otoriteyle sahte ve değersizini ayrıştıracak hayatı tanımıyor kendine; sezip geçiyor.

ZEYTİNYAĞI
Zeytinyağı gibi üste çıkıyor bendeki baskınlık, hakimiyet. Ama gerçek bir zeytinyağı gibi. Sakin, sessiz ve kendiliğinden. Nasıl şu anki kullanımını edindiyse bu deyim, mantığında bir tutmazlık var: Bu deyimle çünkü, üste çıkmak için bir şeyler yapan, en azından laflarını kullanan insanları dile getiriyoruz, üste çıkmaya “çalışan” insanları dile getiriyoruz. Ama zeytinyağı üste çıkmaya çalışmaz, tamamen kendiliğinden, yükselir. Zeytinyağı, hafifliğinin hakimiyetinden yükselir; oysa bazı insanların ağırlıklarını harbilik, hakimiyet ve güç olarak algıladığımız halde bir süre sonra anlarız ki yaşamsal bir hantallıktır aslında, evet baskınlıktır ama başkasının üstüne baskınlıktır... Belli güçsüzlükleri telafi için baskın ve güçlü gözüken insanların bu güçsüzlükleri ancak dikkat ettiğimizde ortaya çıkar… O adamı güçlü yapan ne? İçindeki bir tutku mu, yoksa aşağılık kompleksi mi? Tabii her zaafın bir alıcısı bulunduğu gibi, insanı hatalarıyla sevmenin aşırı ucunda, özellikle hataları yüzünden insanı sevmek gibi tuhaf bir ruh hali de yaygın. Zaaf sever...

BİR NESİLDE İKİ KEZ YIKANILMAZ
Ben zaten kadınlardan hiçbirinin bana yetemeyeceğini fark edecektim, ediyordum, etmiştim; onları ikincil görüp yoluma gidecekken tam da yolumun ortasına dikilmiş buluyorum onları; ara sıra uğrayacakken onlara, yolda rastladığı bir hana uğrayan bir şövalye gibi, kafasında ideal kadının hayali; şimdi şarampole yuvarlanmış, yolu bile takip edemeyecek bir halde buluyorum kendimi; yolu, yazıyı… Büyüm işlemiyor artık onlara, henüz benden etkilenmiyor değiller ama peşimden koşmuyorlar artık; bir süre sonra etkilenmemeye de başlayacaklar belki...

Bir kadın sana âşık olurum muhtemelen ama Amerika’ya gidiyorum! diyor. Neden? diyorum, zengin bir adam çağırıyormuş. 15 gün sonra dönüyor, mantıkla da olmuyormuş.
Bir dönem parasızlığı da iktidarsızlık olarak yaşıyorum.

BEYAN
-Parasız olmuyor.
-parayla ne yaptığını sorsam iflas edersin…
 “Hali vakti yerinde” lafının kullanılışına da bir lafım var. Benim halim de vaktim de yerindeydi, istediğimi istediğim kadar yapacak vaktim, inancım, cesaretim ve huzurum vardı, hali vakti yerinde diyerek paralı oldukları söylenenlerde olmayan bir özellik... İyi para kazandım, maaşımı, lüks bir hayatı bir kenara bırakıp yazmaya kapandım... İş görüşmelerinde çok para istiyordum, çünkü çalışmak istemiyordum... Beş yıl sonra, belki gelecek yıl, kitaplarım çok satacak ve kazanacağım ama hayallerimden kazanacağım, vaktimi satarak değil, diye düşünüyordum... Para, gezmeler, tatiller sevgililerime verdiğimin yanında bana verdikleri çok önemsiz şeylerdi... Hiçbiri sorun etmedi, az para kazananları bile... Her hangi biriyle, beni kraliçeler gibi gezdirecek biriyle değil senle tatile gitmek istiyorum, dediler mesela... Murat’ın bana kattıklarının yanında benim deniz manzaralı güzel evim yetmez, bir saray yavrusunda konuk etmeliyim onu, dediler; onu Kaş’a tatile götürmem yetmez, dünya seyahatine falan çıkarmalıyım dediler... Ve buna benzer şeyler... Gurur vericiydi benim gibi bir erkek için. Cüzdanıyla gururlanan, ya da kadına kol kanat germekle övünen hemcinslerimi düşünüyorum da…
Böylece insanlar bana baka baka ben yıllarca daha çalışmayabilirdim... E, ben de böyle yaparım o zaman diye kızacaklar şimdi, çalışmadan yaşarım. Egoistler, görüyorsunuz! Bana bakmayı değil de benim onlara bakmamı isteyecekler. Bana bakacakları varsa da bakmayacaklar. Halbuki ben sana baksam sen ne yapacaksın, Akmerkez’de alışveriş mi yapacaksın, her hafta sonu Bodrum’a tatile mi gideceksin! Bir “şey” yapacak mısın? Bir ŞEY...

AYRICALIK
Az parayla yaşayabilmemin gücü, tamam, arkadaşlarımın, sevgililerimin ya da annemin bana para verecek kadar değer vermeleri, tamam, ama buradaki esas konu, birisinden para almanın hazzı... Bu hazzı bilir misiniz... Annem elime bir on milyoncuk sıkıştırdığında; yüklüce hesap sevgilimin kredi kartıyla çabucak halledildiğinde, bahşiş de hemen hazırsa; sabah uyandığımda dostumun cüzdanımın üzerine bir yirmi binlik bıraktığını gördüğümde, parayı yüzüme sürerek cebime attığımda ya da koynuma sokar gibi yaptığımda; hesabıma para yatırıldığında zengin bir ilişkiye girmiş eski sevgilim tarafından (bu olmadı); ya da on tane CD alıp hiç para ödemediğimde; kurye bozuk televizyonumun yerine yeni bir televizyon getirdiğinde (bu da olmadı); cep telefonum yenisiyle değiştirildiğinde (bu yarı yarıya oldu: bozuk çıktığı için tamire verdi, o sırada ayrıldık, nerede benim telefonum diye aradığımda, senin olduğunu nerden çıkardık dedi); doğum günlerini bile hatırlamadığım arkadaşlarım beni bir yemeğe davet edip etrafımı doğum günü hediyeleriyle donattıklarında; “arabayı al, gezersin gün içinde” dendiğinde (“senin işin çıkarsa ya” demiştim, “taksiyle giderim ben” demişti); üstüme başıma pahalı giysiler alındığında; hep gittiğim tatil yerlerinde pansiyon yerine bu kez tarihi lüks otellerde gecelenip, pahalı meyhanelerde karın doyurulduğunda; cebimizdekilerin kaç biraya yeteceğini düşündüğümüz, olmazsa daha uzun sürer diyerek şaraba yöneldiğimiz deniz kenarı banklarının yanından son model otomobillerle geçildiğinde bir çocuk gibi seviniyordum... Sabah felsefenin en insani, en mutlak ve en hayati olanını üretmeye çalışır, bu arada filozofları ve yazarları fırçalarken, akşam hesabın üstünü göstere göstere ve karşımdakinin gülüşünü yakalayarak cebime atıyordum... Öf ben bunla bir hafta idare ederim, diyordum, yalan değildi... İçimde en ufak bir küçülmüşlük duygusu uyanmıyordu.
İşini kaybetmiş ve bulamamış bir bayan arkadaşım, benim başkalarından para almamı şiddetle eleştirirken, yavaş yavaş şu aşamalardan geçmişti; rezilliğe, hayasızlığa, gurursuzluğa mı ilerliyordu sizce: Önce: “Annemden aldığım parayı ödeyeceğim.” Sonra: “Arkadaşımdan aldığımı ödeyeceğim de herhalde annemden aldığımı ödemeyeceğim.” Daha sonra: “Tabii ki annemden aldığımı ödemeyeceğim...”
Bu kadın mı, yoksa meyhanede, espri yaparmış gibi ama aslında ciddi “erkeği varken kadın para öder mi!” diyen garson mu daha rezildi...
Zaten daha önceleri çok para kazanırken de para biriktirmek benim için hayattaki birçok şey gibi bir oyundu... Sonra oyun bitti, artık hayatın gerçeklerine dönmek gerekiyordu: Yazmak için işimden arkadaşlarımdan ayrıldım, maaşıma veda ettim... Siz para kazanmanın ve buna devam etmenin hayatın gerçeği olduğunu, yazma denen çocukça oyuna katılmamam gerektiğini söylerdiniz... Devam ediniz! Taksitlere giriniz, en az bir kredi kartınız olsun. Fiyatı indi diye ihtiyacınız olmayan şeyleri alınız, ihtiyacınız olmayan özellikteki cep telefonlarına para yatırınız. Sırf bekleme yapmayınız, devam ediniz...

“Erkek adam nasıl hâlâ ana parasıyla geçinir!” cümlesi de benim karşı cevaplarımla değil de “hiç de umurumda değil” deyişimle bir daha asla söylenemiyordu, bu konuda üzerime gelinemiyordu. Biraz üzerime gelmek isteyen çıkarsa:
-Bak seninle yeni tanıştık, ama şimdi çıkarıp bir milyar versen bana, al köpek, falan demesen de tabii, bence senin yazman lazım, desen, bana para verdiğin için seni takdir ederim.
Bu lafları aynen söylemiştim birkaç kişiye... Bu adam mesela eğlence programı yapmak ya da 6 ay her yerde çalınıp bitimindeki ilk gün unutulacak bir pop kaset için birisinden sponsorluk adı altında para alıyor olabilirdi...
En güzel cümlem ise şuydu: “Bir patrondan, vaktimi, en değerli şeyimi satarak maaş adı altında para almamı mı tercih ederdin?”

Para kazanmak için işe giriyordum çünkü vakit satın alıyordum parayla, ama bir kadının aşkı için paraya ihtiyacım olmasına alışamadım. Çocukluğumdan beri böyleydim, üniversitedeyken buluşacağım kıza arabayla geldiğimi belli etmez, dolmuşa falan bindirirdim…
Güzelim bir vücuda sahip olmak için aklına girmenin gerekmesi saçma gelirdi hep ama işte para bu işe yarayabilir, diye düşünmüştüm o dönem; aklına girmeden vücuduna girmek... Sahte! mi diyeceksiniz; evet, o yüzden parayla alıyoruz ya; para sahte değil midir? Para sahtedir.
Parayı aldınız ve kenarını mum alevinde yaktınız... Al dediniz karşınızdakine, bunu birine kakalayabilirsin, bu parayı geçerli halinde birisine verdiğinde yaptığın da farklı değil zaten...

Muratçıl bana devamlı sorardı, beni neden sevmiyorsun diye. O kadar açıktı ki neden sevmediğim. Halbuki ben Kirpiğime sorsam aynı soruyu açıklayamazdı.
-Neden beni sevmiyorsun?
-Çünkü paran yok!

Dostun biri şöyle diyor: “Zengin olsam sana destek olurdum. Ama bu gözümdeki değerini düşürürdü.”
Çok zeki, üstelik elinde bir mesleği olan birinin “başkasına bağımlı yaşamasını” düşünemiyormuş.
Yazar-düşünür olarak değerimi görmüyor da aile babası olarak değerimi söylüyor... İskele babası gibi... Kadanaların bağlanacağı...
Akıllı-güzel yazılmış kitapları okumayı ister; çok satarları, yazarkasaları değersiz, basit bulur; “Benim en az bir yıl uğraştığım bir kitabın bir günde tüketilebilmesine katlanamam. Ticari deyişiyle söylersem, hiç “rantıbıl” değil!” deyişimi zekice bir espri olarak niteler. Ama iyi bir kitabın yazarına kitabın etiket fiyatından daha fazlasını borçlu olduğunun farkına varmaz.

YARIM AKIL
Dostları Robert Musil’in Niteliksiz Adam’a ilişkin çalışmalarını sürdürmesini güvence altına alabilmek için her ay belli bir katkı payı ödeme yükümlülüğünün altına girdikleri bir Musil Derneği kurmuşlar. Musil bu kişilerin listesini biliyormuş ve katkılarını düzenli ödeyip ödemedikleri konusunda da rapor alıyormuş.
Bunu aktaran Elias Canneti “Bu derneğin varlığı nedeniyle utanmış olabileceğini sanmıyorum” diyor, yarım akıl başlığı oradan aklıma geldi. Çünkü bundan utanan birini anlayabiliriz biz, Musil ve Murat, ama utanan nasıl utanılmadığını anlayamaz. Uğraşıp anlamış ama sonra Canetti:
“Çünkü bu adamların neyin söz konusu olduğunu bildikleri gibi doğru bir düşünceye sahipti. Bir esere katkıda bulunmalarına izin verilmesi, onlar için bir ayrıcalıktı.”

SECLA
Bir de Secla var... Bu insanların arasında onun adını ağzıma almamam lazım, ama ibret olsun. Ben elimde avucumda olduğunda onu paylaşmasını seven bir insanım, diyen bir kadın... Diyen ve dediğini yapan... Bakın nasıl yapıyor hem de: Tanışmadık ve görüşmedik hiç; başka bir şehirde; internetten konuşuyoruz sadece, güzel konuşmalar, hayatla, felsefeyle ve genelde benle ilgili. Ondan konuşmadığımızın farkındayım ve bundan özel bir zevk alıyorum, tersi olduğu için genelde insanlarla. Bir kış günü ben parasız kalmışım ve faturalarımı zor ödemişim. Ona açılıyorum. Hemen netten para göndereyim sana, diyor. Ben ağlamaklı oluyorum. Bu kadını hiç tanımıyorum, o beni tanımıyor, neden bana para göndermeyi teklif ediyor? Tek, bana yazmaya devam et, diyor. Çıkmam lazım netten, diyorum; çünkü... Ayda su bulan bir astronot gibi; dünyada insan bulmuşum... Ya da; hey dünyalı biz dostuz diyor, bir uzaylı, ve cidden dost çıkıyor; acı değil mi, tek dostunuz bir uzaylı...
Secla soruyor, ne kadar paraya ihtiyacın var, motosiklet falan mı alacaksın mesela? Beni tanımıyor daha! Yok yahu, diyorum, her şey yazmak için. Kitap göndereyim sana mesela, diyor. Nasıl buluyor yolunu yardım etmenin... Kitap göndermesi konusunda anlaşıyoruz. Ben ona liste gönderiyorum, hepsini yolluyor. Bir de doğum günüm için pahalı bir şarap yolluyor, Banu’yu bu romana konu yapan şarap. Kitabın arasına para sıkıştıracakmış ama alınırım diye yapmamış; sevinirdim, diyorum. Sonra hesabıma para da yolluyor. Hiç yüz yüze görüşmediğimiz bir kadın bu...
Nasılsın? diye soruyor bir gün:
-Bütün gün içtim.... hâlâ devam ediyorum... Neden biliyor musun... Yani bir dolu başka nedeni de bulunabilir tabii ama, iş buldum, pazartesi başlıyorum... Sakın sevinme... Evet para kazanacağım, ama sakın sevinme...
-Ne kadar para kazanacaksın... Sorabilir miyim...
-Sordun ya: Birmilyaryediyüzellimilyonpara...
-İyiymiş...
-Ne vereceğimi sormadın…
-Kötü mü iş?
-Evet. Dokuzdan altıya çalışıyorsun...

Dört yılık aradan sonra iş bulduğum günler. Tanıdık vasıtasıyla o da. İlk haftalar tamamen bir şok yaşıyorum. Şok şok şok. Akşam eve geliyorum ve bir iki içiyorum, ki içmiyordum bir süredir, lan n’ooldu, diyorum. Yenildiğimi düşünüyorum. Gerekliydi, felaket gerekliydi, ama yenildim sanki. Yine de sanki başka bir yol... Yazarlık adına feda ettiğim şeyler... Üç yıllık müthiş yazma tatilinden sonraki bir yılda bunalımların ulaştığı yer... Parasızlık, kadınsızlık, aşksızlık, yazmaktan bile sıkılmak, bunalım, evet, bunalım bu di mi… Hani girmeyecektim…
Bir de üstüne vakitsizlik. Dokuz-altı mesai...
Ama aslında iyi, biraz düşünmeyeyim, biraz da düşünmeyeyim...
İşte tutunma çabaları. İlk başlıklarım, ilk kampanyalarım... Ağustos... Bir yokuş var ajansa çıkan, taksiye binmiyorum, yürüyorum, terliyorum, acaba kokuyor muyum... Mutsuz terim kokuyor mu... Hiç ter kokmazdım, murat murat kokardım...
Ajansta insanların keyfine katılıyorum, takılıyoruz, yıllardan sonra insan içinde olmak, geyikten öte geçemese de henüz sohbetlerimiz, güzel.

İşyerinde zamanın çabuk geçmesinin nedeni, zamanın geçtiğini fark etmek istemiyor oluşumuz mu? Çok da fark etmeden geçsin de bitsin şu taciz... Tecavüz bitsin diye gözünü kapamak... Evde yazarken her saatimi bilirdim, ben kontrol ederdim sanki saati. Üç yılı üç yıl olarak yaşadım, en az bin günü hissettim. Yıllar önce ilk işime girdiğimde dolu boş vaktim olurdu ve yazardım, insanlar fazla iş olmamasından sıkılır, bunalırken. Saat altı olduğunda arkadaşın söylediği şuydu, benimki şu:
-Of neyse bugün de altı oldu.
-Eyvah altı oldu!
Böyle deyip yazdıklarımı toparlamaya çalışırdım. Bir ofisman vardı. Ayın ilk on günü çok keyifliydi, ondan sonra maaşı bittiğinden, şu ay geçse, şu ay bir geçse, diye dolanırdı. Hayatın geçiyor adamım, derdim ona... Yıllar sonra bana bunu hatırlattılar. Bir lafının hatırlanması güzel...

-ÖN SEVİŞME NEREYE KADAR UZATILABİLİR Kİ!
-TANIŞMAYA KADAR UZATABİLİRİM.
Yeni bir yazar daha başlıyor ajansa, aynı odada oturuyoruz. Bana ters davranıyor. Neden? Kadın çünkü... Benden fazlasıyla etkilendiğini, ama ona diğer erkekler gibi ilgi göstermediğim için ters davrandığını sonradan anlıyorum –güzel kızmış, öyle diyorlar.
Bana açılıyor, ama sözlerle değil, notlarla, yavaş yavaş... Ters davrandığı ya da benle hiç konuşmadığı bir dost toplantısından sonra eve geldiğimde, bir an tutup öpmek istedim seni, diye mesaj yazıyor. Şaşırıyorum. Yine mi, diyorum içimden gülerek, yine mi fark etmedim... Üç kişi gittiğimiz bir sergide eserlere bakarken elime bir not tutuşturuyor, biz senle hiç yalnız kalabilemeyecek miyiz? yazıyor.
-Bana ilgi duymuyorsan, tamam, diyor içkili bir gece rock barda; gidecek, üzgün.
-Bu senin yaratıcı çalışman, diyorum. İş senin. Sen başlatacaksın ne başlayacaksa. Hoşlandın, yarım bırakma.
Hoşlandığını belli etmenin yeteceğini düşünüyor. Görevini yaptı, ilgisini belli etti, artık erkek yapacak gerisini! Yapamayacak istediğimi, alışık değil, benim gibi... Tutuyorum belinden çekip öpüyorum, tam gidecekken. Sarılıyor. Şaşkın şaşkın bakıyor arkadaşlar.

-BESBELLİ SENDEN HOŞLANIYOR, BENİ HİÇ YUKARI ÇAĞIRMAMIŞTI...
-YUKARI DERKEN?
-DUDAKLARINA...
Ne oldu, nasıl oldu, diye soruyor bir erkek arkadaş ertesi gün. Bilmiyorum. Gülüyorum. Var mıydı bir şeyler? Ben de fark etmemiştim, diyorum. Ne kadar ters davranıyordu biliyorsun...
Diğer arkadaşlar şanslarını denemişler benden önce o gece, sonradan öğreniyorum kızdan...
Erkekler!
Sevgili oluyoruz. Sakinim. Temkinliyim. Korktuğum başıma gelsin istemiyorum. Neden korkmalıyım bulmaya çalışıyorum. Bu seferki kadında neden korkmalıyım... 10 yaş küçük benden. Daha da küçük duruyor. Sıfıronüç koyuyorum adını. Kuşak farkı cidden var. Farklı müzikler. Farklı bakışlar. Kitap okuma alışkanlığı yok neredeyse hiç. İnternet çocuğu. Benle ortak yanı: Bana hayran, ve çok şey öğrenebileceğini görüyor. (Hayatımda sadece kendimden bir şey öğrendim.)
-Seni seviyorum, diyor.
-Seni takdir ediyorum, diyorum.

Jackass seviyor. Üç-dört genç süpermarket arabasına binip yokuş aşağı bırakıyorlar kendilerini. Ya yokuş bittiğinde ya da daha önce bir yere çarptıklarında devriliyorlar, kafalarını gözlerini yarıyorlar.
Gülüyorlar.
Karnına koyduğu kurşun geçirmez bir kütleye mermi sıktırtıyor bir diğeri. Kütleyi çekip karnından oflaya puflaya, yarayı gösteriyor kameraya.
Gülüyor.
Trapezcileri hatırlattılar bana diyorum, seyretmem için verdiği kaseti geri getirdiğimde, sadece yarısını izledim. Ama trapezciler belli bir hüzünle yaparlardı işlerini. Yavşakça gülmezlerdi. Başardıklarındaki hafif bir gülümsemenin haricinde hiç gülmezlerdi.

İçten içe kızdığını görüyorum, takdir ettiğini biliyorum.

İşten ayrılıyorum yine!
Başka bir departmanın yöneticisi kadın hışımla odamıza yürüyor. Demin telefonda tartıştık. O didişti, ben anlatmaya çalıştım: “İzin verirseniz açıklayayım, sizin dediğiniz gibi değil, ama ancak konuşmama izin verirseniz açıklayabilirim” türü laflar ediyordum. Sonunda “Sizinle konuşulmuyor” diye kapatıyorum telefonu “suratına”. Hâlâ hissederim, üst kattan topuklarını şaklata şaklata iniyor, benim odaya doğru geliyor hiddetle. Hemen kalkıp odanın kapısını kapıyorum. Açıyor. Kapatıyorum. Açıyor. Kapatmamın işe yaramadığını anlayıp vazgeçiyorum, eşikte tartışıyoruz. İçeri adım atmıyor, Allahtan saygılı! Bir süre sonra eşiğinde olduğu krize giriyor, tam anlamıyla çıldırıyor, bağırıyor, yan odaya alıyorlar. Aradaki buzlu cama yumruk ya da tekme attığı, bizim tarafımızdan fark ediliyor. Küfürleri tam olarak duyulmasa da, ne oldukları tahmin ediliyor, klasik “erkek küfürleri”...
            Kadını sonunda zar zor götürüyorlar, ortalık duruluyor...
Titriyorum...
Yediğim küfürleri düşünüyorum...

Bir erkek arkadaş geliyor, sohbet etmeye. Sıfıronüçe bakıyor, aklına geliyor:
“Geçen gün soruyordun ya, bir erkek bir kadına nasıl el kaldırır, diye... Bunu anlamam mümkün değil diyordun… Hâlâ soruyor musun?”
Başını iki yana sallıyor Sıfıronüç, gözleri bir körünkiler gibi sabit… Benim kadar titrediğini de o zaman fark ediyorum...

Benden özür dilemezse o kadınla aynı masaya oturmam diyorum. Mail ile iletsin işleri.
Herkes saygı duyuyor.
Patron hariç.
İşleri aksattığımı ima ediyor, arkamdan.
2 hafta kadın odamın yanından geçerken, geriliyorum. Ya içeri girerse! Merdivenden inerkenki topuk sesleri ızdırap gibi geliyor.
Kadınlar ve bazı erkekler geçmiş olsun diyor, erkekler ve bazı kadınlar bir tane çaksaydın suratına diyor!
Kadınsa hiçbir şey olmamış gibi işini yapıyor gülümseyerek, gayet mutlu…
2 hafta sonunda, çalışma grubum patrona çıkıyor. Bana ve daha önce onlara yaptıklarından dolayı özür dilemesini istiyorlar kadının.
-Tamam, diyor patron.
Tüm grubu karşısına alamıyor.
-Özür dileyecek senden diyor, beni çağırıp.
-Artık onun özür dilemesi yeterli değil, diyorum.
Hayretler içinde bakıyor.
İstifa ediyorum.

Bayılacaktım az kalsın, diyor Sıfıronüç, sevişirken. (Çok iyi olmadığımı, alışamadığımı düşündüğüm bir sevişme: Ağzıma boşalabilirsin diyen bir ufaklık!)

-KAMYON ÇARPMIŞ GİBİYİM.
-BÖYLE ÇIPLAKKEN Mİ!
Aylar sonra bir sabah yataktan çıkıyor, işe gidecek. Özle beni, diyorum, yatağa gelip ayrılık öpücüğünü verirken; geriniyorum çıplak yatakta sırtım dönük; her zaman yaptığım gibi, sevgililere. Özlemişim…
Özleyeceğim seni, diyor...
Bir daha görüşmüyoruz!

Günlüğümü okumuş o sabah...
(Ortalıktaydı: a) güven b) umursamazlık c) dikkatsizlik d) hepsi e) hiçbiri f) e, ne?)
Beni terk ediyor...
Onunla sevişirken başka bir kadını hayal ettiğimi okumuş... Açıklamaya çalışıyorum elektronik yolla. Dinlemiyor.
Seninle sevişirken kimi düşündüğüm seni hiç ilgilendirmez, diyebilir miyim... (Düşünce özgürlüğü!)
Hayali bir konuşma geçiyor aramızda:
Ben: Senle sevişirken öbür beden, çıplak, onu en çok görmeyi istediğim halde, uzaktan beni tahrik ederken, yatak odasının kapı eşiğinde, dolgun bacaklarını ve kıçını göstererek kapıyla sevişiyormuş gibi yaparken, birden durup bize doğru dönüyor. Bakıyor ters ters. Sonra çekip gidiyor ve baş başa bırakıyor bizi.
Sıfıronüç: Onun yerine beni görmen için benim çekip gitmem gerek belki de.
Karşıma yıllar sonra çıkan eski aşkımla tekrar beraber olurum, yazdığımı okumuş... Aşksız, kadınsız geçen onca aydan sonra neden bir anda iki kadın birden, diye bir serzeniş olduğunu anlatmaya çalışıyorum elektronik yolla. Dinlemiyor.
Bir günlüğü okuduysanız okumamış gibi yapmanız yetmez, okumamış gibi de hissetmek durumundasınız...

-Geriye dönmeye, daha fazla kurcalamaya hiç niyetim yok. Kafamda bazı şeylerin değişmesi de hiç önemli değil, çünkü duygularım değişmeyecek, diyor.
Ayrılma nedeni olarak gördüğü şeyin gerçek olmadığını anlasa da duyguları değişmeyecek...
-Tam bir histerik tepkisi, diyor geç yaşında psikoloji eğitimi alan bir arkadaş. Zaten ayrılma nedeni olarak gördüğü şeyin gerçek olmadığını da muhtemelen asla görmeyecek. Bu durumda kaybedeceği pek bir şey yok.

Beni gerçekten seven eski sevgilimi senin yüzünden kırdım, diyor yazışırken.
Çocukla sevişirken beni düşündüğünü fark ettiğinde anladığını söylemişti bana âşık olduğunu.
-Ne yapacaktın Sıfıronüç; beni düşünerek onla sevişmeye devam mı edecektin. Onu aldatacak mıydın? Ve beni düşünürken onunla seviştiğin için beni de...

2 yıl kadar sonra reklam ödül töreninin yapıldığı koca salonda, numaralı koltuklardan tam önümdekine oturuyor. Selamlaşmıyoruz.
Bu ilk olmuyor.
Ağzıma boşalabilirsin, dediğini hatırlıyorum, önümde oturan bu soğuk kadının.

Sıfıronüç’ün günlüğümü okuyup terk etmesi, kitap çıkınca başıma geleceklerin bir uyarısı, bir provası sanki. Kitap basıldığında o zamanki sevgilimden ayrılırım herhalde. Ya da basılmadan okuttuğum kadın beni terk eder. Olası bir sevgili de beni yakından tanımak için kitabı okuyunca, bir anda bu kadar içime girmeyi kaldıramayıp vazgeçer sevgili olmaktan. Ama kitabı okuyup, işte bu, diyen birisi çıkarsa, beni gerçekten tanıyan birisini bulmuş olurum. Umarım o benim de tanımayı isteyeceğim birisi olur. Sırf benle olmak istedikleri için birlikte olduklarımdan sıkıldım...

BİTİRMEK BAŞLAMANIN YARISI
Sıkıldım...
Beni işe almayan şirket sahipleri daha iyileriyle mi çalışıyorlar?
Kitabımı basmayan yayınevleri daha iyilerini mi basıyorlar?
Ayrıldığımız sevgililerim daha iyileriyle mi çıkıyorlar?
Babam daha iyi bir oğul buldu mu?

Nasıl bir güçse bu, güçsüzler seni güçsüz düşürebiliyor...

Kötünün tüm varlığına rağmen hayatı savunmaktaki en önemli kanıt olarak kendi hayatımı sunarken, bir anda tepe takla gitmeye başlamak.
Üst insanı savunurken deliren filozof gibi...
Ama o doğuştan deliydi.

34 yaşında hayata atılan biri; arkasından itilerek, yaşadığı cennetten...
Tanrıya duası kısaydı bir zamanlar: “Tanrım, biliyorsun...”
Duası değişti sonra: “Para.”
Parayla diğer eksiklerini kapatacağından değil, tek eksiği o olduğundan...
Gelecek planı da şuydu: “Böyle devam et.”
Tahmini, takribi ölme yaşı: 85 (Baba 90, hâlâ.)

Şimdi: “Lan n’ooldu...”

Birinin büyüsü mü tuttu... Aksi büyüsü... Ya da bir dolu insanınki, birike birike…
İstisnayı kural gibi yaşarken şimdiki kötü durumu onun için bir istisna...
Bir ilahi adalet durumu mu yoksa...
Kötülüğün, acının deneyimlenmeden de hissedilebileceğini ve yazılabileceğini söylerdi, yoksa yanıldı mı... Bu bunalımlı dönem ona, hata yapsın da insanları daha iyi anlasın, onlar gibi hata yaptığı için onları suçlamasın artık, diye mi verildi?
Acı çekiyor ama henüz hata yapmadı...
Yapacak mı...
Böylece “insanız, hatalarımızla varız” demeye doğru mu gidecek... Karşı çıktığı bu düşünceye boyun mu eğecek... Birbirlerini ağırlayan körler ve sağırlar arasında onun da körleşmesi ve sağırlaşması mı gerekecek…
İnsanlara artık arkasını dönmesi için mi verildi yoksa bu ders ona, koparmak için bağını onlarla, onu aşağı çekiyorlardı ya!
İnsanları safra gibi atıp yükselmek!
İnsana göre konumladığında kendini nasıl da abartıyor gibi duruyordu; oysa Tanrıya göre konumlasa nasıl alçakgönüllü olur...
Ama zaten Tanrıya göre konumladığını söylüyordu!
Aslında tam olarak konumlamıyor muydu? Belki de tam olmak yolu bu. İnsanlardan kopuk olduğunu düşünüyordu ama asıl şimdi başaracak bunu...
İnsan hatalarına tamamen arkasını dönüp, yüzünü kendi hatasızlığına mı çevirmeli...
Bu kadar güçlü olunabilir mi...
Ya da Robert Musil’in kahramanı Genç Törless’e geçmişteki hataları için yaptırdığı şu yorum gibi bir denge durumu mu söz konusu olan: “Bu alçalma geçip gitti, ama biraz bir şey kaybolmamak üzere kaldı geride: İnsanın ruhundaki aşırı güven ve rahatlık taşan sağlamlığı alıp, onu daha bilenmiş ve anlayış dolu bir sağlamlıkla donatan biraz zehir gibi bir şey.”
Bileniniz var mı: Musil’in kendisi becerebildi mi bunu? Beceren birini gördü mü?

Ölümü bile erken gelirse kabul etmeyi başarabileceğini düşünmeye başladığı bir dönemde bunalıma girmek...
Yaşamın artık onu kayırmayacağını kabul mu etmeli...
“-Hocam bakın suyun üstünde yürümeyi becerebiliyorum.
-Peki bundan vazgeçmeyi becerebilecek misin?”

Kafka, “Bilgeliğin başladığının ilk belirtisi, ölme isteğidir.” diyor. Bir yerlere varacağını düşündürüyor böylece, Kafka, diğer yarısı…
Ama kurtlu yarısı olduğunu hatırlatıyor hemen: “Bu yaşam katlanılamaz, bir başkası erişilemez görünür.”
Mutsuzluğunun nedeni çürük yarısını sağlamlaştıramamak mı; çürüğün ona bulaşmasına engel olamama korkusu mu...
Çürük yarı engel mi, görev mi?

Hapis olduğun yerden kurtulmak için saplantılı bir şekilde kaçmaya çalışmak yerine bekleyebilirsin de...
Kaçma, çıkma düşüncesi, karşılaştığı belayı tam olarak kavramasına, hapishanesini tanımasına engel oluyor belki.
Kendini bir kazazede gibi düşünmeli ve duruma uyum sağlamalı. O zaman kurtuluşu belki önünde bulacak.
Kazazade...
Kötülüğü, iyiliği de unutmadan, iyi ifade etmek: Tanrının bu hayatı yaparken yaptığı bu. İyi dediğimiz tasarım bu: Hayatın ve sanat eserinin. Yoksa kötülüğün süpürülüp atılması ya da yok sayılması değil... Kötülüğü dengelemek; onu iyi bir tasarımla anlatarak: Yaşamın da sanatın da yaptığı bu...
Bunu fark etmek lazım: Bunalımı, intiharı, ölümü anlatan bir metinden sonra bunalıma girip intihar etmek değil de çok güzel anlatıldıklarını düşünmek: İntiharı, bunalımı, ölümü hissetmek, sana değmeden; Tanrı gibi.
Cidden Tanrı gibi yaşıyordu demek.

Bazı insanların mutlu olmaması hayatın dengesi için gereklidir, derdi. Bu lafın kapsamına mı girdi şimdi. Mutlu olamıyor artık. Belki bundan sonra hiç mutlu olamayacak.

Büyük konuştuğu için mi.
Ondan büyük Allah var!
Ama daha bir şey görmediniz.
Daha büyük konuşabilir.
Daha da büyük.
En büyüğünü.

Ve bu sorumluluğu kahramanına bırakamaz!
Yazar oysa, o olmalı büyük konuşan.
Bakın şimdi.

Tanrım neden muhtaç bıraktın beni bu insanlara: Hani her zaman üstünde olacaktım onların, üstesinden gelecektim: Neden güdük yazarlar gibi bir hayat dramına çektin beni: Senden asla büyük yazar olmayı dilemedim: Hayatımı bana geri ver: Hayatımı geri istiyorum:
Kibirli mi davrandım: Sen de onlara katılıyor musun, beni kibirlilikle eleştirenlere: Yaşadığımın yarısı kadar kibirli olduğumu sen de mi göremiyorsun: Bunu da mı kibir olarak değerlendireceksin: Söyle bana: Neye ihanet ettim: Söyle: Yoksa sen bana ihanet etmiş olursun: Eyüp gibi mi yapacaksın beni? Her şeyimi elimden alıp sana boyun eğmemi mi bekleyeceksin: Çok beklersin: Bindiğin dalı kesiyorsun: Sen olmasan ben olmazdım, kabul, ama ben olmasam da seni kimse bilmezdi: Daha kötüsü: İyi bilmezdi: Kim savunurdu seni: İyi seni, bu kötü insanlara: Ne Tolstoy ne Nietzsche: Seni anlatamaz insanlara: Ben anlatabilirim: Arkamda olmaya devam et: Sana ulaşacağımdan mı korkuyorsun yoksa: Babil kulesini yapanlara ettiğin gibi kendimle anlaştığım dilimi mi karıştırıyorsun: İnsanlarla anlaştığım, beni sevmelerine alıştığım ruh dilimi mi karıştırıyorsun: Bunu yapma: Sen bu değilsin:
Sen nasıl insanı, beni aşağılarsın: Bunu yapamayacağını yazdığım için?: Otur: Otur artık: Gücünü kötüye kullanma:
Seni uyarıyorum: Benim kafamdaki hayat tasarımının dışına çıkarsan kendini yalanlamış olursun: O kutsal oldukları söylenen kitaplardaki acımasız Tanrıya dönersin: Gafillik etme: Yaşamımdan çek elini: Bana meydan okuma: Kısa Çöp’deki ressam gibi davranmama neden olma: Yenilirsin: Vaktim yok seninle uğraşacak; seni tasarladığım gibi kal: İnsanlarla uğraşmaya dönmeme izin ver: Bırak geçeyim: Beni çarmıha gerdirme: Sana tapmayacağım; otoriteni kabul etmeyeceğim: Bana verdiğin aklımın otoritesinden başka otoriteyi dinlemeyeceğim: Beni ne sandın: Ben senin bildiğin peygamberlerden değilim:

-İnsan Tanrının bir hatası mıdır? Yoksa Tanrı insanın hatası mı?
-Babası demek istiyorsun… Evlat edinin oğlum birbirinizi, getirmeyin şimdi beni oraya.

YETMİŞİME MERDİVEN DAYADIM KIRKIMDA.
Yaşamı sevmek, bir insanı sevmek gibi bir şey değil. Yaşamı sevmek, insana kötü davransa da sevmek demek. Sadece var olduğu için sevmek. Yaşamın iyi davrandığı birinin, örneğin benim, yaşamı sevmem çok kolay. Seni seveni, hem de etkileyici biriyse, sevmek çok kolay. Seni sevmediği zaman da sevebilecek misin onu? Seni sevmediği zaman etkileyiciliği azalıyor mu yoksa gözünde? O zaman sen onu değil onun seni sevmesini sevmiş oluyorsun, yani kendini sevmiş. Ama bu işte, insana sevgi için geçerli; yaşama, başka… Yaşam beni şu son iki yıldır sevmediğinde ben yaşamdan soğudum mu? Evet, biraz. Halbuki ondan vazgeçemem. Ondan değil sadece, onun varlığından değil, onun iyi olduğu düşüncesinden de vazgeçemem. Onu savunmaktan vazgeçemem. Bana ne kadar kötü davranırsa davransın, belki de bunu hak ettiğimi düşünüp, kanıtlarını bulmaya emin olmadan arayarak, bir yandan da onu, benim ve tüm insanların kötü durumundan bağımsız olarak savunmaya, mükemmelliğini savunmaya devam etmem gerek. Çünkü dün tüm insanlar kötüyken iyi idiysem ben, bugün de kötüyken ben tüm insanlar gibi, bir yerde birisi iyi durumda olabilir bize rağmen. Ve yarın ben de umut edebilirim gerçekten, benim de iyi bir duruma yükselebileceğimi, yine... Kimse iyi olmasa bile bir zamanlar iyi olduğum için umudumu kaybetmeyebilirim; doğduğum için yaşamaya devam ederim. Yapılacak şey beklentileri azaltmak olabilir. Umudun sınanması... İyi bir çağı yaşarken umutlu olmanın anlamı yok, kötü bir çağ seni acıtırken umutlu olmakta iş.

Bunu başaracak insan kim?
O, ben değilsem, kim?
Gerçek kahraman.
Nerede O?
O’nu bulmalıyım...
Beyaz Atlı Prens...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder