1 Temmuz 2019 Pazartesi

2(3) Firezof (M.S. 2015)



2.3
FİREZOF

-Hep yanlış seçimler yapmışsın, artık sana alternatif sunamayacak kadar daraltmışsın hayatı...
-Yanlış seçim yoktur, fakir seçimler vardır.
-Belki de sensin yanlış seçim.

Masadaki 4 erkeğin 5’ine babalık yapmıştım.

KARI
Senin bir karı vardı ne oldu diye değiştiriyor muhabbeti Selim.
O karının arkadaşı Firuze’yi soracak, karıyı karı diye, Firuze’yi adıyla hatırlıyor.
Karı hayatında sadece benimle birlikte oldu, Firuze arkasına gelene veriyor, Selim hariç.
Versene telefonunu diyor…
Nasıl boş bulunup veriyorum bilmiyorum, normalde bozuntuya vermeyen değil de bozmadan göndermeyen bir yapım olduğu halde hem de. Hayatın kurduğu bir tuzakmış meğer bu, bana değil de Selim’e, o beni tuzağına çekmeye çalışırken.
Selim karıyı arıyor, bir süre konuşup kapatıyorlar. Bu da şehirli karılara benzemiş diyor ardından, mutsuz, isyankar. İşi gereği İzmir’de hayatını kurmak durumunda kaldı, yeni şehrinde demek karı diyorlar arkadaşlarının eski sevgililerine…
Bunu da ona söylemiyorum, tutuyor beni yine bir şeyler.
Konu geçiyor, masadaki Metil’den konuşuluyor. Şans eseri karşılaştık, oturmak için istekli olunca oturdu uzadı, kısaldıkça kısaldı…
Metil kendi üzerinden dönen muhabbetten kaçmak için atılıyor:
-Yahu aklımdan çıkaramıyorum, sen neden demin Murat’ın eski sevgilisini aramaya kaktın ki?
Tuzak, bu. Hayat dersini verdi bunca yıl, şimdi ben sınava sokuyorum. Selim zorla sınava getirildi, kendi zoruyla. Başkasının dediğini ben desem, Selim’in beni düşürmeye çalıştığı tuzağa düşmüş olacağım, ekmeğine yağ sürmüş. Şimdiyse hayatın ekmeğine yağ sürüyoruz.
Beni üzerine çekmek, kızdırmak ve tartışmak istiyor. Yenilse de yense de, taraftarı kendiyle. Gururlu da gurursuz da olsa bir savaş, babasıyla ya da her kimse, alıştığı gibi… Hayat bir tiyatro sahnesiyse daha ilk provada oynadığı rol üstüne yapışmış. Kendi yazgısını yeryüzününkiyle karıştırmış.
Doğum mıknatısının çekiminden geç kurtuluyor, ölüm mıknatısının çekimine kapılıyor insan, geçmiş oluyor bu dünyadan.
Oysa Metil söyleyince duralıyor, babasıyla didişecekken anne giriyor araya, bu planlarında yok.
-Sen neden herkesi aptal sanıyorsun!
-Herkesi kendi gibi sanır o.
-Hem nasıl ona karı dersin?
-Ne var, benim eşim de karı.
Demek annesini de çok sevdiği söylenemez, temel olarak kadınları:
-Valla "kıyamamlar" mazide kaldı. Güzeli gören sonuna kadar kullanıyor. Ne öpmesi kalıyor, ne de okşaması… Elde ettin ettin. Yoksa girmediği koyun, ellenmedik yer bırakmaz her yerinde sevgili...
-Kadınlarla aranda ne geçti senin; Büyük Okyanus mu?
Kadınlar serserilerle yatar, beyefendilerle evlenirlermiş…
Böylece anlıyoruz ki, bu beyefendiye göre evliliklerin çoğu, orospularla beyefendiler arasında gerçekleşiyor…
Yeni nesil aşklar mektup gibiymiş: yazarmışsın, yalarmışsın, postalarmışsın.
Ana bir bacı iki, gayrısına çal siki diyecek neredeyse; anasını bacısını, kendinden koruyor.

GÜZELE BAKMAK SERAPTIR
Firuze’ye kolye hediye ediyor gözümüz önünde… Tahir’in de asıldığını görünce, öne geçmeyi planladı her halde, bir kolye öne.
Gençken ilk iletişimlerimizden birini hatırlatıyorum:
-Kadınların peşinden bu kadar gitme yahu, bırak onlar gelsin.
-Benim gitmem lazım.
Daha özel bir anda, yalnızken verseydin, başka yöntem geliştirseydin, böyle mi gidiyorsun kadınların peşinden yıllardır…
Yıllar sonra, kadınlarla ilişki karakterlerimiz oturduğundaki diyalogumuz da şöyle:
-İkinci eşimle evliyim, birkaç tane de Rus oldu hayatımda. Seninle yarışamam tabii.
-Yarışmana gerek yok, ben terslerim sen teselli edersin.
Sen de asılıyordun Firuze’ye diyor Tahir, iki asılan erkekle de ilgilenmediğinden kadın, ortamdaki diğer erkeğin etkisini gözden kaçırmayacak kadar akıllı Selim’in tersine.
Kadının bana asıldığı aklına gelmiyor.

H.İ.S.
18 yaşındaydım. Yazlıkta beğendiğim kızla birkaç yıldan sonra tanışma fırsatı doğdu. Esprisine kıza çıkma teklif etme oyunu oynanmaya başladı erkekler, sıraya girdiler; ben de itildim sıraya. Reddediyor, reddediyor, önümde bir kişi kaldığında çıkıyorum sıradan. İlişkimiz bu kadar.
Erkeklerle bir kadın ve bir erkek kadar farklı iki ırkız.
H.İ.S. bir öykümün adı, Herkesten İyi Sevişen demek… Bir hangarın içinde erkekler toplanmış, ortada mabet gibi bir yer, yüz seksen derece etrafı merdivenlerle çevrilmiş tepede bir yatak, çıplak bir kadın. Erkekler teker teker çıkıp kadını tatmin etmeye çalışıyorlar, genelde seks ile, istersen sadece konuşabilirsin de, ama kadın çıplak, kadın jüri… Sırasını bekleyen erkekleri konuşturarak dalga geçiyorum onlarla… Sonunda birisi kazanacak yarışmayı kadın onu işaret etmekte zorlanacak, arkası dönük “yapıldığından”, orgazm olduğunda da gözleri şaşılaşıp bir süre etrafı göremediğinden, bu arada adam arkasını dönüp gittiğinden:
“Sonraki adamı kabul etmiş kadın. Adam kadının içine girmiş, hem de çok acemice bir giriş, beceriksizlikten ya da heyecandan, artık bilmiyorum, daha ilk saniyeler oynanıyor, dikkat edin, kadın gözlerini açmış. Evet, demiş, işte bu... Bir dalgalanma olmuş kalabalıkta. Herkes birbirine bakmış. O kadar uğraşmışlar biraz önce, kıçlarından ter akmış, bırakın gözünü açtırmayı kadının ağzından bir oh duyabilmek için; bir o kadar da bunun için bekleyenler... Herifin biri, sen gel, birkaç saniyede... Ne idüğü belirsiz bir giriş. Nasıl ya? İtiraz etmişler.
Henüz denenmemiş bir dolu erkeğe, denenmiş ama seçilmediği için kadına kinlenmiş, gururuna yediremeyen bir dolu erkek de katılıyor, hiçbir şansları olmadığını bilenler de ön ellemeyi geçmenin şaşkınlığıyla bu kalabalığa karıştığında herkes itiraz etmeye başlıyor, evet, herkes.
Tuzağa düşmüş oluyorum böylece. Hangarın en uzak köşesinde gitmeye hazırlanan, kalabalıkta itiraz etmeyen tek tip olmamdan da kolayca görüp tanıyor. Herkesin uzağında tanıyor beni.
“Nasıl tanıdın?” diye soruyorum yine de ödülümü verirken. “Sırtından” diyor. “Çekip giden erkek sırtından...””

BEŞİK
-Kadının bana asıldığı aklına gelmiyor mu…
-Yanında Hande varken mi?
-Çocukluk arkadaşları hem de.
-Murat da mı?
-Hayır, biz beşik kertmesiyiz. Birçok kadın gibi Firuze de bana yazılmış. Asılma sayılmaz yani, ona kalan bir mirasta hak iddia etmesi gibi bir şey. Bir de Tahir ve Selim ona asılırken Murat’a bir sevgili veren hayata kızgınlığından…
-Hande ne diyor bu duruma?
-Size anlayamayacağınız şeyi söyleyeyim, Hande hareketlerine dikkat et diye uyardı Firuze’yi.
-Bunda anlaşılmayacak bir şey yok ki.
-Onun uyarmasıyla fark ettim Firuze’nin bana asıldığını.

SOSYETİK
“Uzun kıvırcık saçlı, sakallı, gayet cool görünüşlü, hafif topluca ama güzel iki de ablası olan biriydi benim için Sohtorik.”
Demek ablalarıma da yan gözle bakıyordun.
“Şimdi anımsayamıyorum ama gruplarında bir kız vardı, o ilgimi çekiyordu.”
Hiç baktın mı peki, kızın ilgisini gruptan kim çekiyor.
“İngilizce İşletmeyi kazanmış okuyordu. İstanbulluydu. Bebek’te oturuyordu. Benim için gayet sosyetik sayılırdı. Daha doğrusu farklı diyeyim. Dikkat çekici bir tipi olduğu için.”

ADAM İSTANBUL’A SEN Mİ BÜYÜKSÜN BEN Mİ DER GİBİ BANA.
İstanbul’a gelenlerin Haydarpaşa’da inme klişesi vardır ya, oooo ne büyük şeher derler, korkarlar ya da sen mi büyüksün ben mi büyüğüm görücez bakalım diye meydan okurlar, ben sana okuyum bak meydanı: Haydarpaşa’dan Üsküdar’a varan sahil yolunda 3 büyük viraj vardır, her virajda İstanbul biraz daha açılır sana, biraz daha büyür, ilk, açık deniz ve Bakırköy sahili uzaktan, ikincisi, eski kent, saray ve Beşiktaş’a doğru, üçüncü, Allahın hakkı; Boğaz, ki bir koy sanırsın, oysa bir koy bin al, yolunda başın gider, pardon döner, taaa Karadeniz’e kadar... Haydarpaşa’daki o, bu ne büyük şeher diyen saf vatandaş, bu yoldan gelse bir, büyük değil sadece, büyüyen bir kent görür ve büyüklüğün önemli olmadığını, devamlı büyümedikçe küçük kalındığını anlar, da kendini yutacağından işte o zaman korkar esas, çünkü kimse İstanbul kadar büyüyemez, hem muhteşem, hem kurdeşen. İşte sen Haydarpaşa’yı gördün daha henüz sadece arkadaş…

BEBEK’LİYİM AMA YÜKSELENİM HİSAR
Selim’le tanıştırmaya getirdiğim Ayşe, Selim yerine hep benle ilgileniyor, Melisa adlı arkadaşıyla karşılaşıyoruz, bize katılıyor. Selim’e Melisa’yı işaret ediyorum ama Melisa da bana kur yapmaya başlıyor, sen de mi Bebeklisin Murat, Bebekliler çok özeldir, ben Bebeklilerle bayılırım, onlarla çok iyi anlaşırım diyerek. Bir yerden sonra sıkılıyorum, espriyle geçiştirmeye çalışıyorum: Ama yanımızdakiler Bebekli değil, ne yapalım şimdi onları atalım mı sokağa, Bebek’ten denize mi dökelim.
“Bizim eşrafın gençleri öyle tipleri sevmezdi. Bir ara sorun da yaşadığını anımsıyorum hayal meyal.”
İstanbullu, Bağdat Caddeli bir tiple yaşamıştık sorunu. Beni kesen kız arkadaşını değil, kestiği için beni cezalandırmaya kalkan bu caddeli anzoyla bizi kavga edecekken ayırıp ona dayılanmasının dersini verip gönderdikten sonra daha fazlası için yardım isteyip istemediğimi sormuştu Selim’in eşraftan beni seven biri, uğraşalım mı onlarla demişti. Ona verilecek tek ders olarak kız arkadaşını elinden almak türü bir erkeksi dersin hocalığını istemediğim gibi, sevgilisi varken beni kesen bu kızı bir anzonun elinden kurtararak mutlu etmeye de gerek görmemiştim. Güzel ama basit bir kesişmeydi, bir ilişkiyi bitirecek ya da başlatacak kadar değildi.
“Dışarıdan dikkat çekiciydi ama öyle fazla aktif sayılmazdı. Yani kızlarla birlikte olmak için biraz yırtıcı olmak gerek. Armut piş ağzıma düş ortamı biraz nadir olur. Murat öyle bir beklenti içindeydi. Şimdiki hayatında bile internete kapak atmış. Oltayı sallamış internet denizine vuran balıkları çekiyor sakince kendine. Yani öyle aşırı efor harcama yok.”
“Murat da okulunu bitirmiş boş takılıyordu. Sonradan bu boş takılmaların hayat felsefesi olduğunu öğrenecektim. Çalışmaya karşı antipatisi olan birisidir Sohtorik. Bilgili olmasına karşın bilgisini sadece kendi belirlediği mecralarda hayata geçirmek isteyen yapıya sahiptir. Kuralları kendi koymak kendi dünyasında mutlu olmak ister. Kendi dünyasına öyle bağlı ve sadıktır ki oraya saldıran babasını bile dışlamıştır. Babasını ölmesini yüksek sesle dile getirecek kadar cesur ve önemsemez söylenecekleri.”
“Metin yazarı olarak çalışmış gördüğüm kadarıyla iyi eserler de vermiştir. Çalışmama inadı kırıldığında halen sürekliliği olmayacak denemelere (bana göre) devam etmektedir. İyi yaşamak tarifini ince çizgilerle belirlemiş. Dışarıdan formel yaşayan insanlar için etkisiz eleman gibi duran ama yaklaştıkça insanı içine çeken ve saygı uyandıran bir yapısı yoktur dersem ona haksızlık etmiş olurum. Bilmeden çalışmayı reddetmiş bir insan değildir. Hâlâ kitaplarının çok satacağına inanmaktadır. Benim odaklandığım nokta onun kitap yazabilmiş olmasıdır. Kitapları marjinal, genel beğeni kitlesine hitap etmediğini düşünsem de (birini okudum) bu ülkede neyin tutacağını neyin tutmayacağını bilemeyecek kadar tecrübe sahibi oldum diyebilirim.”

ŞARLATAN ŞARLOK
Galile’den önce inanırdık ki, Dünya’nın dönmediğini biliyoruz... Şimdi ise biliyoruz ki, o zamanlar Dünya’nın dönmediğine meğer inanıyormuşuz.
Neyde tecrübe sahibi olmuş acaba, “her şeyde” mi…
“Bilemeyecek” yazıyor zaten, her şeyi de bilemez ki, onun dalgınlığıyla olmalı; şuuraltı da olabilir tabii; tezgah altı da.
Zen ustası demiş ki, sandviçimin içinde “her şey” olsun.
Bizde her şey bulunur da, diyor Selim, bir o istediğinden yok.
Fol yok yumurta yok, sen ne satıyorsun usta?
İşte tecrübe olsun, genel beğeni olsun, her şeyin ruhunu satıyorum; üst düzey bir zanaat bu.
Tecrübe sahibi oldum derken, isim hakkını almış sanırım, her şeyde tecrübe sahibiyim diye kullanıp caka satabiliyor…
Peki o zaman: Yazdıklarımla öldükten sonra da hatırlanmak istiyorum, o bulunur mu bari? Diyecek ki şimdi, öldükten sonra gel, bakalım.
Ne anlamı var ki, sen hayatta olmayacaksın.
Ama bunu şimdi hissetmek hayatıma 10 sene katıyor; hangi zanaatın böyle bir getirisi var bugün… Yazdıkça yaşlanacak daha az şeyim oluyor...

YAZMAK: ÖLÜM TÖRPÜSÜ
Bir yazarın en iyi okuru olmaya çalışan bir kişiye karşılık bir okurun en iyi yazarı olmaya çalışan bin kişi var. Terazi terli. O yüzden ilerleyemiyoruz, Selim gibi akıllıdan geçilmiyor.

ORİJİNAL: İLK HARİKA TAKLİT
Geçenlerde şair kadın gözlerini açarak bana 20 saniye kadar kenetlendi... Geçip gittim. Delileri pek sevmem herkeste delilik ararlar, aptallar gibi; dâhileri severim başkalarının dehasıyla ilgilenmezler.
İkinciyi geçersen kaçıncı olursun; ikinci. Demek ki kendini aşarsan ancak kendin olursun. Kendini aşamazsan; başkasını geçmeye çalışırsın.
25 yıldır pazarlamacılık yapan biriyle yazarlık yapan birinin zekalarının farklı gelişeceğini aklı almıyor; pazarlık ve yazarlık…
En azından, keşke, sonradan görme olsaydın bari.
Sen sanki baştan beri biliyordun…
Bilinçdışı fantezilerinden birini gerçekleştirmişsen artık iyileşemezmişsin; evet, böyle, doğdum...
Altından kalkamayacağı durum bu zaten: Çok daha temelde bir şey, fabrika ayarları: Doğduğunda gülen bir bebek gibiyim, doğduğundan gülen bir bebek. Şaşırarak bakıyor: Bu bebek yeni çıktı şu delikten, neden gülüyor… Doğmuş olmaktan mutlu, olmuş olmaktan, sanki bu koca adamdan çok önce, bir gelmişim dünyaya, da ısınmışım yerime, ısıtmışım da yerimi, ellerimi ayaklarımı, oynatarak, uçmak istermişim gibi; annenin kucağından boşluğa fırlatmam gibi atıyorum kendimi yataktan, uçmayı unutmuşum, mutluluğuysa taşımışım, farkındayım bunun, böyle uyanıyorum her sabah, yeni bir güne ve hayata, kavuşuyorum; yeniden tanıştığım eski bir dosta. O kalkıp işe gidiyor, ama önce mutlaka spora, dün günkü gibi, annesinin kucağından uçmaya atladığında engellendiğini, enselendiğini hisseden bir bebek gibi yaşamaya başladığında mutlu olamayacağımı hissederek ağlıyor; susamıyor…

GENETİK Mİ, ÇEVRE Mİ; YOKSA BEN Mİ…
Doğuştan avantajlı olduğumu düşünüyor, ama sadece fiziksel anlamda, yani yakışıklı ve bebekli. Zekasını yarıştırmaya kalkıyor benimle, oysa ben üniversitede bıraktım bu işleri, ki deham ortaya çıksın. Matematiği bırakıp edebiyata bu yüzden yöneldim, edebiyatı yetersiz görüp felsefeye, felsefeyi edebiyat kadar belirsiz görüp edebiyatlaşmayan, bencilleşmeyen bir felsefeye; konuşmayı bırakıp, susmaya ve yazmaya…­ Yakışıklı olana karı boşamak kolay diyecek ama yakışıklı olup olmadığımı da hiçbir zaman bilmedim, tek bildiğim yakışıksız olmadığımdı, baştan beri; ve bunu korumaya çalıştım sadece. Karizma oluşturulur ve geliştirilir bir şeydir, sen de oluştursaymışsın bir… İkincisi, ki tüm bunlar hayatta ikincil, hayatta geçerli olan akıl, ahlakın aklıdır; ahlaklı olmayan akılsızdır.
Ve ahlak için de, ne yazık ki akıl gerekir…
Ben orta zekalı bir insanım, bence herkesin zekası aynı diyor Nobel almış fizikçi. Böylece sadece aptalca değil aynı zamanda ahlaksızca da konuşmuş oluyor.

DUYGU ÖLDÜ ÇÜNKÜ AKIL ÖLDÜ. RUH EŞİYDİLER ÇÜNKÜ.
“Çok sert duvarlar örmek kendi dünyana ve tartışılmaz kılmak kendini. Kelimelerin içinde zeka şovları yaptığını düşünüyorum. Yazarlığında sadece zeka kapasiteni kullanmayı deniyorsun gibi geldi bana. Bence yazarlık derin bir kavramadır hayatı. Her şeyi kucaklama sevdasının ürünüdür yazmak ve yazar olmak.”
Şeyleri zekayla kucaklamaya çalışmak, eksiğimiz bu Selimim…
Yahya Kemal’in şiiri tanımladığı gibi, düşünceyi duygu haline getirene kadar yoğurmalısın.
Çünkü aklın yolu bir, duygununki bir nokta dört bin dokuz yüz otuz bir ve buçuk.
Anafikir şu: Bir anafikri vardır yaşamın. Bir ruhu.
Ama hayatın ruhu, yaşamın ruh eşleri. Yoksa Sadistin ruhunun ruh, ruh eşinin mazohist olması değil.
Genetik ve çevre ama sen dediğim şey, duygu ve akıl ama ahlak dediğim şey. Ama gey değil şey.
İki gey konuşurken yanlarından muhteşem bir kadın geçiyor, böyle zamanlarda diyor biri diğerine, keşke diyorum, lezbiyen olsaydım.
1 artı 1’i nasıl 3 bulduğunu açıklıyor yerli: Bir ipe bir düğüm atıyorum, başka bir ipe de bir düğüm atıyorum, iki ipi birbirine düğümlediğimde üç ediyor.
Gülüyorsun ama düğünü kaçırıyorsun, artı’yı.
Ya da şöyle: Bir birdir, ama iki’yi oluşturan bir, birden fazladır.
Böylece: Bir, birdir, iki ise ikiden fazladır…
Tabii bir yandan da birden azdır.
Fazla ya da az yok zaten, farklı demek lazım aslında.
Ya da bak şöyle bir bağlantı:
1+1=3 (Gençlik)
1+1=2 (Orta Yaş)
1+1=1 (Yaşlılık)
Kafan karışmasın; bir daha okuma, ne anlamadıysan o…
Duygu duygu diye kafa patlatma; aklımı seveyim demekle birlikte duygularımı düşüneyim diye baştan diyecektin bir kere; anafikri anlasan yeter: Bir anafikri vardır yaşamın.
Bunla yoğurul şimdi; yoğrul, yoğurt kendini.

MUTLU YAŞAMAK İÇİN NEYİNİ VERMEZDİN? HAYATINI?
İlk eşi hiç ummadığı bir zamanda ayrılmak istediğini söylemiş.
“İlk evliliğimde evimde akvaryum vardı. İkinci evliliğimde akvaryum görmek istemedim. Ama iş yerlerimde her zaman bir akvaryum köşesi olmuştur. İşte böyle sevgili dost. Akvaryum demişsin, bendeki çağrışımlarını anlatmaya çalıştım. İşten kaytararak.”
Akyavrum konusunda ne düşünüyorsun?
“Akyavrum” yazıyorum çünkü internet duvarıma, öylesine basit bir espri, kafa dağıtmak için, Selim’in kafasını dağıtmak değil amacım ve akvaryum anısını öyle anlatıyor…
“Yazdık ya kardeş. Daha daha yaz diyorsan biraz işim var sonra yazarım. Sen yaz ben okuyayım akvaryum hakkındaki derin ve anlamlı kısa cümlelerini. Akvaryum iyidir. Akvaryum suludur. Bitti. Yazan M. Sohtorik…”
İnsan plan yapar tanrı gülermiş. Sen ne yaparsan yap benim dediğime geleceksin diye gülmez ama Tanrı; planları ruhuna yakışmayan insanın rüküşlüğüne güler.
Yavrum o akvaryum değil, bu akyavrum be yavrum…
Başkaları gülücük koyuyor yazışmalarımızın arasına. Bazılarına anlamak ölmekten zor geliyor.
“Kaş'taki mi? Ne bileyim be ya, bildiğimi yazıyorum işte.”
Evet yaklaştın.
“Ama sen o fotoğrafında muzır taşa oturmuş gökyüzüne bakıyorsun içli içli, denize falan baktığın yok.”
Deniz de bize bakacak mı…

RÜYALARIMIZ DA BİZİ GÖRECEK Mİ?
(ALYA)
İnternette didişerek ilgimi çekmeye çalışan eski okul grubundan az biraz tanıdığım bu kadına asılıyor.
“Hanımefendiyi tanımam! Ama haklı… Bu ne ciddiyet, bu ne hışım Muratçım. Kızcağız bir şey söylemiş hem de doğrusunu söylemiş daha üstüne laf söylemeye gerek yok be kardeş. Hem kızma, senin de bilemeyeceğin konular ve konuklar çıkabilir hayatta. Takma…”
Hanımefendi dediği bu kadın, bir meyhane toplantısında yine karşıma çıkıyor, Selim de yanımda…
Herkesin içinde bir sloganıma vasatmış diye laf atıyor (erkek dergisi için Adamakıllı Dergi)… Selim de onu destekliyor.
Adadayız, geç kalırsan bende kalırsın diyor Alya, Selim de benle olduğundan o da kalacak, Alya’ya asıldığı için beni rahatsız etmezler diye düşünüyorum.
Evde son biraları içerken yere bir şeyler dökülüyor. Neden onu oraya döktün diye başlıyor Alya, ne adamsın, diye devam ediyor ve devam edecek, sıçacak ağzına, benim yanımda olduğu için huniyle; pardon ya, diyorum, onu ben döktüm, kusura bakma; dur temizleyeyim diyor...
Ben salonda yatacağım, hayır diyor Alya, bir şey söyleyecek duruyor, sana misafir odasını hazırladım… Selim salonda yatıyor.
Sabah Selim geliyor yanıma, Alya zannediyorum, korkuyorum;
-Oğlum, yanına gittim karı vermedi, lezbiyenim dedi.
-Hah diyorum, ben de homoseksüelim…
Karı benim yanıma geldi, yanında yatacağım dedi, uykuya yeni dalmıştım, niye olduğunu anlayamadım, bir şey diyemedim, öyle yan yana yattık, tuhaf, ben yine dalıyorken, biz sevişmeyecek miyiz dedi, uyku sersemi ne cevap vereceğimi düşünürken homoseksüel misin dedi…
-Evet…
-Pardon deyip yerine döndü, ben de mışıl mışıl uyudum.
Selim o sırada gitmiş olmalı yanına, gerçekten homoseksüel olup olmadığımı düşünürken, lezbiyenim demek öyle aklına gelmiştir, biz sevişmeyecek miyiz dememiştir Selim, erkekler kibardır, lezbiyen misin diye de sormaz, lezbiyenim diyene de pardon demez, onun için fark etmez çünkü.
Onun için mi Murat’ın peşindeydin tüm gece diye de sormaz bu yüzden… Rekabete girer…
Rekabet falan yok oğlum, kadın seni istedi mi hiç…
Kuyruk salladı.
Sana arkasını döndüğünden öyle gelmiştir.

Alya da Selim de internette hep dibimdeler, devamlı didişiyorlar benle.
Prensest’i yasaklıyorum artık, Firezof eski arkadaş, şimdilik uyarıyorum.

KENDİNE YAPILMASINI İSTEMEDİĞİNİ KENDİNE YAPMA.
Selimcim hareketlerine dikkat et. Devamlı bana karşı tavır alıyorsun salak kadınların yanında bile. Benim arkamda olmanı beklemiyorsam arkadaşım değilsindir zaten. Benim böyle karşımda olursan acımam. Cehaletini herkesin önünde ortaya çıkarmayacağımdan yasaklanacaksın.
Sonunda onu da yasaklıyorum, başka bir siteden yine buluyor beni, bensiz yapamıyor, ölürken film şeridi gibi gözlerinin önünden geçecek hayat kendininki değil; anlamadan seyredecek yine, artık karı demesi de dahil tüm yaptıklarını suratına vuruyorum…

BUGÜN GÜNAHLARDAN NE?
Hiçbirine cevap vermiyor, sadece şu, sondan bir önceki cümlesi:
“Baban öldü mü?”
Sonra da parasızlıktan dolayı babama muhtaç olduğum 40’lı yaşlarımda yine de onun otoritesine katlanacağıma intihar etme noktasına geldiğimi söylemiş olmamı bana karşı kullanıyor:
“İntihar edersen şaşırmam…”
Mutlak anlamda bireysel olan tek hareket intihardır demiyorum; bu kötü egoizm; ben şöyle diyorum:
Ulan piç! Senin her günün intihar… Ve hâlâ yaşıyorsun… Defol git ve bir daha karşıma çıkma.

İNTİHAR
SİZ HEPİNİZ, BEN TEK.
Karşımda içiyor şu anda. Beni dinlemiyorsun diyor.
Bazen, konuşurken 100 metre koşucusu gibiyim, diyorum, çünkü kafamda bir maraton. Yine de son cümleni tekrarlayayım istersen; 1992'de Bozburun’da söylemiştin, en son adam gibi lafın oydu.
Geçmişin peşinden geliyor götün gibi.
Gelecek de arkadan sokulur.
Bunları unutmak istiyorum, diyor.
Gösterdiğim yere bak, parmağıma değil.
Ama beni gösteriyorsun.
Çünkü faşizm iki mazeret arasında başlar...
Başını Metil’e çeviriyor: Senin hayat nasıl gidiyor?

AŞMAYALIM DA BEKLEYELİM Mİ…
Ben de hatırlamak istemiyorum.
Ama ikiniz de hatırlanmak istiyorsunuz, ben yalan hatırlayamam sizi.
Uzaklara bakıyorlar, dışarıda hayat nasıl gidiyor…
Fermuarınız açık dedim geçenlerde bir gence, fısıldamanıza gerek yok dedi, artık moda buymuş…
Merak etmeyin, içerde çırak var derlerdi eskiden.
Sohbet bilgiyi artırır, dâhilerin okuluysa yalnızlıktır; geyik muhabbeti neyi artırıyor peki, geyikleri mi…
Sözlü iletişimin ancak yüzde otuzu anlaşılabiliyormuş...
31'dir o, geri kalanı da 69.

ÖNCE O ELİNİ İNDİR.
(MEVLANA HİTLER'E)
Ali yanında bir kadınla geliyor, sohbete aldırmayarak, merhaba bile demeden, anlat bakalım neymiş benimle derdin diye kabadayı kabadayı oturuyor. Hiçbir derdimi anlatamadığımdan yarın seninle konuşmak istediğim bir şey var diye mesaj atmıştım, aradı, telefonda konuşulacak bir şey değil yarın konuşuruz yazdım, yarın yine boş vereceğimden, kendime uyarı alarmıydı bir çeşit, ama alarm sizi böyle dayı dayı uyarmaz. Sonra konuşalım diyorum, şu an uygun değil, nedir derdin diye ısrar etmeye devam ediyor, biri sana bir şey mi anlattı, biri beni bir şeyle mi suçladı; hayır, böyle şeylere inanmam, bana karşı bir hatan olmuş olamaz mı peki; hayır olamaz, haydi bakalım dinliyorum anlat. Şu an çok uygun değil diye tekrarlıyorum, bu kez yanındaki kadını da işaret ederek. Duruyor, bu sevgilim şu diye tanıştırıyor, Şuşu, hadi anlat bakalım… Allah Allah diyorum, sen tercih mi değiştirdin.
Kız kalkıyor, bu da peşinden abadayı abadayı…
Evet, diyorum, nerde kalmıştık, sen unutmak istiyordun, sense hatırlamamak…
Metil işte burada anlatmaya başlıyor… Sonra Selim’e nasıl karı dersin diyerek konuyu kendi üzerinden uzaklaştırmaya çalışacak, bu ikisi birbirinin içine geçmiş bir şekilde konuşuluyor, siz deyin kuantum ben diyeyim kurgu; kültürünüze, küsürlerinize ve kusurlarınıza göre Kundera ya da kulanpara da olabilir, ama mutlaka K ile başlamalı.

-KİME GÖRE, NEYE GÖRE?
-GÖRE GÖRE.
İlk eşimle hâlâ evliyim, ama ilk işimden ayrıldım, daha doğrusu batırdım.
Deja vu.
Bir şey diyecekken duruyor, bir şey soracakken bir kere daha duruyor; bazen el frenini unutup yaşarsın; deja vu değil, bunu sana ikinci anlatışım. İkinci kez batırdım.
Deja wow…
Eh ne yapalım diyorum, yenile yenile yenile kendini…
Hep böyle dalga geç lütfen, beni gerçekten dinleyip de dikkatimi dağıtma… Yine duruyor, kararsızlığı daha karakterli duruyor, kararlarını sevmediğim çok durum oldu, söyledim de suratına, aklı almadı, demek aklına söylemek lazımmış, kısırlık genetikmiş.
Deja vah…
Selim’e göz kırpıyorum, misinayı tutan parmağım titremiş gibi yapıyorum, bak şimdi, Metil’e dönüyorum:
100 milyarın olsa ne yapardın?
Beşe katlardım...
Peki öyle katlayıp nerene sokacaksın?

ANLAMAZLIKTAN GELİYORSUN AMA GEL ARTIK
Varol şuradaydı, hatırladın mı, diye soruyor. Varol’u hatırlamaz mıyım. Daha önemli soru, Varol beni unutmak istemez mi, Varol da… Konuya Varol üzerinden girmek cesur bir kaçamak.
Dönüp bakıyorum, bir kadının arkasına doğru sanki bir şey düşürmüş de ararmış gibi uzanmış biri, ya da kadının donuna bakıyor, sutyenini çözmeye çalışıyor, problem çözmeye çalışmadığı kesin, problemden kaçıyor ters köşeye yatarak, bakıyorum bakıyorum, doğrulmuyor, hiçbir zaman doğrulamayacak bu adam kesin Varol olmalı, sonradan biraz doğrularak kadının omuzu üstünden ve saçlarının arasından bize doğru bakıyor, o da artık beli ağrıdığından, Varol bu, adam bariz ve salakça saklanıyor, bir zamanlar ona verdiğim adı hatırlıyorum, içi boşken şişinen adam, varil, cins isim olduğundan baş harfinin küçük yazılmasını önermiştim.
Yanlış seçimler diyorum Metil’e, saçların arasında yapılacak bir dolu şey varken saklanan, hep yaptığı gibi kaytaran şu küçük ceylanla kalmayı seçtin, benim gibi bir kaplanla avlanmak varken, hatta ona vurdurdun beni, bir dolu işkenceden sonra hem de.
Para, iyi bir hizmetçidir derler, ama kötü bir efendiymiş.
Hâlâ kararsız Metil, avlanmak kelimesinin gideceği yere dönüp bakıyorum tekrar, uzun saçların sahibi tahmin ettiğim gibi hâlâ bizi kesiyor. Dönmeden görebileceğim bir pozisyon alıyorum, Selim’e anlatmaya başlıyorum, birinin eski sevgilisine karı denmesinden rahatsızlık duyan adamın çevreye verdiği rahatsızlıkları… Hem de bu beceriksiz taşeron üzerinden.
O ya da ben. Beni seçme yapmak zorunda bıraktın diyerek güya kibarca, uzun vadeye yayarak, işini garantiye aldıktan sonra uzaklaştırdı beni, varili tuttu. Sonra çığırdan çıkmış karakterini sergilemeye devam etmesine de değil varilin, ben yarın ayrılıyorum diye ayrılıp kendisini de yüzüstü bırakmasına kızdı; onu tüm sektöre rezil edeceğim dedi, rezili rezil ederek vezir olabilir mi rezil... Değerli elemanını kovan, değersiz elemanı ona muhtaç kaldığında istifa bile etmeden çekip giden, değersiz bir patron, tarih böyle yazacak, benim kalemimden.
Şöyle bir dünyada yaşıyoruz sanki: Rakibinin seni öldürmesiyle kazanacağın bir oyun; kazancın, onu en ağır işkencelere mahkum etmek.
Rus ruleti evcilik gibi kaldı.
Varil’in karşısına bir erkek gelip oturuyor, bir şey konuşuyorlar ve dönüp bize bakıyor sert sert, varil de cesaretini toplayıp dikiliyor ve pis pis bakmaya başlıyor, ben tatlı tatlı bakıyorum oysa, kızın bakışlarındaki azalmayan tatlılığa, arabulucu rolünde kız, benle kendinin arasını bulucu.
Varil sevgili olduğunuzu söyledi dediğimde çok yaygaracı diyecek kız, sadece yattık, ama uyuduk. Neden sevişmediniz. Dedim ya yaygaracı. Bilmez miyim. Koltukta şöyle bir geriniyorum, henüz sevişmedik, hem seni daha tanımıyorum, sevişeceğiz. Yalan söylüyor olsan bile, söylemiyorum diyor. Varile sor istersen. Yaygara edecektir. Ben yanındayken sor, cesaret edemez. Sevişsem varilin namusunu temizlemiş olurdum. Temizlememişsin, iyi olmuş.
Sizi görmüştüm diyecek, yağmurlu bir yaz akşamında Galata’da, yanınızda esmer ve ıslak bir hatunla. Sığındığımız saçağın altına sığınmıştınız… Hatun sizden uzun, demiştim; aşkla bakıyorsa, demiştiniz, aşağıdan bakmış yukarıdan bakmış fark etmez; bir kadın daha size âşık olmuştu o anda, ama siz ilkiyle öpüştünüz…
Bir dolu eskiliyle karşılaşmıştık o akşam. Görmediğim kaç kişi beni gördü acaba… Derin idi hatunun adı, Naz tipli kadınım. Seviştikten sonra çıktık, önce Nevizade’de Neyle Meyle’de Banu’ya ıslak görüldük, Banu’yla birlikte yaşarken Derin’le İzmir yarımadasını dolaşmıştık. Sonra Tünel’de Ümit (ya da Sevin) ve gözleri bana benzeyen çocuğunun gözleri bana benzeyen babasına sırılsıklam görüldük... Kısa bir zaman önce Sevin’e (ya da Ümit’e), öğlen Banu ile Kanyon’da görüldüğümüz yerde akşam Evrim ile görülmüştük. Evrim’le sabahın erken saatleri kaldığı otelde seviştikten sonra mini bardaki votkaları bitirirken Banu aradı, evde misin diye sorduğundan evet dedim de nerdesin diye sorsa evde diyeceğimden arkamda yatakta çıplak çıplak bakan Evrim sorun çıkaramadı; kapattıktan sonra bu saatte seni arayan kim diye çıkardı sorunu.

EVRİM
Tv'deki koca bulma programlarını seyretme nedenimdir Evrim, çünkü yıllar sonra orada rastlamıştım, ama başka bir evrim anlatacağım.
Bütün kadınların böyle sana asıldığını anlatman sakil durmuyor mu?
Anlatmam mı, böyle anlatmam mı…
Duruyor mu?
Kağıtta durduğu gibi durmuyor; masamızda kız eksik, ondan aklım oralara kayıyor, genç kız gelsin bir…
Yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik, bir de baktık başını kaçırmışız diyerek parmaklarımı şaklattığımda geliyor, Metil’in yanına oturuyor, Metil omzuna kolunu atıyor, kız silkinip kurtuluyor adamın koltuk altından, şaşırarak bakıyor Metil kıza, kızın donmuş bakışlarını takip ederek bana yöneliyor, sevgilisi olamayacak kadar genç, daha da önemlisi güzel, en önemlisi akıllı bakıyor, Evrim diye tanıştırıyor, kızım, sen de babası olmalısın o zaman diyorum gülerek, kıza dönüyorum, Devrim koymalıymışsın adını, sütçü ya da dürümcü, ama Evrim olmadığı kesin…
Erkeklere verip veriştiren bir dolu kadının babasına tek laf hissetmemesi nedendir diye soruyorum Selim’e. Kızın var mıydı senin. Gerçi bunun bir önemi yok, ama varsa kesin tanışmak istiyorum; hatta benle tanışması için yap bir tane, bu iyi bir neden; yoksa prezervatife yerli ad bulmuşlar, kuşakabin…
Metil’in kızına anlatıyorum sonra her şeyi, o konu mankeni ben de sahnedeymiş gibi, bunun ironi olduğunu anlarsa kurtulacak yoksa yok olacak, beraberinde dolu erkeği dize getiriyorum diye dibe çekerek. Diğer yandan beni baba gibi görmesi, gerçek babasıyla kıyaslayabilmesine olanak tanıyacak ve gerçeklik duygusunu geliştirecek. Doğmasına daha vakit var. Babanızı sevme nedeniniz onun sadece kızı olmanızdır, anneniz gibi onla yaşamadınız. Parantez açıyorum, çoğu oğlan da aslında, anneleri gibi hatta annelerinden de kötü yaşamış olmalarına rağmen yine de toz kondurmazlar çok çektikleri babalarına. Parantezi kapıyorum. Anneniz babanızı hangi kusurlarına rağmen sevdi acaba, siz sevgilinizi neden onlara rağmen sevemiyorsunuz. Erkek arkadaşlarınızı da yerin dibine geçiriyorsunuz, haksız rekabete soktuğunuz babanız yüzünden.

METİL, ETİL (YA DA ETİK)
Bu Cem’in bir arkadaşı vardı; üç yaşındaki kızının yanında bana demişti ki, o adam var ya senin dövdüğün, öldü.
Hayatımda kimseyi dövmemiş olmamı, adamın sanki yıllar sonra kalp hastalığından değil de ben onu dövünce ölmüş gibi anlatmasını, içki içilen kıyı banklarına gelip insanlara kalp hastası kalp hastası densiz densiz laflar maflar etmesini bir kenara bırakırsak üç yaşındaki bir kızın önünde bunları söylemesi, kızının suskunluğunun nedeni miydi acaba, tuhaf bir şekilde çocuksu değildi kız, somurtuk, melankolik falandı.
Demek ki diye düşünüyor şimdi yan masada deminden beri gözlediğim küçük kız, annesinin içtiği sigaranın dumanından kendisini devamlı koruma çabalarına bakarak; demek ki sigara dumanından korunmanın yolu sigara içmek.
Siktir çekseydim bu Cem’in arkadaşına, kız küfre ve sert erkeklere karşı olacak, babasına tutunmak zorunda olduğundan ancak zamanla anlayacaktı anlarsa, küfrü hak eden insanların olduğunu, öküz babası gibi.
Öküz deyince konuyu böldüğümü hatırlıyorum da Selim’i gösteriyorum kıza, soruyorum:
Ne var yani şimdi, Selim’e öküz diyemeyecek miyim.
Hayır diyor gülerek.
Peki bir öküze Selim diyebilir miyim.
O olur.
Naber Selim... Sen de benle yani ustayla takılsaydın, daha ustalıklı takılsaydın, sebeplenirdin bazı karılardan, hatta kadın, hanım falan demesini de öğrenirdin bakarsın, en azından hatun; hal tavır öğrenirdin; bu Metil’in öğrenemediğini…
Bana sattığı ikinci el bilgisayarını boğaza atıyorum sonradan sevgilime asıldığı için adam; bilgisayarımızı… Onun karşılığında benden aldığın parayı harcarken dikkat et diyorum... Metil’in durumu bunun bir sonrası, benim üzerimden kazandığı parayı harcarken lanetlendiğini fark edemeyen metil adamı: Hayatta görüp görebileceği en büyük müşteriyi kazandırıyorum, o diyor ki, biz o işi yaratıcı çalışmayla almadık... Biz çıkıyoruz, o kalıyor patronun yanında yaratıcı çalışma sunulduktan sonra, artık ne yaptıysa, onla aldı demek ki. İstediği fiyatı da düşürdüyse artık, neyse. O zaman niye beni istihdam ediyorsun ki diye soruyorum, sana karşı yaratıcı üstünlüğümü kanıtlayıp tatmin olmak için demez mi, demiyor zaten. Patron yeterince öpmemiş demek.
Ajans kalkınıyor, evler, arabalar değişiyor, şirketin yeri değişiyor ve modernleşiyor. Tatile çıkamazsın, daha bir yılını doldurmadın, diyor bu adam bana, kanun namına. Fazla mesailerimiz zamana çevrilse 3 ay falan tatile çıkmam hak, ha bu arada hesabı sen ödüyorsun, Selim’inkini de, hak etmese de... Bir zaman beni toplantıya çağıramıyor, ayaklarım uzatıp oturuyor çok yorgunum görmüyor musunuz diyorum, intikamımı o zaman böyle alıyorum, şimdi kızının bana göz koymasına izin vererek yapacağım bunu akarsuyun sürüklemesi gibi.
Sen metin yazıyorsun sadece, ben her şeyi düşünüyorum diyor bana bu her şey, her führer.
Senin için konuşmak kolay tabii, sen yazmıyorsun…
Çünkü tasarımcılardan birisi, ki iyi adamdı, Ediz Hun diyelim ona, yetiştirdiği yeni yetme tasarımcısına, oğlum diyor, hiç yakınmadan, gülerek, Murat bir de oturup tasarım yapsa bize hiç ihtiyaç kalmayacak.
Ama yazanlara da dikkat et diyorum, bir kendi hayatının şiirini yazanlar var, bir de -bin de- korsan basanlar. Na’ bu Selim işte, ikinizin de film gibi hayatı olmuş, oysa kitap gibi olmalıydı.
Oğlum, reklamcılığı bilen bilir, bu ben oluyorum, ama bilmeyen de bilir, bu da sen oluyorsun Selim, atıp tutabilirsin birazdan biliyoruz, dönek herif, ama ve hatta bilen de bilmeyebilir, bu da sen oluyorsun Metilcik… Reklamcılığın ana fikri yaratıcılıktır, anafikirsiz züp.
Ben kendimi eleştirmesini bilirim, diyor.
Bir bu eksikti, şimdi de kendini eleştirmen sanıyor!
Max Frisch ne demiş: Bir patatesi armut şekli alana kadar düzgün biçimde kes, sonra ısır ve herkesin önünde tadı hiç armuda benzemediği için öfkelen.
Sen bunun ötesinde, kendini armut sanan bir patatessin.

DOLİ PARTON
Diyorum ki çok yoğun çalışıyoruz, böyle olmaz, yaratıcılığımızın önünü açmayı aştım, hatalar yapıyoruz; müşteriye ben robot çalıştırmıyorum deyin, bunu bari düşünmeyin yapın, siz patron değil misiniz. Tamam diyor.
Saatler sonra yine kısa bir zamana yetiştirilmek üzere komik bir iş veriyor, iş artık bana komik gözüküyor…
Hayatımın en rahat işi, bulduğum fikirlerin uygulanmasıyla tasarımcılarımı hiç yormuyorum, asla zorlamıyorum, olduğu kadar mantığıyla çalıştırıyorum. Bir de 3 alternatif isteniyor ya, tam ağza sakızlık.
O kısa sürede işi bu patrona sunuyoruz, patrona halil, o onaylayacak sonra müşteriye sunulacak, yine kısa sürede. 3 alternatife bakıyor bu, 24 saat gibi mozaik bir zamanda yapılmış, yaratıcılığı anlamadığından bıraktığından cümle yumurtlamayı becerebiliyor ancak, diyor ki: ben bunları müşteriye sunmak istemiyorum.
Herkes geriliyor, diğer yöneticiler, benim yaratıcı grup arkadaşlarım bana bakıyor ne diyeceğim diye: Aikidocu mu desem, şezlongta uzanmış drink’i geç gelmiş ama diğer elinde sevgili memesi tutan kalantor mu desem, öyle bir şey: Senin müşterini yerim parton… Doli Parton…
Ben de zaten bunları sizi sunmak istemiyordum, diyorum... Suratımdaki o gülüşü doğru kadınlar anladı bitek.
Hayır adamın tanıdığı diğer akıllılara da benzemiyorum… Bir deli kuyuya bir taş atmış, kırk akıllının  başı yarılmış.
Sonra ben ayrılıyorum, bunlar batıyor, bir konserde biz Banu’yla artık çıkarken sesleniyor, yanına gidiyoruz, ayaküstü ağlıyor bize, gerçekten de üzüntülü üzüntülü geçmiş olsun diyerek uzaklaşıyoruz, bıyık altından gülümseyerek birbirimize bakıyoruz, çok da güzel olmayan bu konserde bulunma nedenimiz bu güzellik içinmiş… Hadi birer bira daha içip bir insanın acısını, bu insanın acısını kutlayalım diye çıkmaktan vazgeçiyoruz.
Emlakçı saygın geliyor aklıma… Bana ev bulacak, bir tane gösteriyor, sonra seriyor… Sonra sonra beni gezdirdiği güzel bir evi kendi kiralayacağını söylüyor… Utanarak da olsa ev sahibine gidiyorum, durumu anlatıyorum, ev sahibi bana veriyor evi. Bu da hem evden, hem komisyonundan oluyor. Türk fakiri demeye o zaman karar veriyorum bu tür saygın tüccarlara...

VARİLİŞÇİLİK
(VARİL)
Ayrılışım da işte bu korkak ceylan varil yüzünde oluyor; geyik mi deseydik ceylan fazla asil kaçtı.
Çağır lan şunu o da duysun, diye varile el sallıyorum, gel lan buraya gibi bir hareket yapıyorum, karşısındaki adama bakıyor, beni gösteriyor başıyla, adam dönüyor, yine pis pis bakarak bir defa daha tekrarlıyorum, yanındakini de getir, ikiniz de gelin lan olum buraya, adam duruyor, yavaşça önüne dönüyor, varille bakışıyorlar.
Adam başını eğiyor, varil düşünüyor sanıyor bunu.
Arkadaşına söyle sana kim olduğunu söylesin.
İnsan insanın kurduysa kurt kurdun çakalı.
Korkak geyik 2 filminin fragmanı, benim yönetmenliğimde şu an çektikleri.
Ödül alacam ben ödül alacam diye bağırıyordu oysa bu varil ajanstayken. Karakterinin değişmez bir parçası olan espriyle karışık bir densizlik, mikro bir megalomani, hey gidi bir dürzülük, potlardan bir potburi, karmalardan bir karmaşık yaratık.

VASAT BİR ZEKAYA SAHİPKEN DÜNYANIN EN AKILLI
İNSANI OLDUĞUNUZU SAKLAMANIZ BÜYÜK UKALALIKTIR.
Bir gün diyorum ki, sen al ödül, benim onlarca var, bir yerden sonra sıkıcı.
Ama böyle söylemek ukalaca olmadı mı diyor.
Ben diyor, Ediz Hun, ben şimdi öğreniyorum Murat’ın ödülleri olduğunu, aylardır birlikte çalışıyoruz, bize hiç söz etmedi, şimdi neden söylüyor acaba sana, düşün bakalım.
Yaratıcı çalışması yapılmamış hayatların stratejileri de hep böyle bir güdü güdü güdük kalıyor. Olduğundan daha iyi görün, tamam, ama sonra göründüğün gibi ol, di mi…
Yoğunluğumdan dolayı ona devrettiğim imajı yüksek bir müşterimizi kendi tarzıyla yazdığı başlık ve sloganlarla kötü yola düşürüyor. Varilin varoş tarzını yansıtmaya başlıyor elit müşteri giderek, giderken. Patronlar uyarılarıma rağmen bunu seyrediyor. Sıkıcı modern döşenmiş yeni işyerimizdeki yaratıcı yönetmen odasını göstererek, üstten üstten, benim masamın üstünden, oraya oturacağım beeen, oraya diye bağırıyor densiz denden, yine gülerek, şaka yollu güya. Sadece televizyon dizisi yazmış daha 1 yıllık reklam yazarı, toplasan 3-5 yıllık insan.

Bir alyans reklamında, evliliğin bir ömür boyu olması fikrini alyansları iki tekerleğe benzeterek açıklıyor, şu başlıkla: Uzun yolculuklar için ideal!
Lastiği alyansa benzetmek olabilir, değer ve dayanıklılık anlatırsın ama alyansı lastiğe benzetemezsin...
Adamın biri terziye elbise diktiriyor, şurası biraz potluk yapmış. Olur mu diyor terzi, siz yanlış duruyorsunuz, omzunuzu biraz kaldırın bakayım; ama o zaman da bel kısmı tuhaf durdu; beliniz yanlış durduğu için, şöyle eğilin biraz, bacağınızı da şöyle yaptınız mıydı... Adam o yamuk yumuk kıvamında evine giderken karşıdan gelen iki kişinin dikkatini çekiyor:
-Tüh. Yazık adamcağıza, nasıl bu hale gelmiş acaba?
-Ama birinci sınıf bir terzisi olmalı. Varil gibi iş çıkartmış.
Olayın patlaması da şöyle oluyor…
Dur yanımıza biri gelsin ara verelim… Gel Ali gel, ara verelim biraz ara verelim…
Ali geliyor, bir şey söyleyebilir miyim naçizane diyor.
Biri naçizane dediğinde bekle ki ukalalık yapmasın.
Sevgilisini göndermiş; terk mi etti yoksa seni diyorum.
Kalkıyor yine, suratı karışmış, bak yüzüne söylüyorum, diyorum, arkandan konuşurum.
Sevgilim terk etti demin beni.
Beni terk edecek hali yok ya.
Hal bırakmıyorsun tabii sen.
Tercihlerin demem yüzünden mi, espriydi canım o.
Benim sana tavrım yüzündenmiş, keşke tercihlerin dediği gibi değişik olsaydı dedi, homo olsaydın hatta, öyle tacizkar davranmasaydın adama.
Ali; arkana bakmadan, kaç?
Uzaklara bakıyor; 7, 4, 1, 6...
O kadar bilemedin ki, 9 olacaktı; şimdi arkana bakmadan kaç…

VARİS
Yüksek sesle bağırarak basket futbol oynuyorlar ofisin içinde… Tuhaf bir durum değil bu bizim için, başka yer yok, enerji atıyor hareket ediyorlar. Çok ses çıkarmadıkça sorun etmiyoruz. Dart oynadıklarında hatta ben de oynuyorum. Ama bu kez… Akşam biz yoğun çalışıyoruz ve gece de çalışacağız. Arkadaşlar biraz sessiz olun diyorum. Kibar bir uyarı yapılmadı diyor sessiz bir şekilde, avanak erkekleri örgütleyecek bu ceylan… Ajansta fazlaca bağırarak futbol oynayıp, çalışan ve akşam da çalışacak birilerini rahatsız ettikleri için kibarca uyarılmak istiyor… Yüksek sesle söylemediği için önemsemiyorum. Aynen devam ediyorlar gürültülerine, arkadaşlar lütfeeen çalışamıyoruz burada diye bu sefer sesimi yükselterek söylüyorum.
Sesini yükseltme Murat…
Sessizlik… Birkaç saniye.
Şöyle bir başımı uzatıp suratına bakıyorum.
Ciddi misin sen…
Suratı gülse… Yerime oturacağım… Espri diye geçiştireceğim… Densiz esprilerinden biri…
Suratı sert ama…
Bir surat ne kadar sert olabilir; ayağa kalkışıyorum ve gösteriyorum.
Her basket masket futbol mutbol oynayışında, abi seni rahatsız ediyoruz diyen birini düşünün, kesintisiz her seferinde diyen… Ajanstan ayrılan iyi insan tasarımcı bu, Ediz Hun. Çünkü o basket oynasa da bilirdi ki: Burada basket oynama hakkı yok… Burası iş yeri çocuk bahçesi değil…
Ben onlara bağırırken yumuşak patron giriyor içeri. Hayvan gibi eğlenilir mi diyorum tam bu sırada, hayvan kelimesinin üzerine basıyor ve tekrarlıyorum bir kaç kez. Biz aylardır buna katlanıyoruz, neden katlanalım. Siz diyor patron hayvanlara benimle gelin. Hayvanat bahçesi yaptırdıysa fındık fıstık atmaya giderim.
Ben şu an konuşamam abi.
O zaman burada durma...
Çıkıyorlar, o gece birlikte çalışacağımız diğer tasarımcım iyi yaptın diyor.

İLK KÜFRÜ EDEN YARATICIDIR, İKİNCİSİ KÜFÜRBAZ.
Hatalı olduklarını düşünmüşler sonradan bu geyikle arkadaşı papağan. Özür dileyeceklermiş.
Benim yaptığım bir hareketi mazeret gösteriyorlar ama, soğumuşlar özür dilemekten.
Hata yapmak 1 saniye, hataya mazeret üretmek 3 saniye; insan zekası işte böyle gelişti…
Hareketim şu:
Bir ilan asıyorum sabah çalıştığımız salonun duvarına:

İLGİLİ ŞAHISLARA DUYURU
12 Nisan 2006 Tarihli ve MS 1969 sayılı karar itibariyle Yaratıcı Grup Odası içerisinde
Yüksek sesle konuşmak
Bağırarak konuşmak
Konuşarak bağırmak
Basket-futbol-kartopu ve bilimum “açık saha” oyunlarını oynamak
yani bu katı çalışma arkadaşlarını rahatsız edecek şekilde bir çocuk bahçesine çevirmek
YASAKLANMIŞTIR
ADIM SOYADIM

Önce çok terbiyesizlik yaptıklarını düşünen, gönderelim bunları diyen metil sonra, ama birlikte çalışmalıyız falan demeye başlıyor. Uyum sağlayın! Bazen patron şapkasını giyildiğinde farklı bakılıyormuş. Neresine giyiyorsa…
Sadece o mu, o gece birlikte çalışacağımız ve iyi yaptın uyarmakla diyen tasarımcım, ağız değiştiriyor, ben rahatsız olmadım sesten demeye başlıyor; bir yerlerde kulisler yapılmış.
Ben ayrıldıktan aylar sonra, işte bu varil gidip ben yarın ajanstan ayrılıyorum diyene kadar da yeterli bir tepki göstermiyor metil. Anca kendi zor durumda kalınca başını kaşıyıp patron şapkasının orada olmadığını anlayarak kıçını kaşıyor, kıçına kaçmış; onu sektöre rezil edeceğim falan diyor.
Ali geliyor, benim sıram gelmedi mi daha diyor, dinlemeden susuyor, somurtuk…
Kötüyüm diyen insanın kötü hissediyorum dediğini sanıyoruz...

ALÇAK GÖNÜL
“İnsanoğlunun değeri bir kesirle ifade edilecek olursa; payı gerçek kişiliğini gösterir, paydası da kendisini ne zannettiğini, payda büyüdükçe kesrin değeri küçülür." demiş Tolstoy.
Alçakgönüllülük felsefesi için iyi bir tanım. Ama alçakgönüllülük felsefesi insanın gerçek değerine aldırmaz...
Örnekleyelim: 10 gerçek kişilik değerinde bir insan, kendini 5 değerde zannediyorsa: Değeri 2…
5 gerçek kişilik değerinde bir insan, kendini 1 değerde zannediyorsa: Değeri 5…
Sonuç: 10 gerçek değerdeki biri, 5 gerçek değerdeki birinden daha değersiz çıkıyor! Sadece değersiz de değil, kendini 5 değerde zannettiğinden 1 değerde zannedenin yanında ukala da sayılıyor! Yani bu 10 numara insan, Tolstoy’un denklemine göre hem değersiz hem de ukala!
O eski ama eskimemiş “kendini bil” anlayışını içselleştirmiş, yani 10 gerçek kişilik değerinde ve kendini de 10 değerde zanneden (bilen) insanın (yıldızlı 10 numara insan), bu yukarıdaki ikiliden daha değersiz ve daha ukala çıkmasına hiç değinmiyorum...

KARA DUL
Yıllar sonra tekrar bir oluşumun içine davet ediyor bu Metil. Orada ak koyun kara dul kuş beyin artık tam olarak ortaya çıkıyor. Maaş yok, müşteri almak için çalışacağız, alırsak iki kat para alacağız, alamazsak hiç. Teklifi bu ama patron teklifinin kendine getirdiği yükümlülüklerin farkında değil, her zamanki gibi. Artık patronluk yapamaz, ancak taslayabilir. Onun karışmalarıyla yaratıcı çalışma yanlış ve kötü bir yere gittiğinde eskiden, boş ver maaşımı ödüyor nasılsa noktasında durdurabilirdim itirazlarımı, ama artık müşteriyi kaçıracağımızdan para da alamayacağımız için karışmasına izin veremem; birçok Türk fakiri patron gibi parasıyla borusunu öttüremez artık; bu kez ortağız, eşitiz, yetenekli yeteneksiz, karakterli karaktersiz ne kadar eşit olabilirse artık…
Olay şöyle bir yere geliyor: Bunun bir stratejistiyle birlikte, bir kara dul, solaryum bronzu bir dişi yaratık, 2 stratejiden doğru bulduğumuz tekiyle bir yaratıcı çalışma yapıyorum. Metil olaya sonradan karışıyor ve diğer stratejiyle yapmamız gerektiğini öne sürmeye başlıyor; üzerine düşünüp, yaratıcı çalışma sürecinde yanlışlığına daha da inandığımız diğer stratejiyle. Kara dul da bunu desteklemeye başlıyor, kocasını yemiş bitirmiş, beni de satıyor. Tabii artık stratejilerin doğruluğu ya da yanlışlığı konuşulmuyor her zamanki gibi, temel sorun yine yanlış strateji olarak öne sürülmüş bir ego için yapılmış kötü yaratıcı çalışma olarak karakterleri, bu karakterlerinin benimkiyle çatışması. Fikre onlara karşı olduğum, kendi fikrimi dayattığım için katılmayacağım konusunda önyargılıdırlar, kendileri öyle yapacaklarından. Fikirlerini gerçekten ikna olmaya çalışarak dinlememi anlamıyorlar, kendileri asla böyle yapmayacaklarından. Kendi fikrime gerçekten inandığımı da anlayamazlar bu yüzden, kendileri öyle yapmadığından. Temel hata, fikirlerime değil insanlığıma karşı olmaları; karakterime ve suratıma karşı olmaları, kendi yanlışlarını suratlarına vuran doğru karakterime…
Ama işte onlar da iyi ve doğru ve hatta dürüst insanlar olduklarını düşünüyorlar, savaştıkları şey aslında sağlamlık…
Aslında sağlam… Aslına sağlam… Çünkü aslına sadık.
Güçlüyü yenerek, güçlerine güç katacaklar…
Diyorlar ki: Stratejiye göre yaratıcı çalışma yapılır.
Stratejiler yaratıcı çalışma sonrası yanlışlanabilir görüldüğü gibi diyorum, yeterince derin düşünmemişsiniz, örneklememişsiniz; biz yaratıcı çalışma için gerçek hayattan cümleler ve görüntüler ararken olayı pratik düzlemde düşünmeye başlarız ve sizin teorideki eksikleriniz ortaya çıkabilir diyorum.
Adamın biri diğerinden zekiyse aptalın yanlışlığı ortaya çıkabilir görüldüğü gibi demiyorum.
Biz böyle çalışmayız diyor kara dul, haklı olduğundan değil stratejist olduğundan; bu hep böyle olmuştur diyorum, bu genelde böyle olduğu halde, sizin dediğiniz gibi başlar ama benimki gibi devam eder.
Fikrimizi kabul etmiyorsun diyorlar.
Herkesin sizinle aynı fikirde olmasını istemeniz ne büyük alçakgönüllülük; benzersiz olmak istememeniz.
Yok, bunu anlamazlar; şöyle diyeyim: Siz de benimkini kabul etmiyorsunuz.
Söylenecek hiçbir şey kalmıyor ama hâlâ konuşuyorlar, burada bırakalım düşünüp tekrar toplanalım yarın diyorum, vaktimiz yok diyorlar.
Tartışma kazanma esnafı olarak yetiştirmişler kendilerini; en safı olarak...
O zaman benim dediğim gibi olacak diyorum.
Nasıl böyle dayatabilirsin diyorlar, gözleri fal taşı gibi açılmış, nasıl da haksızlığa uğramışlar bakın gördünüz mü…
Toplantı odasında bir ses, Murat’a dayattığınızdan o da size dayatıyor diyor. Bu da nerden çıktı? Saatlerdir suskun kalmış tasarımcımın sesi olabilir mi, yok canım, gaipten gelmiş olmalı, en mantıklı açıklaması bu, tekrar bana dönüp tartışmaya devam ediyorlar.
Benim stratejim ve benim yaratıcı çalışmamla gideceğiz diyorum. Sonuçta bu işin yaratıcı yönetmeni ben olduğuma göre…
Yaratıcı yönetmen mi diye gülüyor kara dul.

KARA KUL
Neden güldüğünü bilmiyorum, tahmin etmek de istemiyorum… Reklam sektöründe bir şey olmak isteseydim olurdum diyorum Etil’e bakıp sırıtarak, sırıtmayı becerebiliyor muyum acaba, ben gülmeye alışığım… Ama konu daha sakat: Seni çok tanımıyorum kara kul, Metil’in onayıyla bizle çalıştığına göre şimdiye kadar benim onayımı da almış bulunuyordun, ama bu işi bitirelim, beraber çalışmaya devam edeceksek reklam sektöründeki tecrübenle ilgili bana bir sunum yapmanı bekleyeceğim.
Aval aval bakıyor: Buraya dişimle tırnağımla geldim ben!
O dişlerini fırçala ve tırnağını da kes artık.
Metilda’ya bakıyor, iyi ki Metilda yanındakileri satan biri. Bu müşteriyi almak istiyor ve tek çaresi var, ama son bir deneme:
Beğenmediğimiz, inanmadığımız işi sunmamızı mı bekliyorsun diyor, arkadan enseye duygusal yaklaşım.
Açıkça suratlarına: Beklemiyorum, sunmak zorundasınız. Para kazanmak istiyorsunuz…
Aval aval 2 çekilmiş, ilk yarıyı seyrediyorum…
Strateji budur, yaratıcı çalışmayı sizden bekliyorum, diyerek toplantıyı terk ediyorum...
Sunuluyor, geri dönüşler alınıyor.
Metil önce bize yazılı yorumluyor, güya özetliyor. Kendi haklıymış, bakın müşteri de onu onaylamış. Müşterinin hiçbir şey onayladığı yok. Onların da kafalarının karışık olduğundan başka bir şey anlaşılmıyor, başta kafalarında bir şey varsa... Metilin dediği stratejiyle gitsek beğenilebilirdi yani, reklam dünyasında bu çok olur, metiller ve etiller birbirini ağırlar. Kendi topuklarına sıkarlar, halk da zaten ne satsan alır, çıplak olduğundan…

MÜŞTERİ HER ZAMAN HAKLIDIR, HAKLAMAK LAZIM ONLARI.
Bir kadın arkadaşım reklamlarını çok sevdiği ucuz Budget Hotel için ne güzel di mi, adamlar ne sunuyorlarsa onu koyuyorlar demişti. Reklamında, koltukta iki büklüm yatan bir “misafir”in, soğuktan donup çarşafa sarılmış bir başkasının fotosuna falan baktıktan sonra, kalır mısın peki dedim, evet dedi, kalırım. Tecavüze uğrayacağından falan korkmaz mısın yahu dedim. Yoo, dedi, o zaman onu koyarlardı, adamlar ne varsa onu koyuyorlar…
İşi de parayı da alamıyoruz. Başka bir iş ile devam etmeyi teklif ediyor. Biliyoruz ki aynı sorunlar devam edecek, uğraşmaya değer mi? Paraya ihtiyacımız var. Değmez. Biz yokuz sizin yolunuz açık olsun diyorum, deliriyor. İş yerinde insanları yönetmek başka, ki artık onu da yapmayacağını göstermemizi bile anlamadı, ama iş dışında da insanların hayatlarına karışıyor, bensiz başarılı bile olursunuz bakarsınız gibi cümleler kuruyor, yıkıyor.
Bu metile son cümlem şu oluyor artık: Kısaca bundan sonra lütfen benle ne metin yarıştır, ne yaratıcılık konusunda benim yanımda kendini bir yerde gör, ne hata kabul etme konusunda bana laf et, ne de bir daha benle çalışmayı düşün.­ Hayatındaki her başarısızlığı artık kendimden bileceğim.

KARA KUTU
Kara dul için solaryum bronzu dedik ama başka kara kuru özellikleri de var. Sadece stratejicici sanıyordum kendisini ama aynı zamanda reklam yazarıcı ve müşteri temsilciciymiş… Komple kara dul yani, kafa komple dul, her alanda partnerini satan kişilik. Reklam yazarlığından ve karakterinden başka örnekler de vereyim; bazı başkalarının cicilliklerini de ekledim çünkü fark etmez, bunların hepsi aynı morun soyu.
Ama önce bir prensip: Ustam, bitirdiğimiz bir ilanın özene bezene alınmış çıkışını ortalık bir yere, yere atardı, özene bezene. Birkaç gün yanından önünden geçerdik, bazen üstünden atlardık... O birkaç gün sonrasında Murat derdi, bu ilanı yerden kaldır, orada olmayı hak etmiyor. Ancak ondan sonra müşteriye sunardık.

TANRI HAYATI YARATIRKEN ŞÖYLE DEMİŞ: ŞİMDİ REKLAMLAR.
Bir araştırma hastanesi için “Hastalık ve tedavi keşfederiz” diye bir başlık buluyor ve savunuyor. Hastalık keşfederiz dememesi gerektiğini anlatmaya çalışıyorum.
“Kalitenin görünen yüzü…” İnternet sitesine giriyorsun, fabrikaya kameralar kurmuşlar, firmanın üretimini inceliyorsun. Yiyecek firmasının üretiminde açıklık, şeffaflık falan, yersen… Kalitenin görünen yüzü mü?
Kalitenin bir de görünmeyen yüzü mü var... Şeffaflıktı hani. Bir şey saklıyoruz demiyor mu bu başlık… “Gözle görülür kalite” gibi bir şey olmalı…
Neredeyse sunulacak sloganı yolundan çeviriyorum, bana zamanında göstermemiş…
-Niye okutmadın?
-Okusaydın.
2 gün sonra herkesin önünde lafını değiştiriyor:
-Okumuştun.
Başka bir gün, akşam, mesai saati epeyce bir bitmiş, yetişemiyorum yardım eder misin diyor heyecanlı, Allah Allah, paylaşacak yaptığı işi benle. Yardım etmek için onu dinlerken yetişemediğinin bir randevusu olduğunu anlıyorum.
Eleştirildi ya eleştirecek, bu da her şeye yetenekli ya bir de eleştirmenliği deneyecek; tamam ama bunu müşteri sunumunun tam ortasında yapmaması gerektiğini anlatmamız gerekiyor, üstelik müşterinin de beğendiği bir iş, zaten eleştirilecek bir şey yok, kendi yanlış mantığı haricinde, ama müşteri aramızda tartışmamızı dinliyor...
Benim fikrimi kullandın bir yerde ama sorun değil diyor. Hangi fikir diyorum, olsun önemli değil diyor havalarda, ısrar ediyorum, açıklıyor: Çimlere yatan kadın fikrim…
Çimlere yatan kadın diye bir fikir mi olur, muhtemelen benzer bir görseli kullanmışız başka bir fikir için, eğer onunkinde çimlere yatan kadından başka bir fikir varsa tabii. Muhtemelen sonradan bunu Murat’ın benden fikir yürütmüşlüğü bile vardır diye açıklayacak etrafa, çok önemli değil çok önemli değil, olur böyle şeyler diyerek; çimen at izi kalsın.
Reklam sektörü böyleleriyle dolu, diyor Etil, özeleştiri mi, konuyu kendinden mi uzaklaştırıyor yine, yoksa arası bir şey mi, bahsettiğimiz kendi çalıştığı elemanı değil sanki, ha anladım, başkasını bulmak zor anlamında söylüyor bunu, e ben.

SALÇA
Kendine bakmadan başkasını suçluyorsun; ben kendime bakarak başkalarını suçluyorum.
Aman canım eski sevgilime karı dememiş ki, bu kadar abartacak ne var ve bu kadar uzatacak…
Ali yanımıza gelmiş, dediğimi anlamıyor, özür diliyor.
Deja why?
Yanıma gelmek istiyorsan özür dileyip gel demişti Murat. Özür dileyeceğini ayağına bekleme.
Dilemiştin zaten diyor metil.
Özür dilerim derken tanrıdan bir şey diliyor sanki adam; özür dileniyor sanki; sapasağlam adamsın, çalış, adam gibi dile; kusura bakma derken bakma da kaytarayım işte demek istiyor.
Benden dilediğin esas özrü de unuttu tabii; kitabında bana teşekkür etmeyerek… Evet kitap da yazmış bu orta parmak, yazarkuma; yüzlerce bi boka yaramayan kişiye de kitabın sonunda teşekkür etmiş, edebiyat duayenleri falan da var aralarında, bir tekinin bile okumadığına eminim, bu da onları; danışıklı sövüş, tanışıklı teşekkür; bir ben yokum; benim adımı o ucuz kitabında anmamış olmasındaki incelikli özrü kabul ediyorum.
Yoksa bir gece beni yemeğe çıkartırsın. Kendine söz vermişsindir, bu gece ne olursa olsun Murat’a karşı çıkmayacağım. -Bana karşı çıkma, sana karşı çıkmıyorum, bak hâlâ karşı çıkıyorsun.- Sadece onu dinleyeceğim. Neden bana kızmış. Dünyadaki volkanların sebebi sensin dese bile itiraz etmeyeceğim… Sonra, en kötü ihtimalle, beni eve bırakırsın, mutlu olduğuma emin olursun, ve sen de evine gidersin. Mesaj atarsın, bir daha seni görmek istemiyorum, için rahat olur (en kötü ihtimalle içi rahat olan insanlardansındır); şu anda için rahat değil…
Unutmak istiyor bu da sizin gibi beni, adımı sanımı her şeyimi; parmak izlerini… Güzel günlerimizde, biz laflarken bir anda bir arkadaşı geliyor, ne haber Ali. Biraz konuşuyorlar, sonra adamı tanıtıyor bana Murat diye, adamın adı da Murat'mış, sonra bana dönüyor, beni tanıştıracak, duruyor, adını unuttum yahu diyor…
Şunu başkası söylemişti, çağdaş sığdaş özür felsefesi: “Ben özür dilememi gerektirecek kadar korkunç ve affedilmez bir şey yapmışsam eğer gerçekten, özür dilemem. Çünkü sen de asla gerçekten affetmezsin zaten. Diyelim ki affettin, o zaman da, nedir bu, bir özürlük müyüm ben diye düşünmekten alamam kendimi.”
Allah yarattı diyebileceğim insan kaldı mı?
Kadınların her yerini kapayan gerici kültürlerde, biraz bir tarafları görününce tahrik olması gibi erkeklerin: Özür dilemeye dilemeye normal bir eylem olmaktan çıkmış artık: Ben özür dilenince gözleri sulanan birine, onlar ben faşist miyim ki özür dileyeyim diyen birilerine dönüştüler…
Adam Tanrıya sırtını döner, artık onun yolunda olmayı kaldıramıyordur. Uzunca bir süre sonra Tanrı tekrar görünür buna; Tanrım der ne kadar yücesin, ben senden yüz çevirdim, hâlâ bana görünüyorsun. Çünkü yüz çevirmen lazımdı der Tanrı. Bu tabii holivud versiyonu; aslında, yani bizim yaşadığımız hayatta şöyle der tanrı: Çünkü öldün lan salak. Git tuvaletleri temizle şimdi, dünyanın bokunu…
Arkama yaslanıp, ikisinin de kızarmış domates suratlarına bakıyorum, şöyle kafalarını birbirine vursam bunlardan bir salça olur mu...
Hepi topu yüzde onunuz insan, binde de onunuz, milyonda da onunuz, hayatta da artmıyor payınız.
Genelleme yapıyorsun diyor.
% 1'ini tenzih ederim dediğinde % 99'un kendini o % 1'in yerine koyacağına emin olduğun bir toplumda bilinçli bir şekilde genelleme yapılabilir.
Beni tenzih et bari, bizi…
Okurken dinlediğin şeydir edebiyat, demiş biri, güzel, ama şairaneler için. Benimkinin kokar bulaşır olmasını isterim: Okurken direndiğin şeydir edebiyatım. Hayatım.
Ben hiçbir konuda seninki kadar kesin cümleler kurmamaktan yanayım.
Şu kurduğun gibi kesin cümleler mi... Siz diyorum, birbiriniz üzerinden benden özür diler gibi yapacağınıza, neden doğrudan nedamet getirmiyorsunuz, nedameti doğru kullandım mı…
Bu iki şüpheli, ayrı ayrı sorguya alınıyor. Birbirlerini ispiyonlarsa 5 yıl ceza alacaklar… İkisi de susarsa 3’er yıl ceza alacaklar ki bu ödül diye nitelendiriliyor. Bir de cazibe var ki, akılları çelinsin; birinin ispiyonlaması, diğerinin susması durumu, ispiyonlayan 1 yıl ceza alacak, diğeri en yüksek cezayı… Araştırmacı diyor ki, ispiyonlamak her halükarda kârlıdır. Asil davranmanın konuyla hiçbir ilgisi yoktur. Yapılması en doğru olan şeyi aramıyoruz, manevi bir vakum içinde mantığa en uygun davranışı arıyoruz. Ve bu da döneklik yapmaktır. Bencil olmak akılcıdır…
Manevi vakum nedir diye sorarsanız çeviri hatasıdır derim, durumu insanca’ya çevirmemişler henüz…

KÖR
Kamburların ve körlerin birbirini, körlük daha zor, hayır kamburluk daha zor diye suçladığına tanık olmuştum.
Körlük daha zor ama…
Kör müsün.
Evet. Ama yavaş yavaş açılıyor gözümün biri.
İkisinin arasında bir hareketlenme olursa sakın şaşırma; üçüncü gözse sık, sivilceyse peygamberliğini ilan et, sakın karıştırma, bu yüzyılda bu moda.
Kör olduğun için üzülüyor musun diye sormuşlar Stevie Wonder’a, yoo demiş, beterin beteri var. Mesela zenci de olabilirdim.
Mesela metil de olabilirdi.
Normalde aralarında ben olmasam iyi anlaşabilirler aslında. Böyle düşük karakterlilerin birbirleri için karakterlerinden feda edecekleri daha az şeyleri bulunuyor çünkü. Müthiş özgürler, bir doğruya göre hareket etmek zorunda değiller. Herkesle de iyi anlaşırlar; kalabalık insanı aptallaştırır, böyle aptalsa mutlu hissettirir. Hümanizm insanları sevmek değil ki, insanı sevmek; insanları sevmek popülizm. Her insanda ayrı bir güzellik bulan o zorlama tipler gibi, dünyaları nasıl küçük. Ama ben varken Allah büyük, duyuyor işte, duyup duyup vuruyor.
Allahım diyorum şunlara bir işaret gönder benim adıma. Bir anda hava kararıyor, şimşekler çakmaya başlıyor, hava şartları diyorlar. Allahım biraz daha diyorum, bu bönlere, yakınımızdaki ağaca yıldırım düşüyor; bak sen şu Allahın işine diyorlar. Allahım diyorum beni mahcup etme. Göklerden sert bir ses ortalığı inim inim inletiyor: Murat haklı ülen, ünlem…
Bakıyorum suratlarına.
Şimdi, diyorlar bir birlik halinde, ikiye iki olduk…

I, ROBOT... BEN, KORDELA
Bunların dürüst modelini şöyle tasarlamışlar:
-İyi birini aramıyorum; o zaman ben kötü kalıyorum çünkü, biraz kötü biri iyidir bence.
-Biraz mı!
Bu ikisi kendilerini Selim ya da Metil sanan kaçıklar.
Mark Twain’in bir ikiz kardeşi vardı. O kadar birbirlerine benzerlerdi ki, boyunlarına taktıkları bir kordelayla birini diğerinden güç bela ayırabilirlerdi. Bir sabah yıkanırken kordelaları çıkardılar. Biri boğuldu. Hangisinin olduğu hiçbir zaman anlaşılamadı.
Bunların kordelaları da benim.

YA TREN DE ÖKÜZÜ SEVİYORSA 2
Trenle tatile gittiğimiz bir gece, yemek vagonunda meyhane muhabbeti yaparken tren köyün birinde duruyor, akşam, öyle bekliyoruz, çok sempatik. Gençliği köyde geçmiş bir arkadaş sonradan söylüyor, köyün gençlerinin tek takılacakları yer orasıymış, tek eğlenceleri, disko derlermiş hatta... 2 tane var o gece, bizim cama yaklaşıyorlar, Selim ve Etil’e benzemiyorlar mı bunlar, teki Hande’ye öpücük gönderiyor… Bakıyorum ne yapabilirim diye, bir şey yapmalı mıyım, çıkayım mı; ne yapıyorsun gibilerinden bir el hareketi, sustalısını çekiyor, bir şeyler söylüyor suratında bir nefret, bıçağı saplarım gibi hareketler, geliyorum içeriye imaları… Artık çıkamam, o girebilir mi? Öyle önümüze dönüp gülüyoruz, önce sinirden, sonra hüzünden; Allahtan tren hareket ediyor…
İki kişi demiştim. Diğerini takip edeniniz oldu mu, esas hikaye onundu çünkü; geçiyorum.
Haksızlık yapmayalım, Selim ve Metil’e sadece benziyorlar. Ali’ye hiç benzemiyorlar, Ali’nin hep bir havası olmuştur. Belki Ali tren olabilir… Öyle aynı hatta, leyla leyla.
Metil de istasyon memurudur.

TİPİKİZ
Irvin Yalom anlatıyor: İki arkadaş aynı terapiste gidiyorlar. Terapistlerine kıl oldukları için bir oyun oynamak istiyorlar ona ve aynı rüyayı anlatmaya karar veriyorlar. Terapist ilk seansta dinlediği rüyanın tıpa tıp aynısını, dördüncü seansta da dinliyor. Hiç istifini bozmadan şöyle diyor: Ne ilginç, bugün aynı rüyayı üçüncü kez dinliyorum!
Zannediyorsunuz ki akıl akıldan üstün…
Halbuki gerçekten de aynı rüyaları görüyorlar bu ikisi. Diğer ceylanlardan değil çitadan daha hızlı olma rüyası.

YETENEKLERİNİ İYİYE KULLANMIYORSAN,
İYİCE KULLANMIYORSUN DEMEKTİR.
-Bak Borak. Aylar önce sana kitabımın kapak tasarımıyla ilgili bir fikir verdim, tasarımını yaparım dedin… Aylar geçti bir haber yok! Dün bana merhaba dedin, neden olduğunu anlamıştım, Çağlayamayan söylemişti, bilmezden geldim, çünkü aldığın ödül umurumda değildi adam olmadıysan; sana babamla sorunlarımız var, ev bulmam lazım dedim, sen başka hiçbir şey sormadan bir hımm dedin! Sonra da hayatımda ilk defa bir şey yaşadım deyip Kristal Elmadan bahsettin… Bana nasıl anlamsız geldiğini anlatabildim mi. Alma; arkadaşının acısıyla ilgilenmiyorsan; aylar önce sana verdiği, çok önemsediği kitabının kapağıyla ilgili ricasını söz verdiğin halde, mazeret göstermeksizin, yapmıyorsan… Kristal Elma Alma. Hiçbirimiz bu dünyaya Kristal Elma almak için gelmedik…
-Kitabının yazımından vazgeçmişsin, tekrar düzenleme ile ilgili zamana ihtiyacın olmuş, Çağlayamayandan öğrendim, dolayısıyla kendime dedim ki, kitabının düzenlemesi için zamana ihtiyacı var belli ki, yani bu biraz süre alacak, belki kitabı bile değişir, samimiyetimize ve sevgime dayanarak, ona göre kitap tasarımı fikri de değişir, ben biraz daha bekleyeyim. Bir de Kristal Elma, hayatımda ilk defa olan bir şeyi, meslek hayatımda başarılı gördüğüm çalışmalara beraber imza attığım, birçok şey öğrendiğim ve saygı duyduğum bir insanla –bir abimle- paylaşmamın senin için böylesine anlamsız geleceğini tahmin edememem, belki de bahsettiğin gibi “yaşı küçük insanlar” olmaktan kaynaklanabilir… Kim olursa olsun, ödülü almış ve seni dostu olarak görerek senden onun gibi sevinmeni bekliyor sen onun sevincine ortak olmadan nasıl da onun senin kitabın için kapak yapmasını bekliyorsun! Böyle bir bencillik ve tek taraflı arkadaşlık dünyanın neresinde olabilir! Olabilir mi… Olamaz! Asla olamaz!
-Olay böyle olmadı, nasıl olduğunu yukarda anlattım; olayı böyle anlatırsan, sen sadece egosu şişmiş ukala bir reklamcı olmakla kalmaz yalancının da teki olursun… O zaman da o kristal elma, anca seni kendine getirmek için kafana vurulunca hayatında bir işe yarar olur. Sen istediğin jüriden onay al reklamcılığın için, Murat Sohtorik’ten onay almadıkça adamlığın için, değerini aldığı kristal elmalarla armutlarla ölçen salak bir adam olacaksın, yazıklar olacak… Kolay gelmesin, yolunuz açık olmasın… Sizin gibiler için tek duam budur…

KENDİNİ BİL; DANDİNİ BİLL
Bunlar genç. İlerde birçok şeyi üst üste kuracaklar, ben bi tık aşağıya çekeceğim bunları, ama ne tık! En temelde bir yerden olacak o tık, sıçtık, tüm yaptıkları yıkılacak. Yapmak zor, yıkmak kolay lafını işte böyle bir tık değiştirdim.
Yaşlanmalarını bekleyeceğiz, sonunda onlar da babamın yöntemini uygulayacaklar, ölerek, iyi bilirdik demem için arkalarından…
Ölmeyecek olsalar zaten çekilmezler.
Ya göründüğün gibi öl, ya da öldüğün gibi gömül.
Ya da şöyle bir ağır vaka olacaklar:

ÇAĞLAYAMAYAN
“Millet seninle dalga geçiyor lan hamam böceği. Dön de bir bak olmayan çevrene, adını kim duysa susup arkasını dönüp gidiyor. Küçük bir sırıtmayla... Hani o dalga geçtiğin adamların hepsi. Arkandan bu İstanbul’da söylenmeyen tek bir şey duymadım lan. Ama her defasında seni tek ben savundum göt! Yanında kimse yokken sana evinin kapısını bir tek ben açtım. Evet ben barınamamışım, ama çalışıyorum ve para kazanmaya çalışıyorum, senin gibi sağda solda yıllarca tatil yapıp, it gibi sürtmüyorum ve bilmediğin gibi bu dünyadaki tüm insanlar bunu yapmaya çalışıyor! Hayatını kazanmak nedir bilmeyen, en temel ihtiyaçlarını gidermek nedir bilmeyen cehennem zebanisi seni. Senin gibi evi var diye kimse sağa sola bok atmıyor. Ulan aha gördün işte salak, evsiz kaldın işte, ne oldu o güvendiğin o malın mülkün var mı elinde ha söyle lan ağzına sıçtığım, babasının ölmesi için dua eden allahsız! En azından ben hayatımı kazanmaya çalışıyor çabalıyorum, yani senin yapmadığın şeyi yapıyor ev geçindirmeye çalışıyorum diğer 70 milyon insanla birlikte! Senin kalbin mutlu olsun diye kitabına güzel eleştiriler yapmaya çalışan adamım lan hatır kıymet bilmez adi. Senin eşlerin çalışıp çabalayıp ev geçindiriyor aile geçindiriyor, yüzlerce insana iş ekmek sağlıyor, yazdığı kitaplarla en azından doğru insani fikirler savunuyor ama sen yazdığın sikiştiğin karıları yazmaktan başka bir bok yapıyor musun, dön de kitaplarına bak, kıçımı silmem lan onlarla diğerlerinin söylediği gibi, o adam salak, ondan bi bok olmaz, bi köşede ölüp gidecek o yalnız başına. Ajans’ta bir buçuk sene çalışıp ayrılan tek sen varsın doksanlarda. Arkadaşlarının yanında sevgilisini döven, babasını döven. 40 yaşında ablalarından hala para alan sağdan soldan milletten yardım bekleyen, evi arabası var diye şımarıklığın en pisliğini yapan sen. Ama benim var, olacak da, oluyor da, senin ağzını yüzünü sikeceğim. Evet yeteneksizim ulan var mı var mı ha, adi salak, ama en azından senin gibi ah eski günler ah yazdıklarım deyip sağda solda palavra sıkmıyorum. Kağan’ı kıskana kıskana onu dilime dolamıyorum. Bak nasıl da Kağan’ı diline doluyorsun, o adam seni sikine takıyor mu bak bakalım.”

“ALLAH BELANIZI VERSİN.” ALLAH
Şeytan adice bir plan yaptı; günlüklerine bakarak yargılayacaktı insanları. Adinin adisi insan buna çok sevindi ve aynı zamanda aptal olduğundan gönlünce yazıp savundu günlüğünde kendini. Böylece sadece günahları için değil ikiyüzlülükleri için de yargılanmayı hak etti. Kendi hayatına yalancı tanık olarak.

HAKKIMDA YALANLAR SÖYLEMEKTEN VAZGEÇERSEN,
BEN DE HAKKINDA DOĞRULARI SÖYLEMEKTEN VAZGEÇERİM.
Bu Çağlayamayan benim adımı iş bulmak için kullanmış, ustamdır falan demiş, Murat Sohtorik ekolündensiniz demek demişler, ekolüm olduğunu öylece öğrendim…
Onu Kağan’a göndermedim bile, ayıp olurdu, sikine takmayacağı bir adam gönderemezdim ona. Kendim için de iş istemedim ama istesem ve beni de sikine takmasa haklı olurdu; beni bırak, sektörün yüzde yetmişini seksenini de sikine takmasa haklıydı, adam kendi eski işlerini, birlikte yaptığımız işleri de zaten sikine takmayacak kadar ilerlemişti çünkü işinde, işinde demeyelim yaratıcılıkta. Ama sen kadınlardan anlarsın abi, bir şey danışacağım diye beni arayıp içmeye götürdüğü bir akşam, sen benim ustamdın demişti, Çağlayamayanın aksine onun ustası olmakla övünürüm, tamamen eşit düzeylerde çalıştığımız Ajans’ta, kendini geliştirmek için tamamen kendi isteğiyle yazdıklarını önce bana okutmayı keşfetmişti; o zaman diyebiliriz işte, işinde de yaratıcı bir adamdı.
Ajans’tan ayrılışımda verilen partimde ne güzel tatil yapacaksın yahu, biz çalışıyoruz olmuyor diyorlar. Geçmişimizi değil sadece, amaçlarımızı uğraşlarımızı karşılaştıralım, yanımda tatil yerinde kalırsınız diyorum; ertesi gün işten çıkartmalar başlıyor… Ne yazık ki krizden dolayı; mutlu son parti, aslında tek parti benimki oluyor. İnsanlar bana ağlıyorlar, param yok, çıkartılırsam ne yaparım bilmiyorum diye. İlgilenmiyorum; hafta sonu tatilleri için sahil kasabalarına uçanlar, bir yıl içinde 2 tane ev değiştirenler, boğaz manzaralı bir çatı katından, koru içindeki bir eve geçenler bunlar; yazmak için iki üç yıl yetecek parayı biriktiren benim…
Çağlayamayan kitabıma önsöz yazıyor; bunu da özgeçmişine ekliyor, Murat Sohtorik’in editörüyüm diye… Sektör böyle, işe başvuran elemanın başkasının işlerini kendi işleri diye sunduğu örnekler anlatılıyor, benim işlerimi bana kendi işleri diye sundu diyen var…
“Önsözü” kitaba dahil etmediğim için şaşırıyor, başına önsöz yazdı diye onun önsöz olmayacağını açıklamam gerekiyor. Yazdığında biraz eksik dile getirdiği doğru bir fikir var aslında, hakkını yemeyeyim: Kitapta eleştirdiğim bir dolu filozofun adını verdikten sonra –birkaç tane benim hiç değinmediğim filozof da var- bu filozofları okuduktan sonra mutlaka Murat Sohtorik okuyun diyor; halbuki doğrusu, önce beni okumaktır, filozoflar tarafından gafil avlanmamak için…

ADİL ABİ
Sana 25 yıl önce babamı öldürsem ne kadar yatarım diye sormuştum,
Hatırlıyor musun 24 yıl demiştin.
25 yıldır yatıyorum oysa ben...
Babasına yumruk attığını söylemişti, ki atılabilir bu sorun değil, ne babalar var; sonra memleketine, babasının yanına dönecek, ki bu da olabilir, ne hayatlar var, ama ülkenin başına bela olmuş parti için çalışıyor, diktatör için, bu olmaz. Her halde sevgilisini döven de kendisi, bundan bahsetmedi, ama benimle tanıştırdığında, kısa sürdü ilişkileri, Murat’ın yanında kendimi önemli biri gibi hissettim demiş kız, bunun için dövmüş olabilir.
Şu an babam ölü, ben öldürmedim, dövmedim de, ölmesini istediğimi gönül rahatlığıyla söyledim, dinleyen rahatsız olmayacaksa; çünkü böyle rahatlıyordum, ölmesini böyle sağlayabileceğimi bilsem durur muydum bak onu bilmiyorum, ama yaşamamı bu sağladı diyebilirim, kopukluk olmadan, nefsi müdafaa buna denmiyor mu; saklayacak az şeyi olan biriyim; hayaletinin karşıma çıkması için dua ediyorum ki onun kabusu haline getireyim bu durumu, adam gibi yaşayan biri bir hayaletin kabusu olabilir…

“BU SAÇMA KONU BENİ AŞIYOR”
Metil ve Selim şu anlarda sakin, başkalarının öküzlüklerini dinlemek insanı rahatlatıyor; desteklemeye cesaret edemiyorlar, çünkü konuyu onlara getireceğimi biliyorlar.
Aramızdaki farkı iyi anlatan bir anım var, dinleyin lan.

TOPUK
Bir reklam ajansı... Ama bunu okuyucuya anlatmıştım. Telefonu suratına kapattığım müşteri direktörü kadın… Topuklu ayakkabısıyla şakkada şakkada merdivenden inip üzerime yürüyen hani… Onlara da anlatıyorum. 2 hafta boyunca kadın yanıma gelecek diye korkmamı, sonra patronun yaratıcı grubun zoruyla kadın senden özür dileyecek demesini, artık özür dilemesi gereken sadece o değil dememi, patronun şaşkın şaşkın bakmasını ve istifa etmemi.
Muhtemelen topuklu ayakkabıdan tahrik olarak dinliyorlar, tahrip ediyorum tahriklerini, kadının yanına giderken kırbacını götüreceksin, diyorum. Kırbacı kadının yanına bırakıp çıkacaksın. Kırbacı bir tanısın, sarılsın; kadınlık falan kalmaz ortada.
Ama esas, buradaki uzlaşmaz karakteri görüyorsunuz sanırım sadece, oysa oradaki duyarlı ve şefkatli herif de benim: Olaydan hemen sonra, akşam yanıma patronun yakın arkadaşı geliyor, benden yaşça biraz büyük ama arkadaşım gibi de hissettiğim müdür. Olayı dinliyor. Birer bira da getirmiş. O sırada bahçeye bakan odamdan müşteri direktörünün kocasını görüyorum, kadını alıyor gülerek neşeyle gidiyorlar: Diyorum ki kocasına söylememiştir her halde; belki de hiç söylemeyecektir… Ne gerek vardı… Acaba başka nasıl davranabilirdim… Kadın da stresliydi, daha doğru halledebilir miydim… Böyle şeyler düşünüp, kendimi yormaya ve ağlamaya başlıyorum… Müdür arkadaşım, ki o da herkes gibi kadından hiç hazzetmiyor, şaşkın şaşkın ağlamama bakarak şöyle diyor; kariyerim bile söz konusu olsa bu işi çözeceğim, sen merak etme…

HARP’TEN GELİYOR HARBİ…
Arkadaş olduktan sonra bile bana siz diyen o okurum şöyle yazmıştı: Sert yazdığınızı düşündüm başta, ama yaşadıklarınıza tanık olunca daha bile sert olmalıymışsınız dedim. Hatta ben de size sert davranmıştım.
Tasavvufla yoğun ilgilenen bir ünlü yazar beni biraz tanıyıp şöyle yazmıştı: Sizin gibi aynı anda hem muhalif ve meraklı; hem öfkeli ve sevecen gözle bakabilen çok az insan var… Vicdan azabı hissetmiştim sonra, onunla ilgili öfkeli eleştiriler yazarken; meraklı ve sevecen olunabilecek şeyler yapmıyor, yazmıyordu.
Ama yine de internet profilimi ele geçirip insanlara kaba, küfürlü, hakaretli provakatif mesajlar atıp imajımı sarsmaya çalışan kişi şu ana fikirde mesajlar almış geri: Murat, yaşlandıkça kibarlaşıyorsun.
Ne de olsa okşaya okşaya düzene politikacı derler, yazar dediğin düze düze okşayandır.
Sopa kilime vurulmaz, toza vurulur, demiş anonim mevlana.

“O KADAR KÖTÜ HUYUNU GÖRDÜM AMA BİR KERE BİLE SESİNİ YÜKSELTMEDİN.”
Öfkelenmem esasen eğlenmemi engellemek içindir; çünkü eğlenerek tepki gösterirsem, cümleleri pusu gibi kurarsam, kurtuluş yoktur karşımdaki için, 3 haftadan başlar; erkekler 3 hafta kadar sevişemez, kadınların regl günleri 3 hafta kadar gecikir…
Küfür etmem de hakaret etmemek içindir… Örnekle açıklayayım: Acıyorum sana anlamında, ayyy çok acı çektin değil mi diyen bir kadına, ayhh kişisel gelişim orospusu dedim; hataydı, sadece orospu demem yeterliydi; o sadece bir küfür, gerçek bir şey yok, orospu olup olmadığını bilmiyorum, değilse değilim der geçer; ya da ağzına niye sıçayım mesela birinin, manyak mıyım… Ama kişisel gelişimini aşağılamam hakaret, çünkü gerçek. Kurtulamaz ondan artık, üzerine yapışır. Öküz demem, mesela, küfür ama geri zekalı demem hakaret çünkü gerçekten geri zekalı; oysa benim için kullanıldığında geri zekalı mesela, eşek gibi bir küfür, eden için kendi zekasını aşağıladığından hakaret, kendi kendine, durduk yerde…
Demek kişiden kişiye de değişmesi gerek bu kavramların; hatta zamandan zamana; eski bir Türk filminden şu replik, “Kavga etmeye, adam öldürmeye hazırım ama cinayet işleyemem.” iyi ifade ediyor...
Orospu demem sert mi, sert; peki demesem; bana kızma hakkını elinden almış olurum; oysa orospu denilince, hah diyor anlamsız kişisel kızgınlığımı oturtabileceğim bir zemin çıktı karşıma; yani fazlaca kibarım…

Düello zamanlarını çoktan geçtik, genelde sidik yarışları var çağdaş dünyada, oysa diğer düelloları bile işeten bir düello sahnesi hatırlıyorum, bir çizgi romandan:
Düelloya davet ettiği rakibin kurşunu başını sıyırır­. Gerçek düelloda düelloya “davet” eden, önce rakibinin silahı önünde durmalıdır; çünkü böylece, korkakça, ben silah kullanmakta zaten ustayım, düello bir formalite, seni yeneceğim, öldüreceğim denmek yerine, gerçek bir gururla denilmiş olunur ki, sana, nefret ettiğini, beni, öldürme şansı tanıyorum… Sıra kendisine gelince nişan alır ve bekler, nişanı uzatan erkek makbul değildir, bekler bekler; rakibi de önce gururla bekliyordur; önce; ya sonra; dakikalar sonra, saat sonra, üzerine bir silah doğrultulmuş, şahitler de kibarca bekliyor, ateş edene kadar, sabahsa sabaha kadar beklemek zorundalar; bekler bekler, öldürmeyen şey gücendirir, öldürmeyen şey gevşetir, sinirleri; sinirin sonu selamet değildir, iyice gevşer ve ağlayarak yere yıkılır, sanki ayaklarına kapanır. Ateş eder de formalite icabı, basit bir yaralama, düelloyu bitirmek için; zaten bitirmiş de kurşun işin tuzu biberi...
Yani kişisel gelişimini aşağılayıp ayaklarıma kapanmasını sağlamak yerine, orospu diye küfür ederek kurşunu yapıştırmış oluyorum kalbine, yoksa alnına; gurursuz bir yenilgiden kurtarmış oluyorum onu…

ON EMİR
-“Bir durumu tek bir güzel sözle özetleyebildiği için insanlar ona hayrandı, ama bu yaptığıyla konuşmayı başlatmıyor sonlandırıyordu.”
-Konuşma olsun istemediği açık değil mi.
-Ama bilgelik demokrattır yazmıştın.
-Demokratlıktan ne anlıyorsun? Herkes konuşsun demek mi demokratlıktır; bence en akıllı konuşsun demek demokratlıktır; o akıllı bir de iyi biriyse, o zaman tadından konuşulmaz; ve o kişi sensen…
-Sensen?
-Susturursun.
-İnsanları susturmak ne anlatır?
-Susmadıklarını anlatır.
-İnsanları ikna etmek bir şiddet biçimidir.
-İkna etmiyorsun ki susturuyorsun… Anladın mı göt… Bak, olayı kıçından anladığını sadece ima ettim.
-Ben sana göt desem!
-Adamın ağzına sıçtığımı anlatan doğru bir tespit de olabilir.
-Hey peygamber, demiş Tanrı, onları hidayete erdirecek sen değilsin, benim. Senin bu kadar öfkeli olmaya ne hakkın var?
-Her şeyden önce üstüne itaat zımbırtısı. On emir, mon amur… Hiç bu gözle bakmadın mı, ilk beşi tanrıya, devlete, patrona, anaya-babaya itaat de altıncıdan başlıyor adam öldürmeler, hırsızlık yapmalar, yalan söylemeler. Tanrıya inanmadın birinci dereceden, devlete patrona itaat etmedin ikinci üçüncü dereceden suçlusun, adam öldürdün, olur o kadar canım, altıncı dereceden suçlusun… Son beşine uyduğunda hem, adam öldürme yok, hırsızlık yok, yalan yok, aldatma yok; ilk beş otoriteye uymana gerek yok, ne diyorum, o otoritelerin varlığına gerek yok… Patronluk taslayan birinin yazdığı açık değil mi…
-Tanrı'ya inansaydım, kendimi beğenmişliğimin haddi hududu olmazdı, soyunup sokaklarda çırılçıplak dolaşırdım demiş adam...
-Tanrıya inanmayınca da başkalarını mı soyuyormuş…

SAKIZ
İkinci eşim de ayrılmak istiyor…
Selim’in neden bu kadar durgun olduğu anlaşıldı. Müstahaktır demek istemiyorum. Ben söylemiştim demek istemiyorum çünkü söylememiştim, anlamayacaktı. Evlilik, ilk bölümünde esas adamın öldüğü bir aşk romanıdır derler, Selim esas adam da değildi; değilsen kadınlara esas kızmış gibi davranıp kraliçelermiş gibi kandırmayacaksın, mutsuz olarak öderler. Eğer ile meğer evlenmiş, keşke adlı çocukları olmuş da derler; bu lafları doğrulamak için yaşadığını düşünüp içten içe gururlan bari.
Bir komedyenin lafı geliyor aklıma, ama bunu da söylemiyorum, adam komedyen sonuçta: Tren tünele girdiğinde hanımının sakızı bir adama geçmişse, yok yok, hanımım yutmuştur, o herifin kendi sakızı diyorsan âşıksındır.
Absürtük Metinler’den şunu okuyorum: Siz erkekler kaba değilsiniz kibarsınız aslında; ama yalancı kibarlık, işte bu çok kaba.
Kitabını imzalı isterim, diyor; 32 yerinden imzalayacağım sana…

BUYUR
Adamla aynı anda bakkala girer oluyoruz, önce davranıyor, giriyor, ben de arkasından; duruyor; kız arkadaşıyla arasına aldı beni… Henüz öğrenememişse, o kız umuyorum ona öğretir, buyurmasını değil buyur etmesini.

HIDIR
Kendine güveni çok. Irkçı düzeyde. Üstün ırk falan olduğunu ima ediyor. İzmir’in bir yerindeki ırklardan biri, artık ne yetişiyorsa orda. İzmir’in İstanbul’a karşı üstünlüğünü savunmasından çok iyi anlaşılıyor aslında üstün bir şeyi savunmadığı, kendi olduğu şeyi sırf kendi öyle diye üstünmüş gibi kakalamaya çalıştığı…
Ölümcül bir kaza geçiriyor, hatalı sollama yapan bir lüks otomobile biçiliyor, hep alacam alacam dediği o lüks markalardan birine, çok para da kazanmasına rağmen almadığı için tırışkadan arabasının içinde; düelloda vurulur gibi karşıdakine, eh, davet etmeseydin… Gençken üç liralık hamburgerin yanında içecek iki lira diye içmiyor olmamla cimrilik diyerek dalga geçmesi geliyor aklıma. Hayatını kurtarmak için her türden kan veriliyor.
Hayati tehlikeyi atlattığı haberini veren arkadaşıma şaşırtıcı tepkimi veriyorum: İyi olmuş…
Öz doğru değilse özgüven patlaması tut ki mayın patlaması; buna da şükür, kendisi arabasıyla bir garibi biçmiş de olabilirdi.
Yıllar geçiyor ve eski haline geri dönüyor, kötü anlamda; artık başka bir ırkın ırkçısı olmuş diye son esprimi yapıyorum; verilen ayrı ayrı kanlar da şu tesadüfe bakın ki hep ırkçı kanlarmış.

ANNE Mİ, BABA MI; YOKSA BEN Mİ…
Babasıyla tavla oynayıp üzüm yerken yanlışlıkla zarı ağzına attığında, tavla oynarken üzüm yenmez demiş babası; oysa “altı altı” diye duruma uygun davranan babalar da var.
Bunların hiçbirinin babası işe yaramazdı ya da bu çocuklar zaten işe yaramazdı. Babalar yine de tam olarak işe yarayamamışlardı ki çocukları kurtaramamışlardı. Çocuklar da tam olarak işe yaramazdı ki babalarının işe yaramazlığından kurtulamamışlardı. Benim de babam işe yaramazdı ama ben işe yarar biri olabilmiştim. O kadar ki beni tanımlamak için kullanılmaya yeltenildiğinde işe yaramak kelimesinin içi boşaldı, yeltenmek kelimesinin yanakları al al oldu. Ve bunların hepsi de farkında bile olmadan beni babaları gibi görüyordu, babam dahil. Bana bağımlılıklarının, ve yine de benle anlaşamamalarının nedeni buydu, nerde kaldın baba diye suçluyorlardı beni, neden geç geldin.
Ben iyi bir adamdım Allahım, neden cehennemdeyim diye sorduğumda cehennemdekiler iyi adam görsünler diye cevaplayacaktı.

“BANA CEVAP VERME.” TEDAVİ
Seçmemişlerdi çevreleri olarak beni, genetiklerinde varsa bir noksanlık ya da terslik, bir hoyratlık ya da oynaklık, onu telafi için gönderilmiştim belki; çünkü bende sertlik dedikleri şey doğaldı, gorildeki anlamıyla doğal; kayanınki gibi serttim, kaya benim gibi...
Uğrulu 13’leriydim. Şifreleri.

UĞURLU 13
-Niçin 13 diye sormuyorum. Evet 13, çünkü o bir şifre. Peki bir 13, bir hayatı (kurgulanmış da olsa) anlamlandırmaya yeter mi? Hikayenin dili hayli ikna edici. Sözcüklerin büyüsü okura 13’ü dayatıyor gibi. 13’ün her kilidi açan bir anahtar gibi sunulması biraz rahatsız edici. Böyle bir anahtar olabilir mi? Tamam saçma her yerde ama her şey bu kadar tek boyutlu ve basit mi? 
-Kahramanın başardığı şeylere bakarsanız; başkalarının bizim için iyi olanı saptayamayacaklarını, bunun gerçek bir iyilik olamayacağını, bizim ne istediğimizi anlamaya çalışmalarının önemli olduğunu öğreniyor. Bir etkiden kurtulmak için ona zıt bir şey yapmak da yine etkilenerek bir şey yapmaktır gibi bir felsefe ediniyor. En haklı olduğunu düşündüğü an, hayatının en büyük hatasını yapacak olduğunu görüyor. Evet, bunların hepsini 13 aracılığıyla buluyor. 13 bir şifre ama neyi açtığını bilmezseniz şifre ne işinize yarar. Şifre, şifrelediği şeyi anlamlandırmaz, ona giriş kapısıdır sadece. Uğurlu 13 uğur getirmiyor ya da bir uğursuzluğu yenmiyor sadece farkındalık sağlıyor. Siz de öyküyü bir şifre kabul edip kendi kapınızı açabilirsiniz. Uğurlu 13’ün ona karını kaybedersen çok şey kaybedersin demesinden, ya da şu soruyu doğru çözersen hepsini çözersin demesinden anlam çıkarması gibi, örneğin bir politikacı da şu anki politikama dikkat edersem tarihe geçerim gibi bir anlam çıkartabilir... Kendimden bir örnek vereyim: Bir radyo programında değerli bir yazar benim ilk kitabım Kısa Çöp’teki öykülerimin temel yaklaşımlarını oluşturduğunu düşündüğü üç öykümden söz etti, şans eseri bunlar kitabın en başında, en sonunda ve tam ortasındaydı. (Sonundaki Uğurlu 13) Tam ortasında diyorum, 27 öykülük bir kitabın tam ortasındaki öykü kaçıncı öyküdür? 14’üncü. Baştan ve sondan 14’üncü hem de. (Öykülerin sayısı ve sıralaması birkaç kez değişmişti.) Yani o öykü, 13’lerin uğursuzluğunu aşamayan, 14’e geçemeyen ve böylece yaşamına devam edemeyen Uğurlu 13 öyküsündeki kahramanımın tersine, bunu başarmıştı. Ve o 14’üncü öykünün adı da Kısa Çöp’tü, kitaba sonradan koyulan ve kitabın adı olmasının daha doğru olduğuna, hem de önceki ad Uğurlu 13’ü eleyerek (13’ü bir kez de burada geçerek) karar verilen Kısa Çöp öyküsü. Buyrun bakalım. Bunu öykü yazmalarıma devam edeceğim konusunda bana verilmiş bir işaret olarak yorumlayabilir miyim? Peki ya tersi, olumsuz, uğursuz bir işaret olsaydı ne olacaktı.

UĞURSUZ 97
Selim’in babası üveydi. Kurtulamadığı buydu, atamadığı safrası. İlk gençliğimizde belli bir hüzünle söylemişti bunu. Baban öldü mü diye sorarken son kez ima ettiğinde de bak benimki yok bile demek istiyordu her halde. Babanın ölmesini nasıl isteyebiliyorsun, istesem ben isterim.
Babam yaş haddinden ölecekken onu son kez görmeye en ufak bir pişmanlık duymadan gitmediğim gibi, öldükten sonra da uzak akrabalara ve tanıdıklara öldü sağ olsun diyorum, ama zamansız gitti:
-Nasıl yahu? 97 yaşındaydı!
-Daha önce gitmeliydi.
Onu sevmiyor muydun diye soranlara, Kenan Evren’i de zamanında severdik diyordum. Bizi kurtarıyor sanmıştık.
Ölmeden onu sevmemeyi başarmamla gurur duyuyordum, arkasından konuşmayacaktım.
Ölenin arkasında neden konuşulmaz biliyor musun; çünkü hakkında hiçbir şey bilmiyorsundur.
Ben de arkasından şöyle konuşamıyordum: Kötü bir babam vardı, alkolik ve kumarbazdı, kadınlardan döndüğünde annemi de beni de döverdi…
Ah, ne yazık ki hiç kanıt bırakmayacak kadar kötüydü.
Tüm yaptıklarının cezası olarak benim sevgimi gerçekten kazanması için getirilmiştim dünyaya, ama bunu bile başaramamıştı, uzun yaşaması lüzumsuzdu.
Hastalıktan ya da yaşlılıktan falan ölmedi, Allah aldı… Yüz, bilemedin yüz on yıl yaşayacaktı, Allah korudu…

ÇOK YAŞA ÖLÜMLÜLÜK
Yıllarca konuşmadığı 2 kız kardeşinden biri kalp krizi geçirince açtı ağzını yumdu gözünü, yaşamını neredeyse küfür ederek anlattı -babasına inme indirmiş, annesine tokat atmış- ama esas, hayatındaki tüm kadınları sadece kendi işine yarasınlar diye etrafında tutup, kullanıp, onları sakatlama pahasına aileye erkek sinek yaklaştırmayan, iki kardeşinin ve iki kızının erkeksiz yaşamlarına sebep olan bir ego; ve etrafında işkencecisine âşık kadınlar... Demek benden de korkuyordu, kendi güçle, şiddetle beceremediğini büyüsüyle becerebilmiş bir soy; otorite taslamasının nedeni buydu: Yılanın başını küçükken ezeceksin… O yılan, oğlun lan.
Üvey bir abim vardı ve onu zorla evlat edinmişti. Bunun cezasıydı işte, benim de onu baba edinmemem; damarımda kanım değildi, kendi kanım vardı benim.

ALLAH BULLAH
Selim’in bunları anlaması mümkün değildi, o üvey babasını bile sevmemeyi becerememişti. Kimi seveceğini bilmeyi öğrenememişti bu yüzden, kendini yanlış, kadınları eksik seviyor, buna rağmen fakir ama gururlu âşık havası atıyordu; benim gibi fazla seveceği birisi çıkınca da allah bullah oluyor, kıskançlığını hayran olarak gizlemeyi bile beceremiyordu.
Ne mutlu ki kötü baban üveymiş bile denebilirdi ona, bir yerlerde iyi bir baban olduğunu düşünebilirsin… Babalık çünkü harika bir kurumdu; tabii ihtiyacı olana; babamın öküzlüğünden dolayı babalığı ve tüm babaları kötülememem gerektiğini bana öğretecek bir babam olması gerekmemişti.
Ona hiçbir zaman piçliğini hatırlatmadım, zaten hatırlamıyordum, piçlik diye bir şey yoktu benim için, piç ne demekti yahu diye sorabilirdim bile… Bu ona hiçliğini hatırlatıyordu. Piçsen piçsindir, kötü ya da iyi, bu bir belirlenmişliktir, bir kimliktir, piçim evet ne var diyebilmelidir bir piç, buna rağmen başardıklarımdan gurur duyuyorum diyebilmelidir.
O kadar alttan alıyordum, hâlâ nasıl da alttaydı…
Onu hiç küçümsememiş olmamı telafi ediyordum işte, hayatımdan silerken, ulan piç diyerek; rahatlamıştı…

ACILAR DA YANILABİLİR
Ali babası konusunda beni başta şaşırtmıştı. Git babanın karşısına çık, haklarından bahset, posta koy diyen biriydi Ali. Helal olsun demiştim, babasından saygıyla söz ederdi, babacığım diye sevgiyle, kendi babasını bu kadar seven biri olarak benim babama karşı kızgınlığımı, kinimi anlamasını takdir ediyordum. Sonra anlaşıldı ki o da bir çeşit üveymiş; babası onunla hiç ilgilenmemiş, başka bir kadınla birlikte olmuş ve üvey annenin çocuğu küçümsemesine izin vermiş, boş ver onu demiş babaya, mağduru oynuyor; bir yerde haklıydı kadın, Ali ilgi çekmek için yalandan ağlayan bir çocuk gibi mağduriyetten faydalanmaya çalışan, artık bunu hayat tarzına ve belki de zevk almaya dönüştürmüş, bunu kullanan biri olmuştu; babacığım değil bıbıcığım diyormuş aslında yani. Bana tavsiye ettiği de kendi yapamadığıydı.
Bu ağlak türe verilen en iyi cevabı duyup kapmıştım: Herkesin söz alıp şiirden bahsettiği bir toplantıda ilk tecavüzümü 13 yaşındayken yaşadım diye başlamıştı kadın konuşmaya ve belli ki uzun uzun anlatacaktı. Toplantıyı düzenleyen şair çıkıp demişti ki, ben de tecavüze uğramış olabilirim, seyircilerimiz de, ama buraya şiir konuşmak için toplandık.

ARDA YA DA HAY BİN KAFKA
Arda’nın hayatının ayrıntısıyla ilgilenmedim, çünkü üç aşağı beş yukarı aynıdır; 45 yaşında benzer nedenlerden kalbi durdu çocuğun, burada anıyorum.
Tedavi edilmek ya da hayatının edebiyatını “başarıyla” yapıp bir Kafkaesk’e daha imza atmak yerine ölmesine, kurtuldu demeyi tercih ediyorum, bizi de kurtardı.
Kafka’yı okuyup bir gün karşıma gelebilirdi çünkü, daha doğrusu Kafka üzerine yazılan güzellemeleri okuyup; ona hayranım, diyecekti, baba korkusunu besleyip büyüterek sorumluluklardan kaçtı ve kendine yeni bir özgür alan açtı…
Özgür mü… Neyin özgürü… Dev böcek bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında bir Gregor Samsa’ya dönüşmüş olarak mı buluyordu da özgürleşiyordu…
Kafkaesktiler… Cioranesk… Humesk… Shopenhauresk… Siktiretsk.

Böceğin aslında yürümediğini şuradan da anlayabilirdik ki, bu kadar suçluluk kompleksi üzerinden yürüyen -sürünen- bu edebiyat asla suçlu olmama üzerine insanlar üretmişti; bu da bu edebiyatın gerçekten okunmadığını, algılanmadığını değil, aslında gerçek olmadığını göstermiyor mu... Gerçek değil, kurgu bile değil, kurgu gerçekten beslenir, gerçektir; bununsa tek gerçekliği var, yalan olması; yazar olması, böceğe hissederek dönüşmüyor, yazarak dönüşüyor; yalan demek bile iltifat sayılır çünkü ikiyüzlü, ironi sanılanından…
Beni içine hiç alamaması böcek gibi hissedecek bir yapım olmamasından değil, aslında kendisinin böcek gibi hissetmemesi; en ufak bir aşağılık kompleksinin olmaması, tam tersi un ufak bir büyüklük kompleksinin olması…
Böceğe dönüşmek zaten birinci olmak gibi bir şey; birinci ölmek... Kazanan kutlanıyor, kazanarak zaten kutlanmamış gibi, hadi onu geçtik, kaybeden nasıl kutsanıyor…
Diktatörler neden idam ediliyor da Kafka’nın eserleri yakılmıyor; okunmaması gereken kitaplar listesi neden yok, okumadan önce ölmen gereken 100 kitap, 1000 kitap; ben neredeyim, bunlar nerede…
Bu türün gerçekten özgürleşmenin yolunu bilenleri ama, ki onları yazmıştım, ondan sonra başka çıkmamış demek, durumu açıklıyor:
“Eskiden acı diye çektiğim duyguların, kendimi kandırmaktan başka bir şey olmadığını görüyorum. Fark ettim ki bilerek ve isteyerek yapıyormuşum. Acı çekmenin beni yücelttiğini, farklı kıldığını düşünüyormuşum...”
“Geçmişimde yaşadığım mutsuzluk beni inanılmaz mutlu etmişti, farklılığı yaşadığımı, kendimi ve yaşamın anlamını yakaladığıma dair bana ışık ve umut veriyor gibi geliyordu.

KAFKAERKİL AKIL
Tecavüz kaçınılmaz, şimdi zevk almağa bakıyoruz; haydi hep beraber, yeniliyoruz yeniliyoruz, derin bir nefes alıp daha güzel yeniliyoruz; yenilir yutulur cinsten oluyoruz.
Bilinen edebiyatın tamamı ortak aklın diliyle yazılmış. Ortak da, acaba akıl mı…
Baştan Kaybetmek adlı metnimi yazıyor ve yakıyorum; meczubun yazdıklarımı yak demesinin müthiş anti-kafkaesk bir tavır olduğunu kanıtlamak için sergilediğim performans; aslında yüksek bir değer olduğunu düşünmesini, kendini çok gösterişli saklamasını kalemime doladığım…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder