2.3
FİREZOF
-Hep yanlış
seçimler yapmışsın, artık sana alternatif sunamayacak kadar daraltmışsın
hayatı...
-Yanlış seçim
yoktur, fakir seçimler vardır.
-Belki de
sensin yanlış seçim.
Masadaki 4 erkeğin 5’ine babalık yapmıştım.
KARI
Senin bir karı vardı ne
oldu diye değiştiriyor muhabbeti Selim.
O karının arkadaşı
Firuze’yi soracak, karıyı karı diye, Firuze’yi adıyla hatırlıyor.
Karı hayatında sadece
benimle birlikte oldu, Firuze arkasına gelene veriyor, Selim hariç.
Versene telefonunu diyor…
Nasıl boş bulunup veriyorum bilmiyorum, normalde
bozuntuya vermeyen değil de bozmadan göndermeyen bir yapım olduğu halde hem de.
Hayatın kurduğu bir tuzakmış meğer bu, bana değil de Selim’e, o beni tuzağına
çekmeye çalışırken.
Selim karıyı arıyor, bir süre konuşup kapatıyorlar. Bu
da şehirli karılara benzemiş diyor ardından, mutsuz, isyankar. İşi gereği
İzmir’de hayatını kurmak durumunda kaldı, yeni şehrinde demek karı diyorlar
arkadaşlarının eski sevgililerine…
Bunu da ona söylemiyorum, tutuyor beni yine bir şeyler.
Konu geçiyor, masadaki Metil’den konuşuluyor. Şans
eseri karşılaştık, oturmak için istekli olunca oturdu uzadı, kısaldıkça
kısaldı…
Metil kendi üzerinden dönen muhabbetten kaçmak için
atılıyor:
-Yahu aklımdan çıkaramıyorum, sen neden demin Murat’ın
eski sevgilisini aramaya kaktın ki?
Tuzak, bu. Hayat dersini verdi bunca yıl, şimdi ben
sınava sokuyorum. Selim zorla sınava getirildi, kendi zoruyla. Başkasının
dediğini ben desem, Selim’in beni düşürmeye çalıştığı tuzağa düşmüş olacağım,
ekmeğine yağ sürmüş. Şimdiyse hayatın ekmeğine yağ sürüyoruz.
Beni üzerine çekmek, kızdırmak ve tartışmak istiyor.
Yenilse de yense de, taraftarı kendiyle. Gururlu da gurursuz da olsa bir savaş,
babasıyla ya da her kimse, alıştığı gibi… Hayat bir tiyatro sahnesiyse daha ilk
provada oynadığı rol üstüne yapışmış. Kendi yazgısını yeryüzününkiyle
karıştırmış.
Doğum mıknatısının çekiminden geç kurtuluyor, ölüm
mıknatısının çekimine kapılıyor insan, geçmiş oluyor bu dünyadan.
Oysa Metil söyleyince duralıyor, babasıyla
didişecekken anne giriyor araya, bu planlarında yok.
-Sen neden herkesi aptal sanıyorsun!
-Herkesi kendi gibi sanır o.
-Hem nasıl ona karı dersin?
-Ne var, benim eşim de karı.
Demek annesini de çok sevdiği söylenemez, temel olarak
kadınları:
-Valla
"kıyamamlar" mazide kaldı. Güzeli gören sonuna kadar kullanıyor. Ne
öpmesi kalıyor, ne de okşaması… Elde ettin ettin. Yoksa girmediği koyun,
ellenmedik yer bırakmaz her yerinde sevgili...
-Kadınlarla aranda ne geçti senin; Büyük Okyanus mu?
Kadınlar serserilerle yatar, beyefendilerle
evlenirlermiş…
Böylece anlıyoruz ki, bu beyefendiye göre evliliklerin
çoğu, orospularla beyefendiler arasında gerçekleşiyor…
Yeni nesil aşklar mektup gibiymiş: yazarmışsın,
yalarmışsın, postalarmışsın.
Ana bir bacı iki, gayrısına çal siki diyecek
neredeyse; anasını bacısını, kendinden koruyor.
GÜZELE BAKMAK SERAPTIR
Firuze’ye kolye hediye ediyor gözümüz önünde… Tahir’in
de asıldığını görünce, öne geçmeyi planladı her halde, bir kolye öne.
Gençken ilk iletişimlerimizden birini hatırlatıyorum:
-Kadınların peşinden bu kadar gitme yahu, bırak onlar
gelsin.
-Benim gitmem lazım.
Daha özel bir anda, yalnızken verseydin, başka yöntem
geliştirseydin, böyle mi gidiyorsun kadınların peşinden yıllardır…
Yıllar sonra, kadınlarla ilişki karakterlerimiz
oturduğundaki diyalogumuz da şöyle:
-İkinci eşimle evliyim,
birkaç tane de Rus oldu hayatımda. Seninle yarışamam tabii.
-Yarışmana gerek yok, ben terslerim sen teselli
edersin.
Sen de asılıyordun Firuze’ye diyor Tahir, iki asılan
erkekle de ilgilenmediğinden kadın, ortamdaki diğer erkeğin etkisini gözden
kaçırmayacak kadar akıllı Selim’in tersine.
Kadının bana asıldığı aklına gelmiyor.
H.İ.S.
18 yaşındaydım. Yazlıkta beğendiğim kızla birkaç
yıldan sonra tanışma fırsatı doğdu. Esprisine kıza çıkma teklif etme oyunu
oynanmaya başladı erkekler, sıraya girdiler; ben de itildim sıraya. Reddediyor,
reddediyor, önümde bir kişi kaldığında çıkıyorum sıradan. İlişkimiz bu kadar.
Erkeklerle bir kadın ve bir erkek kadar farklı iki
ırkız.
H.İ.S. bir öykümün adı, Herkesten İyi Sevişen demek…
Bir hangarın içinde erkekler toplanmış, ortada mabet gibi bir yer, yüz seksen
derece etrafı merdivenlerle çevrilmiş tepede bir yatak, çıplak bir kadın.
Erkekler teker teker çıkıp kadını tatmin etmeye çalışıyorlar, genelde seks ile,
istersen sadece konuşabilirsin de, ama kadın çıplak, kadın jüri… Sırasını
bekleyen erkekleri konuşturarak dalga geçiyorum onlarla… Sonunda birisi
kazanacak yarışmayı kadın onu işaret etmekte zorlanacak, arkası dönük “yapıldığından”,
orgazm olduğunda da gözleri şaşılaşıp bir süre etrafı göremediğinden, bu arada
adam arkasını dönüp gittiğinden:
“Sonraki adamı kabul etmiş kadın. Adam kadının içine
girmiş, hem de çok acemice bir giriş, beceriksizlikten ya da heyecandan, artık
bilmiyorum, daha ilk saniyeler oynanıyor, dikkat edin, kadın gözlerini açmış.
Evet, demiş, işte bu... Bir dalgalanma olmuş kalabalıkta. Herkes birbirine
bakmış. O kadar uğraşmışlar biraz önce, kıçlarından ter akmış, bırakın gözünü
açtırmayı kadının ağzından bir oh duyabilmek için; bir o kadar da bunun için
bekleyenler... Herifin biri, sen gel, birkaç saniyede... Ne idüğü belirsiz bir
giriş. Nasıl ya? İtiraz etmişler.
Henüz denenmemiş bir dolu erkeğe, denenmiş ama
seçilmediği için kadına kinlenmiş, gururuna yediremeyen bir dolu erkek de
katılıyor, hiçbir şansları olmadığını bilenler de ön ellemeyi geçmenin
şaşkınlığıyla bu kalabalığa karıştığında herkes itiraz etmeye başlıyor, evet,
herkes.
Tuzağa düşmüş oluyorum böylece. Hangarın en uzak
köşesinde gitmeye hazırlanan, kalabalıkta itiraz etmeyen tek tip olmamdan da
kolayca görüp tanıyor. Herkesin uzağında tanıyor beni.
“Nasıl tanıdın?” diye soruyorum yine de ödülümü
verirken. “Sırtından” diyor. “Çekip giden erkek sırtından...””
BEŞİK
-Kadının bana asıldığı aklına gelmiyor mu…
-Yanında Hande varken mi?
-Çocukluk arkadaşları hem de.
-Murat da mı?
-Hayır, biz beşik kertmesiyiz. Birçok kadın gibi
Firuze de bana yazılmış. Asılma sayılmaz yani, ona kalan bir mirasta hak iddia
etmesi gibi bir şey. Bir de Tahir ve Selim ona asılırken Murat’a bir sevgili
veren hayata kızgınlığından…
-Hande ne diyor bu duruma?
-Size anlayamayacağınız şeyi söyleyeyim, Hande
hareketlerine dikkat et diye uyardı Firuze’yi.
-Bunda anlaşılmayacak bir şey yok ki.
-Onun uyarmasıyla fark ettim Firuze’nin bana
asıldığını.
SOSYETİK
“Uzun kıvırcık saçlı, sakallı, gayet cool görünüşlü,
hafif topluca ama güzel iki de ablası olan biriydi benim için Sohtorik.”
Demek ablalarıma da yan gözle bakıyordun.
“Şimdi anımsayamıyorum ama gruplarında bir kız vardı,
o ilgimi çekiyordu.”
Hiç baktın mı peki, kızın ilgisini gruptan kim
çekiyor.
“İngilizce İşletmeyi kazanmış okuyordu. İstanbulluydu.
Bebek’te oturuyordu. Benim için gayet sosyetik sayılırdı. Daha doğrusu farklı
diyeyim. Dikkat çekici bir tipi olduğu için.”
ADAM İSTANBUL’A SEN Mİ BÜYÜKSÜN BEN Mİ DER GİBİ BANA.
İstanbul’a gelenlerin Haydarpaşa’da inme klişesi
vardır ya, oooo ne büyük şeher derler, korkarlar ya da sen mi büyüksün ben mi
büyüğüm görücez bakalım diye meydan okurlar, ben sana okuyum bak meydanı:
Haydarpaşa’dan Üsküdar’a varan sahil yolunda 3 büyük viraj vardır, her virajda
İstanbul biraz daha açılır sana, biraz daha büyür, ilk, açık deniz ve Bakırköy
sahili uzaktan, ikincisi, eski kent, saray ve Beşiktaş’a doğru, üçüncü, Allahın
hakkı; Boğaz, ki bir koy sanırsın, oysa bir koy bin al, yolunda başın gider,
pardon döner, taaa Karadeniz’e kadar... Haydarpaşa’daki o, bu ne büyük şeher
diyen saf vatandaş, bu yoldan gelse bir, büyük değil sadece, büyüyen bir kent
görür ve büyüklüğün önemli olmadığını, devamlı büyümedikçe küçük kalındığını
anlar, da kendini yutacağından işte o zaman korkar esas, çünkü kimse İstanbul
kadar büyüyemez, hem muhteşem, hem kurdeşen. İşte sen Haydarpaşa’yı gördün daha
henüz sadece arkadaş…
BEBEK’LİYİM AMA YÜKSELENİM HİSAR
Selim’le tanıştırmaya getirdiğim Ayşe, Selim yerine
hep benle ilgileniyor, Melisa adlı arkadaşıyla karşılaşıyoruz, bize katılıyor. Selim’e
Melisa’yı işaret ediyorum ama Melisa da bana kur yapmaya başlıyor, sen de mi
Bebeklisin Murat, Bebekliler çok özeldir, ben Bebeklilerle bayılırım, onlarla
çok iyi anlaşırım diyerek. Bir yerden sonra sıkılıyorum, espriyle geçiştirmeye
çalışıyorum: Ama yanımızdakiler Bebekli değil, ne yapalım şimdi onları atalım
mı sokağa, Bebek’ten denize mi dökelim.
“Bizim eşrafın gençleri öyle tipleri sevmezdi. Bir ara
sorun da yaşadığını anımsıyorum hayal meyal.”
İstanbullu, Bağdat Caddeli bir tiple yaşamıştık
sorunu. Beni kesen kız arkadaşını değil, kestiği için beni cezalandırmaya
kalkan bu caddeli anzoyla bizi kavga edecekken ayırıp ona dayılanmasının
dersini verip gönderdikten sonra daha fazlası için yardım isteyip istemediğimi
sormuştu Selim’in eşraftan beni seven biri, uğraşalım mı onlarla demişti. Ona
verilecek tek ders olarak kız arkadaşını elinden almak türü bir erkeksi dersin
hocalığını istemediğim gibi, sevgilisi varken beni kesen bu kızı bir anzonun
elinden kurtararak mutlu etmeye de gerek görmemiştim. Güzel ama basit bir
kesişmeydi, bir ilişkiyi bitirecek ya da başlatacak kadar değildi.
“Dışarıdan dikkat çekiciydi ama öyle fazla aktif
sayılmazdı. Yani kızlarla birlikte olmak için biraz yırtıcı olmak gerek. Armut
piş ağzıma düş ortamı biraz nadir olur. Murat öyle bir beklenti içindeydi.
Şimdiki hayatında bile internete kapak atmış. Oltayı sallamış internet denizine
vuran balıkları çekiyor sakince kendine. Yani öyle aşırı efor harcama yok.”
“Murat da okulunu bitirmiş boş takılıyordu. Sonradan
bu boş takılmaların hayat felsefesi olduğunu öğrenecektim. Çalışmaya karşı
antipatisi olan birisidir Sohtorik. Bilgili olmasına karşın bilgisini sadece
kendi belirlediği mecralarda hayata geçirmek isteyen yapıya sahiptir. Kuralları
kendi koymak kendi dünyasında mutlu olmak ister. Kendi dünyasına öyle bağlı ve
sadıktır ki oraya saldıran babasını bile dışlamıştır. Babasını ölmesini yüksek
sesle dile getirecek kadar cesur ve önemsemez söylenecekleri.”
“Metin yazarı olarak çalışmış gördüğüm kadarıyla iyi
eserler de vermiştir. Çalışmama inadı kırıldığında halen sürekliliği olmayacak
denemelere (bana göre) devam etmektedir. İyi yaşamak tarifini ince çizgilerle
belirlemiş. Dışarıdan formel yaşayan insanlar için etkisiz eleman gibi duran
ama yaklaştıkça insanı içine çeken ve saygı uyandıran bir yapısı yoktur dersem
ona haksızlık etmiş olurum. Bilmeden çalışmayı reddetmiş bir insan değildir. Hâlâ
kitaplarının çok satacağına inanmaktadır. Benim odaklandığım nokta onun kitap
yazabilmiş olmasıdır. Kitapları marjinal, genel beğeni kitlesine hitap
etmediğini düşünsem de (birini okudum) bu ülkede neyin tutacağını neyin
tutmayacağını bilemeyecek kadar tecrübe sahibi oldum diyebilirim.”
ŞARLATAN
ŞARLOK
Galile’den önce inanırdık ki, Dünya’nın dönmediğini
biliyoruz... Şimdi ise biliyoruz ki, o zamanlar Dünya’nın dönmediğine meğer
inanıyormuşuz.
Neyde tecrübe sahibi olmuş acaba, “her şeyde” mi…
“Bilemeyecek” yazıyor
zaten, her şeyi de bilemez ki, onun dalgınlığıyla olmalı; şuuraltı da olabilir
tabii; tezgah altı da.
Zen ustası demiş ki, sandviçimin içinde “her şey”
olsun.
Bizde her şey bulunur da, diyor Selim, bir o
istediğinden yok.
Fol yok yumurta yok, sen ne satıyorsun usta?
İşte tecrübe olsun, genel beğeni olsun, her şeyin
ruhunu satıyorum; üst düzey bir zanaat bu.
Tecrübe sahibi oldum derken, isim hakkını almış
sanırım, her şeyde tecrübe sahibiyim diye kullanıp caka satabiliyor…
Peki o zaman: Yazdıklarımla öldükten sonra da
hatırlanmak istiyorum, o bulunur mu bari? Diyecek ki şimdi, öldükten sonra gel,
bakalım.
Ne anlamı var ki, sen hayatta olmayacaksın.
Ama bunu şimdi hissetmek hayatıma 10 sene katıyor;
hangi zanaatın böyle bir getirisi var bugün… Yazdıkça yaşlanacak daha az şeyim
oluyor...
YAZMAK: ÖLÜM TÖRPÜSÜ
Bir yazarın en iyi okuru olmaya çalışan bir kişiye
karşılık bir okurun en iyi yazarı olmaya çalışan bin kişi var. Terazi terli. O
yüzden ilerleyemiyoruz, Selim gibi akıllıdan geçilmiyor.
ORİJİNAL: İLK HARİKA TAKLİT
Geçenlerde
şair kadın gözlerini açarak bana 20 saniye kadar kenetlendi... Geçip gittim.
Delileri pek sevmem herkeste delilik ararlar, aptallar gibi; dâhileri severim
başkalarının dehasıyla ilgilenmezler.
İkinciyi geçersen kaçıncı olursun; ikinci. Demek ki
kendini aşarsan ancak kendin olursun. Kendini aşamazsan; başkasını geçmeye
çalışırsın.
25 yıldır pazarlamacılık yapan biriyle yazarlık yapan
birinin zekalarının farklı gelişeceğini aklı almıyor; pazarlık ve yazarlık…
En azından, keşke, sonradan görme olsaydın bari.
Sen sanki baştan beri biliyordun…
Bilinçdışı fantezilerinden birini gerçekleştirmişsen
artık iyileşemezmişsin; evet, böyle, doğdum...
Altından kalkamayacağı durum bu zaten: Çok daha
temelde bir şey, fabrika ayarları: Doğduğunda gülen bir bebek gibiyim,
doğduğundan gülen bir bebek. Şaşırarak bakıyor: Bu bebek yeni çıktı şu
delikten, neden gülüyor… Doğmuş olmaktan mutlu, olmuş olmaktan, sanki bu koca
adamdan çok önce, bir gelmişim dünyaya, da ısınmışım yerime, ısıtmışım da yerimi,
ellerimi ayaklarımı, oynatarak, uçmak istermişim gibi; annenin kucağından
boşluğa fırlatmam gibi atıyorum kendimi yataktan, uçmayı unutmuşum,
mutluluğuysa taşımışım, farkındayım bunun, böyle uyanıyorum her sabah, yeni bir
güne ve hayata, kavuşuyorum; yeniden tanıştığım eski bir dosta. O kalkıp işe
gidiyor, ama önce mutlaka spora, dün günkü gibi, annesinin kucağından uçmaya
atladığında engellendiğini, enselendiğini hisseden bir bebek gibi yaşamaya
başladığında mutlu olamayacağımı hissederek ağlıyor; susamıyor…
GENETİK Mİ, ÇEVRE Mİ; YOKSA BEN Mİ…
Doğuştan avantajlı olduğumu düşünüyor, ama sadece
fiziksel anlamda, yani yakışıklı ve bebekli. Zekasını yarıştırmaya kalkıyor
benimle, oysa ben üniversitede bıraktım bu işleri, ki deham ortaya çıksın.
Matematiği bırakıp edebiyata bu yüzden yöneldim, edebiyatı yetersiz görüp
felsefeye, felsefeyi edebiyat kadar belirsiz görüp edebiyatlaşmayan,
bencilleşmeyen bir felsefeye; konuşmayı bırakıp, susmaya ve yazmaya… Yakışıklı
olana karı boşamak kolay diyecek ama yakışıklı olup olmadığımı da hiçbir zaman
bilmedim, tek bildiğim yakışıksız olmadığımdı, baştan beri; ve bunu korumaya
çalıştım sadece. Karizma oluşturulur ve geliştirilir bir şeydir, sen de
oluştursaymışsın bir… İkincisi, ki tüm bunlar hayatta ikincil, hayatta geçerli
olan akıl, ahlakın aklıdır; ahlaklı olmayan akılsızdır.
Ve ahlak için de, ne yazık ki akıl gerekir…
Ben orta zekalı bir insanım, bence herkesin zekası
aynı diyor Nobel almış fizikçi. Böylece sadece aptalca değil aynı zamanda
ahlaksızca da konuşmuş oluyor.
DUYGU ÖLDÜ ÇÜNKÜ AKIL ÖLDÜ. RUH EŞİYDİLER ÇÜNKÜ.
“Çok sert duvarlar örmek kendi dünyana ve tartışılmaz
kılmak kendini. Kelimelerin içinde zeka şovları yaptığını düşünüyorum.
Yazarlığında sadece zeka kapasiteni kullanmayı deniyorsun gibi geldi bana.
Bence yazarlık derin bir kavramadır hayatı. Her şeyi kucaklama sevdasının
ürünüdür yazmak ve yazar olmak.”
Şeyleri zekayla kucaklamaya çalışmak, eksiğimiz bu Selimim…
Yahya Kemal’in şiiri tanımladığı gibi, düşünceyi duygu
haline getirene kadar yoğurmalısın.
Çünkü aklın yolu bir, duygununki bir nokta dört bin
dokuz yüz otuz bir ve buçuk.
Anafikir şu: Bir anafikri vardır yaşamın. Bir ruhu.
Ama hayatın ruhu, yaşamın ruh eşleri. Yoksa Sadistin
ruhunun ruh, ruh eşinin mazohist olması değil.
Genetik ve çevre ama sen dediğim şey, duygu ve akıl
ama ahlak dediğim şey. Ama gey değil şey.
İki gey konuşurken yanlarından muhteşem bir kadın
geçiyor, böyle zamanlarda diyor biri diğerine, keşke diyorum, lezbiyen
olsaydım.
1 artı 1’i nasıl 3 bulduğunu açıklıyor yerli: Bir ipe
bir düğüm atıyorum, başka bir ipe de bir düğüm atıyorum, iki ipi birbirine
düğümlediğimde üç ediyor.
Gülüyorsun ama düğünü kaçırıyorsun, artı’yı.
Ya da şöyle: Bir birdir, ama iki’yi oluşturan bir,
birden fazladır.
Böylece: Bir, birdir, iki
ise ikiden fazladır…
Tabii bir yandan da birden
azdır.
Fazla ya da az yok zaten,
farklı demek lazım aslında.
Ya da bak şöyle bir bağlantı:
1+1=3 (Gençlik)
1+1=2 (Orta Yaş)
1+1=1 (Yaşlılık)
Kafan karışmasın; bir daha okuma, ne anlamadıysan o…
Duygu duygu diye kafa patlatma; aklımı seveyim demekle
birlikte duygularımı düşüneyim diye baştan diyecektin bir kere; anafikri
anlasan yeter: Bir anafikri vardır yaşamın.
Bunla yoğurul şimdi; yoğrul, yoğurt kendini.
MUTLU YAŞAMAK İÇİN NEYİNİ VERMEZDİN? HAYATINI?
İlk eşi hiç ummadığı bir zamanda ayrılmak istediğini
söylemiş.
“İlk evliliğimde evimde akvaryum vardı. İkinci
evliliğimde akvaryum görmek istemedim. Ama iş yerlerimde her zaman bir akvaryum
köşesi olmuştur. İşte böyle sevgili dost. Akvaryum demişsin, bendeki çağrışımlarını
anlatmaya çalıştım. İşten kaytararak.”
Akyavrum konusunda ne düşünüyorsun?
“Akyavrum” yazıyorum çünkü internet duvarıma, öylesine
basit bir espri, kafa dağıtmak için, Selim’in kafasını dağıtmak değil amacım ve
akvaryum anısını öyle anlatıyor…
“Yazdık ya kardeş. Daha daha yaz diyorsan biraz işim
var sonra yazarım. Sen yaz ben okuyayım akvaryum hakkındaki derin ve anlamlı
kısa cümlelerini. Akvaryum iyidir. Akvaryum suludur. Bitti. Yazan M. Sohtorik…”
İnsan plan yapar tanrı gülermiş. Sen ne yaparsan yap
benim dediğime geleceksin diye gülmez ama Tanrı; planları ruhuna yakışmayan
insanın rüküşlüğüne güler.
Yavrum o akvaryum değil, bu akyavrum be yavrum…
Başkaları gülücük koyuyor yazışmalarımızın arasına. Bazılarına anlamak ölmekten zor geliyor.
“Kaş'taki mi? Ne bileyim be ya, bildiğimi yazıyorum
işte.”
Evet yaklaştın.
“Ama sen o fotoğrafında muzır taşa oturmuş gökyüzüne
bakıyorsun içli içli, denize falan baktığın yok.”
Deniz de bize bakacak mı…
RÜYALARIMIZ DA BİZİ GÖRECEK Mİ?
(ALYA)
İnternette didişerek ilgimi
çekmeye çalışan eski okul grubundan az biraz tanıdığım bu kadına asılıyor.
“Hanımefendiyi tanımam! Ama
haklı… Bu ne ciddiyet, bu ne hışım Muratçım. Kızcağız bir şey söylemiş hem de
doğrusunu söylemiş daha üstüne laf söylemeye gerek yok be kardeş. Hem kızma,
senin de bilemeyeceğin konular ve konuklar çıkabilir hayatta. Takma…”
Hanımefendi dediği bu
kadın, bir meyhane toplantısında yine karşıma çıkıyor, Selim de yanımda…
Herkesin içinde bir
sloganıma vasatmış diye laf atıyor (erkek dergisi için Adamakıllı Dergi)… Selim
de onu destekliyor.
Adadayız, geç kalırsan
bende kalırsın diyor Alya, Selim de benle olduğundan o da kalacak, Alya’ya
asıldığı için beni rahatsız etmezler diye düşünüyorum.
Evde son biraları içerken yere bir şeyler dökülüyor.
Neden onu oraya döktün diye başlıyor Alya, ne adamsın, diye devam ediyor ve
devam edecek, sıçacak ağzına, benim yanımda olduğu için huniyle; pardon ya,
diyorum, onu ben döktüm, kusura bakma; dur temizleyeyim diyor...
Ben salonda yatacağım, hayır
diyor Alya, bir şey söyleyecek duruyor, sana misafir odasını hazırladım… Selim
salonda yatıyor.
Sabah Selim geliyor yanıma,
Alya zannediyorum, korkuyorum;
-Oğlum, yanına gittim karı
vermedi, lezbiyenim dedi.
-Hah diyorum, ben de
homoseksüelim…
Karı benim yanıma geldi,
yanında yatacağım dedi, uykuya yeni dalmıştım, niye olduğunu anlayamadım, bir
şey diyemedim, öyle yan yana yattık, tuhaf, ben yine dalıyorken, biz
sevişmeyecek miyiz dedi, uyku sersemi ne cevap vereceğimi düşünürken
homoseksüel misin dedi…
-Evet…
-Pardon deyip yerine döndü,
ben de mışıl mışıl uyudum.
Selim o sırada gitmiş
olmalı yanına, gerçekten homoseksüel olup olmadığımı düşünürken, lezbiyenim
demek öyle aklına gelmiştir, biz sevişmeyecek miyiz dememiştir Selim, erkekler
kibardır, lezbiyen misin diye de sormaz, lezbiyenim diyene de pardon demez,
onun için fark etmez çünkü.
Onun için mi Murat’ın
peşindeydin tüm gece diye de sormaz bu yüzden… Rekabete girer…
Rekabet falan yok oğlum,
kadın seni istedi mi hiç…
Kuyruk salladı.
Sana arkasını döndüğünden
öyle gelmiştir.
Alya da Selim de internette
hep dibimdeler, devamlı didişiyorlar benle.
Prensest’i yasaklıyorum
artık, Firezof eski arkadaş, şimdilik uyarıyorum.
KENDİNE YAPILMASINI İSTEMEDİĞİNİ KENDİNE YAPMA.
Selimcim hareketlerine dikkat et. Devamlı bana karşı
tavır alıyorsun salak kadınların yanında bile. Benim arkamda olmanı
beklemiyorsam arkadaşım değilsindir zaten. Benim böyle karşımda olursan acımam.
Cehaletini herkesin önünde ortaya çıkarmayacağımdan yasaklanacaksın.
Sonunda onu da yasaklıyorum, başka bir siteden yine
buluyor beni, bensiz yapamıyor, ölürken film şeridi gibi gözlerinin önünden
geçecek hayat kendininki değil; anlamadan seyredecek yine, artık karı demesi de
dahil tüm yaptıklarını suratına vuruyorum…
BUGÜN GÜNAHLARDAN NE?
Hiçbirine cevap vermiyor, sadece şu, sondan bir önceki
cümlesi:
“Baban öldü mü?”
Sonra da parasızlıktan dolayı babama muhtaç olduğum
40’lı yaşlarımda yine de onun otoritesine katlanacağıma intihar etme noktasına
geldiğimi söylemiş olmamı bana karşı kullanıyor:
“İntihar edersen şaşırmam…”
Mutlak anlamda bireysel olan tek hareket intihardır
demiyorum; bu kötü egoizm; ben şöyle diyorum:
Ulan piç! Senin her günün intihar… Ve hâlâ yaşıyorsun…
Defol git ve bir daha karşıma çıkma.
İNTİHAR
SİZ HEPİNİZ, BEN TEK.
Karşımda içiyor şu anda. Beni dinlemiyorsun diyor.
Bazen, konuşurken 100 metre koşucusu gibiyim, diyorum,
çünkü kafamda bir maraton. Yine de son cümleni tekrarlayayım istersen; 1992'de
Bozburun’da söylemiştin, en son adam gibi lafın oydu.
Geçmişin peşinden geliyor götün gibi.
Gelecek de arkadan sokulur.
Bunları unutmak istiyorum, diyor.
Gösterdiğim yere bak,
parmağıma değil.
Ama beni gösteriyorsun.
Çünkü faşizm iki mazeret arasında başlar...
Başını Metil’e çeviriyor: Senin hayat nasıl gidiyor?
AŞMAYALIM DA BEKLEYELİM Mİ…
Ben de hatırlamak istemiyorum.
Ama ikiniz de hatırlanmak istiyorsunuz, ben yalan
hatırlayamam sizi.
Uzaklara bakıyorlar, dışarıda hayat nasıl gidiyor…
Fermuarınız açık dedim geçenlerde bir gence,
fısıldamanıza gerek yok dedi, artık moda buymuş…
Merak etmeyin, içerde çırak var derlerdi eskiden.
Sohbet bilgiyi artırır, dâhilerin okuluysa
yalnızlıktır; geyik muhabbeti neyi artırıyor peki, geyikleri mi…
Sözlü iletişimin ancak
yüzde otuzu anlaşılabiliyormuş...
31'dir o, geri kalanı da 69.
ÖNCE O ELİNİ İNDİR.
(MEVLANA HİTLER'E)
Ali yanında bir kadınla geliyor, sohbete aldırmayarak,
merhaba bile demeden, anlat bakalım neymiş benimle derdin diye kabadayı
kabadayı oturuyor. Hiçbir derdimi anlatamadığımdan yarın seninle konuşmak
istediğim bir şey var diye mesaj atmıştım, aradı, telefonda konuşulacak bir şey
değil yarın konuşuruz yazdım, yarın yine boş vereceğimden, kendime uyarı
alarmıydı bir çeşit, ama alarm sizi böyle dayı dayı uyarmaz. Sonra konuşalım
diyorum, şu an uygun değil, nedir derdin diye ısrar etmeye devam ediyor, biri
sana bir şey mi anlattı, biri beni bir şeyle mi suçladı; hayır, böyle şeylere
inanmam, bana karşı bir hatan olmuş olamaz mı peki; hayır olamaz, haydi bakalım
dinliyorum anlat. Şu an çok uygun değil diye tekrarlıyorum, bu kez yanındaki
kadını da işaret ederek. Duruyor, bu sevgilim şu diye tanıştırıyor, Şuşu, hadi
anlat bakalım… Allah Allah diyorum, sen tercih mi değiştirdin.
Kız kalkıyor, bu da peşinden abadayı abadayı…
Evet, diyorum, nerde kalmıştık, sen unutmak istiyordun,
sense hatırlamamak…
Metil işte burada anlatmaya başlıyor… Sonra Selim’e
nasıl karı dersin diyerek konuyu kendi üzerinden uzaklaştırmaya çalışacak, bu
ikisi birbirinin içine geçmiş bir şekilde konuşuluyor, siz deyin kuantum ben
diyeyim kurgu; kültürünüze, küsürlerinize ve kusurlarınıza göre Kundera ya da
kulanpara da olabilir, ama mutlaka K ile başlamalı.
-KİME GÖRE, NEYE GÖRE?
-GÖRE GÖRE.
İlk eşimle hâlâ evliyim, ama ilk işimden ayrıldım,
daha doğrusu batırdım.
Deja vu.
Bir şey diyecekken duruyor, bir şey soracakken bir
kere daha duruyor; bazen el frenini unutup yaşarsın; deja vu değil, bunu sana
ikinci anlatışım. İkinci kez batırdım.
Deja wow…
Eh ne yapalım diyorum, yenile yenile yenile kendini…
Hep böyle dalga geç
lütfen, beni gerçekten dinleyip de dikkatimi dağıtma… Yine duruyor,
kararsızlığı daha karakterli duruyor, kararlarını sevmediğim çok durum oldu,
söyledim de suratına, aklı almadı, demek aklına söylemek lazımmış, kısırlık
genetikmiş.
Deja vah…
Selim’e göz kırpıyorum, misinayı tutan parmağım titremiş
gibi yapıyorum, bak şimdi, Metil’e dönüyorum:
100 milyarın olsa ne yapardın?
Beşe katlardım...
Peki öyle katlayıp nerene sokacaksın?
ANLAMAZLIKTAN GELİYORSUN AMA GEL ARTIK
Varol şuradaydı, hatırladın mı, diye soruyor. Varol’u
hatırlamaz mıyım. Daha önemli soru, Varol beni unutmak istemez mi, Varol da…
Konuya Varol üzerinden girmek cesur bir kaçamak.
Dönüp bakıyorum, bir kadının arkasına doğru sanki bir
şey düşürmüş de ararmış gibi uzanmış biri, ya da kadının donuna bakıyor,
sutyenini çözmeye çalışıyor, problem çözmeye çalışmadığı kesin, problemden
kaçıyor ters köşeye yatarak, bakıyorum bakıyorum, doğrulmuyor, hiçbir zaman
doğrulamayacak bu adam kesin Varol olmalı, sonradan biraz doğrularak kadının
omuzu üstünden ve saçlarının arasından bize doğru bakıyor, o da artık beli
ağrıdığından, Varol bu, adam bariz ve salakça saklanıyor, bir zamanlar ona
verdiğim adı hatırlıyorum, içi boşken şişinen adam, varil, cins isim olduğundan
baş harfinin küçük yazılmasını önermiştim.
Yanlış seçimler diyorum Metil’e, saçların arasında
yapılacak bir dolu şey varken saklanan, hep yaptığı gibi kaytaran şu küçük
ceylanla kalmayı seçtin, benim gibi bir kaplanla avlanmak varken, hatta ona
vurdurdun beni, bir dolu işkenceden sonra hem de.
Para, iyi bir hizmetçidir derler, ama kötü bir
efendiymiş.
Hâlâ kararsız Metil, avlanmak kelimesinin gideceği
yere dönüp bakıyorum tekrar, uzun saçların sahibi tahmin ettiğim gibi hâlâ bizi
kesiyor. Dönmeden görebileceğim bir pozisyon alıyorum, Selim’e anlatmaya
başlıyorum, birinin eski sevgilisine karı denmesinden rahatsızlık duyan adamın
çevreye verdiği rahatsızlıkları… Hem de bu beceriksiz taşeron üzerinden.
O ya da ben. Beni seçme yapmak zorunda bıraktın
diyerek güya kibarca, uzun vadeye yayarak, işini garantiye aldıktan sonra
uzaklaştırdı beni, varili tuttu. Sonra çığırdan çıkmış karakterini sergilemeye
devam etmesine de değil varilin, ben yarın ayrılıyorum diye ayrılıp kendisini
de yüzüstü bırakmasına kızdı; onu tüm sektöre rezil edeceğim dedi, rezili rezil
ederek vezir olabilir mi rezil... Değerli elemanını kovan, değersiz elemanı ona
muhtaç kaldığında istifa bile etmeden çekip giden, değersiz bir patron, tarih
böyle yazacak, benim kalemimden.
Şöyle bir dünyada yaşıyoruz sanki: Rakibinin seni
öldürmesiyle kazanacağın bir oyun; kazancın, onu en ağır işkencelere mahkum
etmek.
Rus ruleti evcilik gibi kaldı.
Varil’in karşısına bir erkek gelip oturuyor, bir şey
konuşuyorlar ve dönüp bize bakıyor sert sert, varil de cesaretini toplayıp
dikiliyor ve pis pis bakmaya başlıyor, ben tatlı tatlı bakıyorum oysa, kızın
bakışlarındaki azalmayan tatlılığa, arabulucu rolünde kız, benle kendinin
arasını bulucu.
Varil sevgili olduğunuzu söyledi dediğimde çok
yaygaracı diyecek kız, sadece yattık, ama uyuduk. Neden sevişmediniz. Dedim ya
yaygaracı. Bilmez miyim. Koltukta şöyle bir geriniyorum, henüz sevişmedik, hem
seni daha tanımıyorum, sevişeceğiz. Yalan söylüyor olsan bile, söylemiyorum
diyor. Varile sor istersen. Yaygara edecektir. Ben yanındayken sor, cesaret
edemez. Sevişsem varilin namusunu temizlemiş olurdum. Temizlememişsin, iyi
olmuş.
Sizi görmüştüm diyecek, yağmurlu bir yaz akşamında
Galata’da, yanınızda esmer ve ıslak bir hatunla. Sığındığımız saçağın altına
sığınmıştınız… Hatun sizden uzun, demiştim; aşkla bakıyorsa, demiştiniz,
aşağıdan bakmış yukarıdan bakmış fark etmez; bir kadın daha size âşık olmuştu o
anda, ama siz ilkiyle öpüştünüz…
Bir dolu eskiliyle karşılaşmıştık o akşam. Görmediğim
kaç kişi beni gördü acaba… Derin idi hatunun adı, Naz tipli kadınım.
Seviştikten sonra çıktık, önce Nevizade’de Neyle Meyle’de Banu’ya ıslak
görüldük, Banu’yla birlikte yaşarken Derin’le İzmir yarımadasını dolaşmıştık.
Sonra Tünel’de Ümit (ya da Sevin) ve gözleri bana benzeyen çocuğunun gözleri
bana benzeyen babasına sırılsıklam görüldük... Kısa bir zaman önce Sevin’e (ya
da Ümit’e), öğlen Banu ile Kanyon’da görüldüğümüz yerde akşam Evrim ile
görülmüştük. Evrim’le sabahın erken saatleri kaldığı otelde seviştikten sonra
mini bardaki votkaları bitirirken Banu aradı, evde misin diye sorduğundan evet
dedim de nerdesin diye sorsa evde diyeceğimden arkamda yatakta çıplak çıplak
bakan Evrim sorun çıkaramadı; kapattıktan sonra bu saatte seni arayan kim diye
çıkardı sorunu.
EVRİM
Tv'deki koca bulma programlarını seyretme nedenimdir
Evrim, çünkü yıllar sonra orada rastlamıştım, ama başka bir evrim anlatacağım.
Bütün kadınların böyle sana asıldığını anlatman sakil
durmuyor mu?
Anlatmam mı, böyle anlatmam mı…
Duruyor mu?
Kağıtta durduğu gibi durmuyor; masamızda kız eksik,
ondan aklım oralara kayıyor, genç kız gelsin bir…
Yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik, bir de baktık başını
kaçırmışız diyerek parmaklarımı şaklattığımda geliyor, Metil’in yanına
oturuyor, Metil omzuna kolunu atıyor, kız silkinip kurtuluyor adamın koltuk
altından, şaşırarak bakıyor Metil kıza, kızın donmuş bakışlarını takip ederek
bana yöneliyor, sevgilisi olamayacak kadar genç, daha da önemlisi güzel, en
önemlisi akıllı bakıyor, Evrim diye tanıştırıyor, kızım, sen de babası
olmalısın o zaman diyorum gülerek, kıza dönüyorum, Devrim koymalıymışsın adını,
sütçü ya da dürümcü, ama Evrim olmadığı kesin…
Erkeklere verip veriştiren bir dolu kadının babasına
tek laf hissetmemesi nedendir diye soruyorum Selim’e. Kızın var mıydı senin.
Gerçi bunun bir önemi yok, ama varsa kesin tanışmak istiyorum; hatta benle
tanışması için yap bir tane, bu iyi bir neden; yoksa prezervatife yerli ad
bulmuşlar, kuşakabin…
Metil’in kızına anlatıyorum sonra her şeyi, o konu
mankeni ben de sahnedeymiş gibi, bunun ironi olduğunu anlarsa kurtulacak yoksa
yok olacak, beraberinde dolu erkeği dize getiriyorum diye dibe çekerek. Diğer
yandan beni baba gibi görmesi, gerçek babasıyla kıyaslayabilmesine olanak
tanıyacak ve gerçeklik duygusunu geliştirecek. Doğmasına daha vakit var.
Babanızı sevme nedeniniz onun sadece kızı olmanızdır, anneniz gibi onla yaşamadınız.
Parantez açıyorum, çoğu oğlan da aslında, anneleri gibi hatta annelerinden de
kötü yaşamış olmalarına rağmen yine de toz kondurmazlar çok çektikleri
babalarına. Parantezi kapıyorum. Anneniz babanızı hangi kusurlarına rağmen
sevdi acaba, siz sevgilinizi neden onlara rağmen sevemiyorsunuz. Erkek
arkadaşlarınızı da yerin dibine geçiriyorsunuz, haksız rekabete soktuğunuz
babanız yüzünden.
METİL, ETİL (YA DA ETİK)
Bu Cem’in bir arkadaşı
vardı; üç yaşındaki kızının yanında bana demişti ki, o adam var ya senin
dövdüğün, öldü.
Hayatımda kimseyi dövmemiş olmamı, adamın sanki yıllar
sonra kalp hastalığından değil de ben onu dövünce ölmüş gibi anlatmasını, içki
içilen kıyı banklarına gelip insanlara kalp hastası kalp hastası densiz densiz
laflar maflar etmesini bir kenara bırakırsak üç yaşındaki bir kızın önünde
bunları söylemesi, kızının suskunluğunun nedeni miydi
acaba, tuhaf bir şekilde çocuksu değildi kız, somurtuk, melankolik falandı.
Demek ki diye düşünüyor şimdi yan masada deminden beri
gözlediğim küçük kız, annesinin içtiği sigaranın dumanından kendisini devamlı
koruma çabalarına bakarak; demek ki sigara dumanından korunmanın yolu sigara
içmek.
Siktir çekseydim bu Cem’in
arkadaşına, kız küfre ve sert erkeklere karşı olacak, babasına tutunmak zorunda
olduğundan ancak zamanla anlayacaktı anlarsa, küfrü hak eden insanların
olduğunu, öküz babası gibi.
Öküz deyince konuyu böldüğümü hatırlıyorum da Selim’i
gösteriyorum kıza, soruyorum:
Ne var yani şimdi, Selim’e öküz diyemeyecek miyim.
Hayır diyor gülerek.
Peki bir öküze Selim diyebilir miyim.
O olur.
Naber Selim... Sen de benle yani ustayla takılsaydın,
daha ustalıklı takılsaydın, sebeplenirdin bazı karılardan, hatta kadın, hanım
falan demesini de öğrenirdin bakarsın, en azından hatun; hal tavır öğrenirdin;
bu Metil’in öğrenemediğini…
Bana sattığı ikinci el bilgisayarını boğaza atıyorum
sonradan sevgilime asıldığı için adam; bilgisayarımızı… Onun karşılığında
benden aldığın parayı harcarken dikkat et diyorum... Metil’in durumu bunun bir
sonrası, benim üzerimden kazandığı parayı harcarken lanetlendiğini fark
edemeyen metil adamı: Hayatta görüp görebileceği en büyük müşteriyi
kazandırıyorum, o diyor ki, biz o işi yaratıcı çalışmayla almadık... Biz
çıkıyoruz, o kalıyor patronun yanında yaratıcı çalışma sunulduktan sonra, artık
ne yaptıysa, onla aldı demek ki. İstediği fiyatı da düşürdüyse artık, neyse. O
zaman niye beni istihdam ediyorsun ki diye soruyorum, sana karşı yaratıcı
üstünlüğümü kanıtlayıp tatmin olmak için demez mi, demiyor zaten. Patron yeterince
öpmemiş demek.
Ajans kalkınıyor, evler, arabalar değişiyor, şirketin
yeri değişiyor ve modernleşiyor. Tatile çıkamazsın, daha bir yılını
doldurmadın, diyor bu adam bana, kanun namına. Fazla mesailerimiz zamana
çevrilse 3 ay falan tatile çıkmam hak, ha bu arada hesabı sen ödüyorsun, Selim’inkini
de, hak etmese de... Bir zaman beni toplantıya çağıramıyor, ayaklarım uzatıp
oturuyor çok yorgunum görmüyor musunuz diyorum, intikamımı o zaman böyle
alıyorum, şimdi kızının bana göz koymasına izin vererek yapacağım bunu
akarsuyun sürüklemesi gibi.
Sen metin yazıyorsun sadece, ben her şeyi düşünüyorum
diyor bana bu her şey, her führer.
Senin için konuşmak kolay tabii, sen yazmıyorsun…
Çünkü tasarımcılardan birisi, ki iyi adamdı, Ediz Hun
diyelim ona, yetiştirdiği yeni yetme tasarımcısına, oğlum diyor, hiç
yakınmadan, gülerek, Murat bir de oturup tasarım yapsa bize hiç ihtiyaç
kalmayacak.
Ama yazanlara da dikkat et diyorum, bir kendi
hayatının şiirini yazanlar var, bir de -bin de- korsan basanlar. Na’ bu Selim
işte, ikinizin de film gibi hayatı olmuş, oysa kitap gibi olmalıydı.
Oğlum, reklamcılığı bilen bilir, bu ben oluyorum, ama
bilmeyen de bilir, bu da sen oluyorsun Selim, atıp tutabilirsin birazdan
biliyoruz, dönek herif, ama ve hatta bilen de bilmeyebilir, bu da sen oluyorsun
Metilcik… Reklamcılığın ana fikri yaratıcılıktır, anafikirsiz züp.
Ben kendimi eleştirmesini bilirim, diyor.
Bir bu eksikti, şimdi de kendini eleştirmen sanıyor!
Max Frisch ne demiş: Bir patatesi armut şekli alana
kadar düzgün biçimde kes, sonra ısır ve herkesin önünde tadı hiç armuda
benzemediği için öfkelen.
Sen bunun ötesinde, kendini armut sanan bir
patatessin.
DOLİ PARTON
Diyorum ki çok yoğun çalışıyoruz, böyle olmaz,
yaratıcılığımızın önünü açmayı aştım, hatalar yapıyoruz; müşteriye ben robot
çalıştırmıyorum deyin, bunu bari düşünmeyin yapın, siz patron değil misiniz.
Tamam diyor.
Saatler sonra yine kısa bir zamana yetiştirilmek üzere
komik bir iş veriyor, iş artık bana komik gözüküyor…
Hayatımın en rahat işi, bulduğum fikirlerin uygulanmasıyla
tasarımcılarımı hiç yormuyorum, asla zorlamıyorum, olduğu kadar mantığıyla
çalıştırıyorum. Bir de 3 alternatif isteniyor ya, tam ağza sakızlık.
O kısa sürede işi bu patrona sunuyoruz, patrona halil,
o onaylayacak sonra müşteriye sunulacak, yine kısa sürede. 3 alternatife
bakıyor bu, 24 saat gibi mozaik bir zamanda yapılmış, yaratıcılığı
anlamadığından bıraktığından cümle yumurtlamayı becerebiliyor ancak, diyor ki:
ben bunları müşteriye sunmak istemiyorum.
Herkes geriliyor, diğer yöneticiler, benim yaratıcı
grup arkadaşlarım bana bakıyor ne diyeceğim diye: Aikidocu mu desem, şezlongta
uzanmış drink’i geç gelmiş ama diğer elinde sevgili memesi tutan kalantor mu
desem, öyle bir şey: Senin müşterini yerim parton… Doli Parton…
Ben de zaten bunları sizi sunmak istemiyordum,
diyorum... Suratımdaki o gülüşü doğru kadınlar anladı bitek.
Hayır adamın tanıdığı diğer akıllılara da
benzemiyorum… Bir deli kuyuya bir taş atmış, kırk akıllının başı yarılmış.
Sonra ben ayrılıyorum, bunlar batıyor, bir konserde
biz Banu’yla artık çıkarken sesleniyor, yanına gidiyoruz, ayaküstü ağlıyor
bize, gerçekten de üzüntülü üzüntülü geçmiş olsun diyerek uzaklaşıyoruz, bıyık
altından gülümseyerek birbirimize bakıyoruz, çok da güzel olmayan bu konserde
bulunma nedenimiz bu güzellik içinmiş… Hadi birer bira daha içip bir insanın
acısını, bu insanın acısını kutlayalım diye çıkmaktan vazgeçiyoruz.
Emlakçı saygın geliyor aklıma… Bana ev bulacak, bir
tane gösteriyor, sonra seriyor… Sonra sonra beni gezdirdiği güzel bir evi kendi
kiralayacağını söylüyor… Utanarak da olsa ev sahibine gidiyorum, durumu
anlatıyorum, ev sahibi bana veriyor evi. Bu da hem evden, hem komisyonundan
oluyor. Türk fakiri demeye o zaman karar veriyorum bu tür saygın tüccarlara...
VARİLİŞÇİLİK
(VARİL)
Ayrılışım da işte bu korkak ceylan varil yüzünde
oluyor; geyik mi deseydik ceylan fazla asil kaçtı.
Çağır lan şunu o da duysun, diye varile el sallıyorum,
gel lan buraya gibi bir hareket yapıyorum, karşısındaki adama bakıyor, beni
gösteriyor başıyla, adam dönüyor, yine pis pis bakarak bir defa daha
tekrarlıyorum, yanındakini de getir, ikiniz de gelin lan olum buraya, adam
duruyor, yavaşça önüne dönüyor, varille bakışıyorlar.
Adam başını eğiyor, varil düşünüyor sanıyor bunu.
Arkadaşına söyle sana kim olduğunu söylesin.
İnsan insanın kurduysa kurt kurdun çakalı.
Korkak geyik 2 filminin fragmanı, benim
yönetmenliğimde şu an çektikleri.
Ödül alacam ben ödül alacam diye bağırıyordu oysa bu
varil ajanstayken. Karakterinin değişmez bir parçası olan espriyle karışık bir
densizlik, mikro bir megalomani, hey gidi bir dürzülük, potlardan bir potburi,
karmalardan bir karmaşık yaratık.
VASAT BİR ZEKAYA SAHİPKEN DÜNYANIN EN AKILLI
İNSANI OLDUĞUNUZU SAKLAMANIZ BÜYÜK UKALALIKTIR.
Bir gün diyorum ki, sen al ödül, benim onlarca var,
bir yerden sonra sıkıcı.
Ama böyle söylemek ukalaca olmadı mı diyor.
Ben diyor, Ediz Hun, ben şimdi öğreniyorum Murat’ın
ödülleri olduğunu, aylardır birlikte çalışıyoruz, bize hiç söz etmedi, şimdi
neden söylüyor acaba sana, düşün bakalım.
Yaratıcı çalışması yapılmamış hayatların stratejileri
de hep böyle bir güdü güdü güdük kalıyor. Olduğundan daha iyi görün, tamam, ama
sonra göründüğün gibi ol, di mi…
Yoğunluğumdan dolayı ona devrettiğim imajı yüksek bir
müşterimizi kendi tarzıyla yazdığı başlık ve sloganlarla kötü yola düşürüyor.
Varilin varoş tarzını yansıtmaya başlıyor elit müşteri giderek, giderken.
Patronlar uyarılarıma rağmen bunu seyrediyor. Sıkıcı modern döşenmiş yeni
işyerimizdeki yaratıcı yönetmen odasını göstererek, üstten üstten, benim
masamın üstünden, oraya oturacağım beeen, oraya diye bağırıyor densiz denden,
yine gülerek, şaka yollu güya. Sadece televizyon dizisi yazmış daha 1 yıllık
reklam yazarı, toplasan 3-5 yıllık insan.
Bir alyans reklamında, evliliğin bir ömür boyu olması
fikrini alyansları iki tekerleğe benzeterek açıklıyor, şu başlıkla: Uzun
yolculuklar için ideal!
Lastiği alyansa benzetmek olabilir, değer ve
dayanıklılık anlatırsın ama alyansı lastiğe benzetemezsin...
Adamın biri terziye elbise diktiriyor, şurası biraz
potluk yapmış. Olur mu diyor terzi, siz yanlış duruyorsunuz, omzunuzu biraz
kaldırın bakayım; ama o zaman da bel kısmı tuhaf durdu; beliniz yanlış durduğu
için, şöyle eğilin biraz, bacağınızı da şöyle yaptınız mıydı... Adam o yamuk
yumuk kıvamında evine giderken karşıdan gelen iki kişinin dikkatini çekiyor:
-Tüh. Yazık adamcağıza, nasıl bu hale gelmiş acaba?
-Ama birinci sınıf bir terzisi olmalı. Varil gibi iş
çıkartmış.
Olayın patlaması da şöyle oluyor…
Dur yanımıza biri gelsin ara verelim… Gel Ali gel, ara
verelim biraz ara verelim…
Ali geliyor, bir şey söyleyebilir miyim naçizane
diyor.
Biri naçizane dediğinde bekle ki ukalalık yapmasın.
Sevgilisini göndermiş; terk mi etti yoksa seni
diyorum.
Kalkıyor yine, suratı karışmış, bak yüzüne söylüyorum,
diyorum, arkandan konuşurum.
Sevgilim terk etti demin beni.
Beni terk edecek hali yok ya.
Hal bırakmıyorsun tabii sen.
Tercihlerin demem yüzünden
mi, espriydi canım o.
Benim sana tavrım
yüzündenmiş, keşke tercihlerin dediği gibi değişik olsaydı dedi, homo olsaydın
hatta, öyle tacizkar davranmasaydın adama.
Ali; arkana bakmadan, kaç?
Uzaklara bakıyor; 7, 4, 1, 6...
O kadar bilemedin ki, 9 olacaktı; şimdi arkana
bakmadan kaç…
VARİS
Yüksek sesle bağırarak basket futbol oynuyorlar ofisin
içinde… Tuhaf bir durum değil bu bizim için, başka yer yok, enerji atıyor
hareket ediyorlar. Çok ses çıkarmadıkça sorun etmiyoruz. Dart oynadıklarında
hatta ben de oynuyorum. Ama bu kez… Akşam biz yoğun çalışıyoruz ve gece de
çalışacağız. Arkadaşlar biraz sessiz olun diyorum. Kibar bir uyarı yapılmadı
diyor sessiz bir şekilde, avanak erkekleri örgütleyecek bu ceylan… Ajansta
fazlaca bağırarak futbol oynayıp, çalışan ve akşam da çalışacak birilerini
rahatsız ettikleri için kibarca uyarılmak istiyor… Yüksek sesle söylemediği
için önemsemiyorum. Aynen devam ediyorlar gürültülerine, arkadaşlar lütfeeen
çalışamıyoruz burada diye bu sefer sesimi yükselterek söylüyorum.
Sesini yükseltme Murat…
Sessizlik… Birkaç saniye.
Şöyle bir başımı uzatıp suratına bakıyorum.
Ciddi misin sen…
Suratı gülse… Yerime oturacağım… Espri diye
geçiştireceğim… Densiz esprilerinden biri…
Suratı sert ama…
Bir surat ne kadar sert olabilir; ayağa kalkışıyorum
ve gösteriyorum.
Her basket masket futbol mutbol oynayışında, abi seni
rahatsız ediyoruz diyen birini düşünün, kesintisiz her seferinde diyen…
Ajanstan ayrılan iyi insan tasarımcı bu, Ediz Hun. Çünkü o basket oynasa da
bilirdi ki: Burada basket oynama hakkı yok… Burası iş yeri çocuk bahçesi değil…
Ben onlara bağırırken yumuşak patron giriyor içeri.
Hayvan gibi eğlenilir mi diyorum tam bu sırada, hayvan kelimesinin üzerine
basıyor ve tekrarlıyorum bir kaç kez. Biz aylardır buna katlanıyoruz, neden
katlanalım. Siz diyor patron hayvanlara benimle gelin. Hayvanat bahçesi
yaptırdıysa fındık fıstık atmaya giderim.
Ben şu an konuşamam abi.
O zaman burada durma...
Çıkıyorlar, o gece birlikte çalışacağımız diğer
tasarımcım iyi yaptın diyor.
İLK KÜFRÜ EDEN YARATICIDIR, İKİNCİSİ KÜFÜRBAZ.
Hatalı olduklarını düşünmüşler sonradan bu geyikle
arkadaşı papağan. Özür dileyeceklermiş.
Benim yaptığım bir hareketi mazeret gösteriyorlar ama,
soğumuşlar özür dilemekten.
Hata yapmak 1 saniye, hataya mazeret üretmek 3 saniye;
insan zekası işte böyle gelişti…
Hareketim şu:
Bir ilan asıyorum sabah çalıştığımız salonun duvarına:
İLGİLİ ŞAHISLARA DUYURU
12 Nisan 2006 Tarihli ve MS 1969 sayılı karar
itibariyle Yaratıcı Grup Odası içerisinde
Yüksek sesle konuşmak
Bağırarak konuşmak
Konuşarak bağırmak
Basket-futbol-kartopu ve bilimum “açık saha”
oyunlarını oynamak
yani bu katı çalışma arkadaşlarını rahatsız edecek
şekilde bir çocuk bahçesine çevirmek
YASAKLANMIŞTIR
ADIM SOYADIM
Önce çok terbiyesizlik yaptıklarını düşünen,
gönderelim bunları diyen metil sonra, ama birlikte çalışmalıyız falan demeye
başlıyor. Uyum sağlayın! Bazen patron şapkasını giyildiğinde farklı
bakılıyormuş. Neresine giyiyorsa…
Sadece o mu, o gece birlikte çalışacağımız ve iyi
yaptın uyarmakla diyen tasarımcım, ağız değiştiriyor, ben rahatsız olmadım
sesten demeye başlıyor; bir yerlerde kulisler yapılmış.
Ben ayrıldıktan aylar sonra, işte bu varil gidip ben
yarın ajanstan ayrılıyorum diyene kadar da yeterli bir tepki göstermiyor metil.
Anca kendi zor durumda kalınca başını kaşıyıp patron şapkasının orada
olmadığını anlayarak kıçını kaşıyor, kıçına kaçmış; onu sektöre rezil edeceğim
falan diyor.
Ali geliyor, benim sıram gelmedi mi daha diyor,
dinlemeden susuyor, somurtuk…
Kötüyüm diyen insanın kötü hissediyorum dediğini
sanıyoruz...
ALÇAK GÖNÜL
“İnsanoğlunun değeri bir kesirle ifade edilecek
olursa; payı gerçek kişiliğini gösterir, paydası da kendisini ne zannettiğini,
payda büyüdükçe kesrin değeri küçülür." demiş Tolstoy.
Alçakgönüllülük felsefesi için iyi bir tanım. Ama
alçakgönüllülük felsefesi insanın gerçek değerine aldırmaz...
Örnekleyelim: 10 gerçek kişilik değerinde bir insan,
kendini 5 değerde zannediyorsa: Değeri 2…
5 gerçek kişilik değerinde bir insan, kendini 1
değerde zannediyorsa: Değeri 5…
Sonuç: 10 gerçek değerdeki biri, 5 gerçek değerdeki
birinden daha değersiz çıkıyor! Sadece değersiz de değil, kendini 5 değerde
zannettiğinden 1 değerde zannedenin yanında ukala da sayılıyor! Yani bu 10
numara insan, Tolstoy’un denklemine göre hem değersiz hem de ukala!
O eski ama eskimemiş “kendini bil” anlayışını
içselleştirmiş, yani 10 gerçek kişilik değerinde ve kendini de 10 değerde
zanneden (bilen) insanın (yıldızlı 10 numara insan), bu yukarıdaki ikiliden
daha değersiz ve daha ukala çıkmasına hiç değinmiyorum...
KARA DUL
Yıllar sonra tekrar bir oluşumun içine davet ediyor bu
Metil. Orada ak koyun kara dul kuş beyin artık tam olarak ortaya çıkıyor. Maaş
yok, müşteri almak için çalışacağız, alırsak iki kat para alacağız, alamazsak
hiç. Teklifi bu ama patron teklifinin kendine getirdiği yükümlülüklerin
farkında değil, her zamanki gibi. Artık patronluk yapamaz, ancak taslayabilir.
Onun karışmalarıyla yaratıcı çalışma yanlış ve kötü bir yere gittiğinde
eskiden, boş ver maaşımı ödüyor nasılsa noktasında durdurabilirdim
itirazlarımı, ama artık müşteriyi kaçıracağımızdan para da alamayacağımız için
karışmasına izin veremem; birçok Türk fakiri patron gibi parasıyla borusunu
öttüremez artık; bu kez ortağız, eşitiz, yetenekli yeteneksiz, karakterli
karaktersiz ne kadar eşit olabilirse artık…
Olay şöyle bir yere geliyor: Bunun bir stratejistiyle
birlikte, bir kara dul, solaryum bronzu bir dişi yaratık, 2 stratejiden doğru
bulduğumuz tekiyle bir yaratıcı çalışma yapıyorum. Metil olaya sonradan
karışıyor ve diğer stratejiyle yapmamız gerektiğini öne sürmeye başlıyor;
üzerine düşünüp, yaratıcı çalışma sürecinde yanlışlığına daha da inandığımız
diğer stratejiyle. Kara dul da bunu desteklemeye başlıyor, kocasını yemiş
bitirmiş, beni de satıyor. Tabii artık stratejilerin doğruluğu ya da yanlışlığı
konuşulmuyor her zamanki gibi, temel sorun yine yanlış strateji olarak öne
sürülmüş bir ego için yapılmış kötü yaratıcı çalışma olarak karakterleri, bu
karakterlerinin benimkiyle çatışması. Fikre onlara karşı olduğum, kendi fikrimi
dayattığım için katılmayacağım konusunda önyargılıdırlar, kendileri öyle
yapacaklarından. Fikirlerini gerçekten ikna olmaya çalışarak dinlememi
anlamıyorlar, kendileri asla böyle yapmayacaklarından. Kendi fikrime gerçekten
inandığımı da anlayamazlar bu yüzden, kendileri öyle yapmadığından. Temel hata,
fikirlerime değil insanlığıma karşı olmaları; karakterime ve suratıma karşı
olmaları, kendi yanlışlarını suratlarına vuran doğru karakterime…
Ama işte onlar da iyi ve doğru ve hatta dürüst
insanlar olduklarını düşünüyorlar, savaştıkları şey aslında sağlamlık…
Aslında sağlam… Aslına sağlam… Çünkü aslına sadık.
Güçlüyü yenerek, güçlerine güç katacaklar…
Diyorlar ki: Stratejiye göre yaratıcı çalışma yapılır.
Stratejiler yaratıcı çalışma sonrası yanlışlanabilir
görüldüğü gibi diyorum, yeterince derin düşünmemişsiniz, örneklememişsiniz; biz
yaratıcı çalışma için gerçek hayattan cümleler ve görüntüler ararken olayı
pratik düzlemde düşünmeye başlarız ve sizin teorideki eksikleriniz ortaya
çıkabilir diyorum.
Adamın biri diğerinden zekiyse aptalın yanlışlığı
ortaya çıkabilir görüldüğü gibi demiyorum.
Biz böyle çalışmayız diyor kara dul, haklı olduğundan
değil stratejist olduğundan; bu hep böyle olmuştur diyorum, bu genelde böyle
olduğu halde, sizin dediğiniz gibi başlar ama benimki gibi devam eder.
Fikrimizi kabul etmiyorsun diyorlar.
Herkesin sizinle aynı fikirde olmasını istemeniz ne
büyük alçakgönüllülük; benzersiz olmak istememeniz.
Yok, bunu anlamazlar; şöyle diyeyim: Siz de benimkini
kabul etmiyorsunuz.
Söylenecek hiçbir şey kalmıyor ama hâlâ konuşuyorlar,
burada bırakalım düşünüp tekrar toplanalım yarın diyorum, vaktimiz yok
diyorlar.
Tartışma kazanma esnafı
olarak yetiştirmişler kendilerini; en safı olarak...
O zaman benim dediğim gibi olacak diyorum.
Nasıl böyle dayatabilirsin diyorlar, gözleri fal taşı
gibi açılmış, nasıl da haksızlığa uğramışlar bakın gördünüz mü…
Toplantı odasında bir ses, Murat’a dayattığınızdan o
da size dayatıyor diyor. Bu da nerden çıktı? Saatlerdir suskun kalmış
tasarımcımın sesi olabilir mi, yok canım, gaipten gelmiş olmalı, en mantıklı
açıklaması bu, tekrar bana dönüp tartışmaya devam ediyorlar.
Benim stratejim ve benim yaratıcı çalışmamla gideceğiz
diyorum. Sonuçta bu işin yaratıcı yönetmeni ben olduğuma göre…
Yaratıcı yönetmen mi diye gülüyor kara dul.
KARA KUL
Neden güldüğünü bilmiyorum, tahmin etmek de
istemiyorum… Reklam sektöründe bir şey olmak isteseydim olurdum diyorum Etil’e
bakıp sırıtarak, sırıtmayı becerebiliyor muyum acaba, ben gülmeye alışığım… Ama
konu daha sakat: Seni çok tanımıyorum kara kul, Metil’in onayıyla bizle
çalıştığına göre şimdiye kadar benim onayımı da almış bulunuyordun, ama bu işi
bitirelim, beraber çalışmaya devam edeceksek reklam sektöründeki tecrübenle
ilgili bana bir sunum yapmanı bekleyeceğim.
Aval aval bakıyor: Buraya dişimle tırnağımla geldim
ben!
O dişlerini fırçala ve tırnağını da kes artık.
Metilda’ya bakıyor, iyi ki Metilda yanındakileri satan
biri. Bu müşteriyi almak istiyor ve tek çaresi var, ama son bir deneme:
Beğenmediğimiz, inanmadığımız işi sunmamızı mı
bekliyorsun diyor, arkadan enseye duygusal yaklaşım.
Açıkça suratlarına: Beklemiyorum, sunmak zorundasınız.
Para kazanmak istiyorsunuz…
Aval aval 2 çekilmiş, ilk
yarıyı seyrediyorum…
Strateji budur, yaratıcı
çalışmayı sizden bekliyorum, diyerek toplantıyı terk ediyorum...
Sunuluyor, geri dönüşler alınıyor.
Metil önce bize yazılı yorumluyor, güya özetliyor.
Kendi haklıymış, bakın müşteri de onu onaylamış. Müşterinin hiçbir şey
onayladığı yok. Onların da kafalarının karışık olduğundan başka bir şey
anlaşılmıyor, başta kafalarında bir şey varsa... Metilin dediği stratejiyle
gitsek beğenilebilirdi yani, reklam dünyasında bu çok olur, metiller ve etiller
birbirini ağırlar. Kendi topuklarına sıkarlar, halk da zaten ne satsan alır,
çıplak olduğundan…
MÜŞTERİ HER ZAMAN HAKLIDIR, HAKLAMAK LAZIM ONLARI.
Bir kadın arkadaşım reklamlarını çok sevdiği ucuz
Budget Hotel için ne güzel di mi, adamlar ne sunuyorlarsa onu koyuyorlar
demişti. Reklamında, koltukta iki büklüm yatan bir “misafir”in, soğuktan donup
çarşafa sarılmış bir başkasının fotosuna falan baktıktan sonra, kalır mısın
peki dedim, evet dedi, kalırım. Tecavüze uğrayacağından falan korkmaz mısın
yahu dedim. Yoo, dedi, o zaman onu koyarlardı, adamlar ne varsa onu koyuyorlar…
İşi de parayı da alamıyoruz. Başka bir iş ile devam
etmeyi teklif ediyor. Biliyoruz ki aynı sorunlar devam edecek, uğraşmaya değer
mi? Paraya ihtiyacımız var. Değmez. Biz yokuz sizin yolunuz açık olsun diyorum,
deliriyor. İş yerinde insanları yönetmek başka, ki artık onu da yapmayacağını
göstermemizi bile anlamadı, ama iş dışında da insanların hayatlarına karışıyor,
bensiz başarılı bile olursunuz bakarsınız gibi cümleler kuruyor, yıkıyor.
Bu metile son cümlem şu oluyor artık: Kısaca bundan sonra lütfen benle ne metin yarıştır, ne
yaratıcılık konusunda benim yanımda kendini bir yerde gör, ne hata kabul etme
konusunda bana laf et, ne de bir daha benle çalışmayı düşün.
Hayatındaki her başarısızlığı artık kendimden bileceğim.
KARA KUTU
Kara dul için solaryum bronzu dedik ama başka kara
kuru özellikleri de var. Sadece stratejicici sanıyordum kendisini ama aynı
zamanda reklam yazarıcı ve müşteri temsilciciymiş… Komple kara dul yani, kafa
komple dul, her alanda partnerini satan kişilik. Reklam yazarlığından ve
karakterinden başka örnekler de vereyim; bazı başkalarının cicilliklerini de
ekledim çünkü fark etmez, bunların hepsi aynı morun soyu.
Ama önce bir prensip:
Ustam, bitirdiğimiz bir ilanın özene bezene alınmış çıkışını ortalık bir yere,
yere atardı, özene bezene. Birkaç gün yanından önünden geçerdik, bazen üstünden
atlardık... O birkaç gün sonrasında Murat derdi, bu ilanı yerden kaldır, orada
olmayı hak etmiyor. Ancak ondan sonra müşteriye sunardık.
TANRI HAYATI YARATIRKEN ŞÖYLE DEMİŞ: ŞİMDİ
REKLAMLAR.
Bir araştırma hastanesi için “Hastalık ve tedavi
keşfederiz” diye bir başlık buluyor ve savunuyor. Hastalık keşfederiz dememesi
gerektiğini anlatmaya çalışıyorum.
“Kalitenin görünen yüzü…” İnternet sitesine
giriyorsun, fabrikaya kameralar kurmuşlar, firmanın üretimini inceliyorsun.
Yiyecek firmasının üretiminde açıklık, şeffaflık falan, yersen… Kalitenin
görünen yüzü mü?
Kalitenin bir de görünmeyen yüzü mü var... Şeffaflıktı
hani. Bir şey saklıyoruz demiyor mu bu başlık… “Gözle görülür kalite” gibi bir
şey olmalı…
Neredeyse sunulacak sloganı yolundan çeviriyorum, bana
zamanında göstermemiş…
-Niye okutmadın?
-Okusaydın.
2 gün sonra herkesin önünde lafını değiştiriyor:
-Okumuştun.
Başka bir gün, akşam, mesai saati epeyce bir bitmiş,
yetişemiyorum yardım eder misin diyor heyecanlı, Allah Allah, paylaşacak
yaptığı işi benle. Yardım etmek için onu dinlerken yetişemediğinin bir
randevusu olduğunu anlıyorum.
Eleştirildi ya eleştirecek, bu da her şeye yetenekli
ya bir de eleştirmenliği deneyecek; tamam ama bunu müşteri sunumunun tam
ortasında yapmaması gerektiğini anlatmamız gerekiyor, üstelik müşterinin de
beğendiği bir iş, zaten eleştirilecek bir şey yok, kendi yanlış mantığı
haricinde, ama müşteri aramızda tartışmamızı dinliyor...
Benim fikrimi kullandın bir yerde ama sorun değil
diyor. Hangi fikir diyorum, olsun önemli değil diyor havalarda, ısrar ediyorum,
açıklıyor: Çimlere yatan kadın fikrim…
Çimlere yatan kadın diye bir fikir mi olur, muhtemelen
benzer bir görseli kullanmışız başka bir fikir için, eğer onunkinde çimlere
yatan kadından başka bir fikir varsa tabii. Muhtemelen sonradan bunu Murat’ın
benden fikir yürütmüşlüğü bile vardır diye açıklayacak etrafa, çok önemli değil
çok önemli değil, olur böyle şeyler diyerek; çimen at izi kalsın.
Reklam sektörü böyleleriyle
dolu, diyor Etil, özeleştiri mi, konuyu kendinden mi uzaklaştırıyor yine, yoksa
arası bir şey mi, bahsettiğimiz kendi çalıştığı elemanı değil sanki, ha
anladım, başkasını bulmak zor anlamında söylüyor bunu, e ben.
SALÇA
Kendine bakmadan başkasını suçluyorsun; ben kendime
bakarak başkalarını suçluyorum.
Aman canım eski sevgilime
karı dememiş ki, bu kadar abartacak ne var ve bu kadar uzatacak…
Ali yanımıza gelmiş, dediğimi anlamıyor, özür diliyor.
Deja why?
Yanıma gelmek istiyorsan özür dileyip gel demişti
Murat. Özür dileyeceğini ayağına bekleme.
Dilemiştin zaten diyor metil.
Özür dilerim derken tanrıdan bir şey diliyor sanki
adam; özür dileniyor sanki; sapasağlam adamsın, çalış, adam gibi dile; kusura
bakma derken bakma da kaytarayım işte demek istiyor.
Benden dilediğin esas özrü de unuttu tabii; kitabında
bana teşekkür etmeyerek… Evet kitap da yazmış bu orta parmak, yazarkuma;
yüzlerce bi boka yaramayan kişiye de kitabın sonunda teşekkür etmiş, edebiyat
duayenleri falan da var aralarında, bir tekinin bile okumadığına eminim, bu da
onları; danışıklı sövüş, tanışıklı teşekkür; bir ben yokum; benim adımı o ucuz
kitabında anmamış olmasındaki incelikli özrü kabul ediyorum.
Yoksa bir gece beni yemeğe çıkartırsın. Kendine söz
vermişsindir, bu gece ne olursa olsun Murat’a karşı çıkmayacağım. -Bana karşı
çıkma, sana karşı çıkmıyorum, bak hâlâ karşı çıkıyorsun.- Sadece onu
dinleyeceğim. Neden bana kızmış. Dünyadaki volkanların sebebi sensin dese bile
itiraz etmeyeceğim… Sonra, en kötü ihtimalle, beni eve bırakırsın, mutlu
olduğuma emin olursun, ve sen de evine gidersin. Mesaj atarsın, bir daha seni
görmek istemiyorum, için rahat olur (en kötü ihtimalle içi rahat olan
insanlardansındır); şu anda için rahat değil…
Unutmak istiyor bu da sizin gibi beni, adımı sanımı
her şeyimi; parmak izlerini… Güzel günlerimizde, biz laflarken bir anda bir
arkadaşı geliyor, ne haber Ali. Biraz konuşuyorlar, sonra adamı tanıtıyor bana
Murat diye, adamın adı da Murat'mış, sonra bana dönüyor, beni tanıştıracak,
duruyor, adını unuttum yahu diyor…
Şunu
başkası söylemişti, çağdaş sığdaş özür felsefesi: “Ben özür
dilememi gerektirecek kadar korkunç ve affedilmez bir şey yapmışsam eğer
gerçekten, özür dilemem. Çünkü sen de asla gerçekten affetmezsin zaten. Diyelim
ki affettin, o zaman da, nedir bu, bir özürlük müyüm ben diye düşünmekten
alamam kendimi.”
Allah yarattı diyebileceğim insan kaldı mı?
Kadınların her yerini kapayan gerici kültürlerde,
biraz bir tarafları görününce tahrik olması gibi erkeklerin: Özür dilemeye
dilemeye normal bir eylem olmaktan çıkmış artık: Ben özür dilenince gözleri
sulanan birine, onlar ben faşist miyim ki özür dileyeyim diyen birilerine
dönüştüler…
Adam Tanrıya sırtını döner, artık onun yolunda olmayı
kaldıramıyordur. Uzunca bir süre sonra Tanrı tekrar görünür buna; Tanrım der ne
kadar yücesin, ben senden yüz çevirdim, hâlâ bana görünüyorsun. Çünkü yüz çevirmen
lazımdı der Tanrı. Bu tabii holivud versiyonu; aslında, yani bizim yaşadığımız
hayatta şöyle der tanrı: Çünkü öldün lan salak. Git tuvaletleri temizle şimdi,
dünyanın bokunu…
Arkama yaslanıp, ikisinin de kızarmış domates
suratlarına bakıyorum, şöyle kafalarını birbirine vursam bunlardan bir salça
olur mu...
Hepi topu yüzde onunuz insan, binde de onunuz,
milyonda da onunuz, hayatta da artmıyor payınız.
Genelleme yapıyorsun diyor.
% 1'ini tenzih ederim dediğinde % 99'un kendini o %
1'in yerine koyacağına emin olduğun bir toplumda bilinçli bir şekilde genelleme
yapılabilir.
Beni tenzih et bari, bizi…
Okurken dinlediğin şeydir edebiyat, demiş biri, güzel,
ama şairaneler için. Benimkinin kokar bulaşır olmasını isterim: Okurken
direndiğin şeydir edebiyatım. Hayatım.
Ben hiçbir konuda seninki kadar kesin cümleler
kurmamaktan yanayım.
Şu kurduğun gibi kesin cümleler mi... Siz
diyorum, birbiriniz üzerinden benden özür diler gibi yapacağınıza, neden
doğrudan nedamet getirmiyorsunuz, nedameti doğru kullandım mı…
Bu iki şüpheli, ayrı ayrı sorguya alınıyor.
Birbirlerini ispiyonlarsa 5 yıl ceza alacaklar… İkisi de susarsa 3’er yıl ceza
alacaklar ki bu ödül diye nitelendiriliyor. Bir de cazibe var ki, akılları
çelinsin; birinin ispiyonlaması, diğerinin susması durumu, ispiyonlayan 1 yıl
ceza alacak, diğeri en yüksek cezayı… Araştırmacı diyor ki, ispiyonlamak her
halükarda kârlıdır. Asil davranmanın konuyla hiçbir ilgisi yoktur. Yapılması en
doğru olan şeyi aramıyoruz, manevi bir vakum içinde mantığa en uygun davranışı
arıyoruz. Ve bu da döneklik yapmaktır. Bencil olmak akılcıdır…
Manevi vakum nedir diye sorarsanız çeviri hatasıdır
derim, durumu insanca’ya çevirmemişler henüz…
KÖR
Kamburların ve körlerin birbirini, körlük daha zor,
hayır kamburluk daha zor diye suçladığına tanık olmuştum.
Körlük daha zor ama…
Kör müsün.
Evet. Ama yavaş yavaş açılıyor gözümün biri.
İkisinin arasında bir hareketlenme olursa sakın
şaşırma; üçüncü gözse sık, sivilceyse peygamberliğini ilan et, sakın
karıştırma, bu yüzyılda bu moda.
Kör olduğun için üzülüyor musun diye sormuşlar Stevie
Wonder’a, yoo demiş, beterin beteri var. Mesela zenci de olabilirdim.
Mesela metil de olabilirdi.
Normalde aralarında ben olmasam iyi anlaşabilirler
aslında. Böyle düşük karakterlilerin birbirleri için karakterlerinden feda
edecekleri daha az şeyleri bulunuyor çünkü. Müthiş özgürler, bir doğruya göre
hareket etmek zorunda değiller. Herkesle de iyi anlaşırlar; kalabalık insanı
aptallaştırır, böyle aptalsa mutlu hissettirir. Hümanizm insanları sevmek değil
ki, insanı sevmek; insanları sevmek popülizm. Her insanda ayrı bir güzellik
bulan o zorlama tipler gibi, dünyaları nasıl küçük. Ama ben varken Allah büyük,
duyuyor işte, duyup duyup vuruyor.
Allahım diyorum şunlara bir işaret gönder benim adıma.
Bir anda hava kararıyor, şimşekler çakmaya başlıyor, hava şartları diyorlar.
Allahım biraz daha diyorum, bu bönlere, yakınımızdaki ağaca yıldırım düşüyor;
bak sen şu Allahın işine diyorlar. Allahım diyorum beni mahcup etme. Göklerden
sert bir ses ortalığı inim inim inletiyor: Murat haklı ülen, ünlem…
Bakıyorum suratlarına.
Şimdi, diyorlar bir birlik halinde, ikiye iki olduk…
I, ROBOT... BEN, KORDELA
Bunların dürüst modelini şöyle tasarlamışlar:
-İyi birini aramıyorum; o zaman ben kötü kalıyorum
çünkü, biraz kötü biri iyidir bence.
-Biraz mı!
Bu ikisi kendilerini Selim ya da Metil sanan kaçıklar.
Mark Twain’in bir ikiz kardeşi vardı. O kadar
birbirlerine benzerlerdi ki, boyunlarına taktıkları bir kordelayla birini
diğerinden güç bela ayırabilirlerdi. Bir sabah yıkanırken kordelaları
çıkardılar. Biri boğuldu. Hangisinin olduğu hiçbir zaman anlaşılamadı.
Bunların kordelaları da benim.
YA TREN DE ÖKÜZÜ SEVİYORSA 2
Trenle tatile gittiğimiz bir gece, yemek vagonunda
meyhane muhabbeti yaparken tren köyün birinde duruyor, akşam, öyle bekliyoruz,
çok sempatik. Gençliği köyde geçmiş bir arkadaş sonradan söylüyor, köyün
gençlerinin tek takılacakları yer orasıymış, tek eğlenceleri, disko derlermiş
hatta... 2 tane var o gece, bizim cama yaklaşıyorlar, Selim ve Etil’e benzemiyorlar
mı bunlar, teki Hande’ye öpücük gönderiyor… Bakıyorum ne yapabilirim diye, bir
şey yapmalı mıyım, çıkayım mı; ne yapıyorsun gibilerinden bir el hareketi,
sustalısını çekiyor, bir şeyler söylüyor suratında bir nefret, bıçağı saplarım
gibi hareketler, geliyorum içeriye imaları… Artık çıkamam, o girebilir mi? Öyle
önümüze dönüp gülüyoruz, önce sinirden, sonra hüzünden; Allahtan tren hareket
ediyor…
İki kişi demiştim. Diğerini takip edeniniz oldu mu,
esas hikaye onundu çünkü; geçiyorum.
Haksızlık yapmayalım, Selim ve Metil’e sadece
benziyorlar. Ali’ye hiç benzemiyorlar, Ali’nin hep bir havası olmuştur. Belki
Ali tren olabilir… Öyle aynı hatta, leyla leyla.
Metil de istasyon memurudur.
TİPİKİZ
Irvin Yalom anlatıyor: İki arkadaş aynı terapiste
gidiyorlar. Terapistlerine kıl oldukları için bir oyun oynamak istiyorlar ona
ve aynı rüyayı anlatmaya karar veriyorlar. Terapist ilk seansta dinlediği
rüyanın tıpa tıp aynısını, dördüncü seansta da dinliyor. Hiç istifini bozmadan
şöyle diyor: Ne ilginç, bugün aynı rüyayı üçüncü kez dinliyorum!
Zannediyorsunuz ki akıl akıldan üstün…
Halbuki gerçekten de aynı rüyaları görüyorlar bu
ikisi. Diğer ceylanlardan değil çitadan daha hızlı olma rüyası.
YETENEKLERİNİ İYİYE KULLANMIYORSAN,
İYİCE KULLANMIYORSUN DEMEKTİR.
-Bak Borak. Aylar önce sana kitabımın kapak
tasarımıyla ilgili bir fikir verdim, tasarımını yaparım dedin… Aylar geçti bir
haber yok! Dün bana merhaba dedin, neden olduğunu anlamıştım, Çağlayamayan
söylemişti, bilmezden geldim, çünkü aldığın ödül umurumda değildi adam olmadıysan;
sana babamla sorunlarımız var, ev bulmam lazım dedim, sen başka hiçbir şey
sormadan bir hımm dedin! Sonra da hayatımda ilk defa bir şey yaşadım deyip
Kristal Elmadan bahsettin… Bana nasıl anlamsız geldiğini anlatabildim mi. Alma;
arkadaşının acısıyla ilgilenmiyorsan; aylar önce sana verdiği, çok önemsediği
kitabının kapağıyla ilgili ricasını söz verdiğin halde, mazeret göstermeksizin,
yapmıyorsan… Kristal Elma Alma. Hiçbirimiz bu dünyaya Kristal Elma almak için
gelmedik…
-Kitabının yazımından vazgeçmişsin, tekrar düzenleme
ile ilgili zamana ihtiyacın olmuş, Çağlayamayandan öğrendim, dolayısıyla
kendime dedim ki, kitabının düzenlemesi için zamana ihtiyacı var belli ki, yani
bu biraz süre alacak, belki kitabı bile değişir, samimiyetimize ve sevgime
dayanarak, ona göre kitap tasarımı fikri de değişir, ben biraz daha bekleyeyim.
Bir de Kristal Elma, hayatımda ilk defa olan bir şeyi, meslek hayatımda
başarılı gördüğüm çalışmalara beraber imza attığım, birçok şey öğrendiğim ve
saygı duyduğum bir insanla –bir abimle- paylaşmamın senin için böylesine
anlamsız geleceğini tahmin edememem, belki de bahsettiğin gibi “yaşı küçük
insanlar” olmaktan kaynaklanabilir… Kim olursa olsun, ödülü almış ve seni dostu
olarak görerek senden onun gibi sevinmeni bekliyor sen onun sevincine ortak
olmadan nasıl da onun senin kitabın için kapak yapmasını bekliyorsun! Böyle bir
bencillik ve tek taraflı arkadaşlık dünyanın neresinde olabilir! Olabilir mi…
Olamaz! Asla olamaz!
-Olay böyle olmadı, nasıl olduğunu yukarda anlattım;
olayı böyle anlatırsan, sen sadece egosu şişmiş ukala bir reklamcı olmakla
kalmaz yalancının da teki olursun… O zaman da o kristal elma, anca seni kendine
getirmek için kafana vurulunca hayatında bir işe yarar olur. Sen istediğin
jüriden onay al reklamcılığın için, Murat Sohtorik’ten onay almadıkça adamlığın
için, değerini aldığı kristal elmalarla armutlarla ölçen salak bir adam
olacaksın, yazıklar olacak… Kolay gelmesin, yolunuz açık olmasın… Sizin gibiler
için tek duam budur…
KENDİNİ BİL; DANDİNİ BİLL
Bunlar genç. İlerde birçok şeyi üst üste kuracaklar,
ben bi tık aşağıya çekeceğim bunları, ama ne tık! En temelde bir yerden olacak
o tık, sıçtık, tüm yaptıkları yıkılacak. Yapmak zor, yıkmak kolay lafını işte
böyle bir tık değiştirdim.
Yaşlanmalarını bekleyeceğiz, sonunda onlar da babamın
yöntemini uygulayacaklar, ölerek, iyi bilirdik demem için arkalarından…
Ölmeyecek olsalar zaten çekilmezler.
Ya göründüğün gibi öl, ya da öldüğün gibi gömül.
Ya da şöyle bir ağır vaka olacaklar:
ÇAĞLAYAMAYAN
“Millet seninle dalga geçiyor lan hamam böceği. Dön de
bir bak olmayan çevrene, adını kim duysa susup arkasını dönüp gidiyor. Küçük
bir sırıtmayla... Hani o dalga geçtiğin adamların hepsi. Arkandan bu
İstanbul’da söylenmeyen tek bir şey duymadım lan. Ama her defasında seni tek
ben savundum göt! Yanında kimse yokken sana evinin kapısını bir tek ben açtım.
Evet ben barınamamışım, ama çalışıyorum ve para kazanmaya çalışıyorum, senin
gibi sağda solda yıllarca tatil yapıp, it gibi sürtmüyorum ve bilmediğin gibi bu
dünyadaki tüm insanlar bunu yapmaya çalışıyor! Hayatını kazanmak nedir
bilmeyen, en temel ihtiyaçlarını gidermek nedir bilmeyen cehennem zebanisi
seni. Senin gibi evi var diye kimse sağa sola bok atmıyor. Ulan aha gördün işte
salak, evsiz kaldın işte, ne oldu o güvendiğin o malın mülkün var mı elinde ha
söyle lan ağzına sıçtığım, babasının ölmesi için dua eden allahsız! En azından
ben hayatımı kazanmaya çalışıyor çabalıyorum, yani senin yapmadığın şeyi
yapıyor ev geçindirmeye çalışıyorum diğer 70 milyon insanla birlikte! Senin
kalbin mutlu olsun diye kitabına güzel eleştiriler yapmaya çalışan adamım lan
hatır kıymet bilmez adi. Senin eşlerin çalışıp çabalayıp ev geçindiriyor aile
geçindiriyor, yüzlerce insana iş ekmek sağlıyor, yazdığı kitaplarla en azından
doğru insani fikirler savunuyor ama sen yazdığın sikiştiğin karıları yazmaktan
başka bir bok yapıyor musun, dön de kitaplarına bak, kıçımı silmem lan onlarla
diğerlerinin söylediği gibi, o adam salak, ondan bi bok olmaz, bi köşede ölüp
gidecek o yalnız başına. Ajans’ta bir buçuk sene çalışıp ayrılan tek sen varsın
doksanlarda. Arkadaşlarının yanında sevgilisini döven, babasını döven. 40
yaşında ablalarından hala para alan sağdan soldan milletten yardım bekleyen,
evi arabası var diye şımarıklığın en pisliğini yapan sen. Ama benim var, olacak
da, oluyor da, senin ağzını yüzünü sikeceğim. Evet yeteneksizim ulan var mı var
mı ha, adi salak, ama en azından senin gibi ah eski günler ah yazdıklarım deyip
sağda solda palavra sıkmıyorum. Kağan’ı kıskana kıskana onu dilime dolamıyorum.
Bak nasıl da Kağan’ı diline doluyorsun, o adam seni sikine takıyor mu bak
bakalım.”
“ALLAH
BELANIZI VERSİN.” ALLAH
Şeytan adice bir plan yaptı; günlüklerine bakarak
yargılayacaktı insanları. Adinin adisi insan buna çok sevindi ve aynı zamanda
aptal olduğundan gönlünce yazıp savundu günlüğünde kendini. Böylece sadece
günahları için değil ikiyüzlülükleri için de yargılanmayı hak etti. Kendi
hayatına yalancı tanık olarak.
HAKKIMDA YALANLAR SÖYLEMEKTEN VAZGEÇERSEN,
BEN DE HAKKINDA DOĞRULARI SÖYLEMEKTEN VAZGEÇERİM.
Bu Çağlayamayan benim adımı
iş bulmak için kullanmış, ustamdır falan demiş, Murat Sohtorik ekolündensiniz
demek demişler, ekolüm olduğunu öylece öğrendim…
Onu Kağan’a göndermedim bile, ayıp olurdu, sikine
takmayacağı bir adam gönderemezdim ona. Kendim için de iş istemedim ama istesem
ve beni de sikine takmasa haklı olurdu; beni bırak, sektörün yüzde yetmişini
seksenini de sikine takmasa haklıydı, adam kendi eski işlerini, birlikte
yaptığımız işleri de zaten sikine takmayacak kadar ilerlemişti çünkü işinde,
işinde demeyelim yaratıcılıkta. Ama sen kadınlardan anlarsın abi, bir şey
danışacağım diye beni arayıp içmeye götürdüğü bir akşam, sen benim ustamdın
demişti, Çağlayamayanın aksine onun ustası olmakla övünürüm, tamamen eşit düzeylerde
çalıştığımız Ajans’ta, kendini geliştirmek için tamamen kendi isteğiyle
yazdıklarını önce bana okutmayı keşfetmişti; o zaman diyebiliriz işte, işinde
de yaratıcı bir adamdı.
Ajans’tan ayrılışımda verilen partimde ne güzel tatil
yapacaksın yahu, biz çalışıyoruz olmuyor diyorlar. Geçmişimizi değil sadece,
amaçlarımızı uğraşlarımızı karşılaştıralım, yanımda tatil yerinde kalırsınız
diyorum; ertesi gün işten çıkartmalar başlıyor… Ne yazık ki krizden dolayı;
mutlu son parti, aslında tek parti benimki oluyor. İnsanlar bana ağlıyorlar,
param yok, çıkartılırsam ne yaparım bilmiyorum diye. İlgilenmiyorum; hafta sonu
tatilleri için sahil kasabalarına uçanlar, bir yıl içinde 2 tane ev
değiştirenler, boğaz manzaralı bir çatı katından, koru içindeki bir eve geçenler
bunlar; yazmak için iki üç yıl yetecek parayı biriktiren benim…
Çağlayamayan kitabıma önsöz yazıyor; bunu da
özgeçmişine ekliyor, Murat Sohtorik’in editörüyüm diye… Sektör böyle, işe
başvuran elemanın başkasının işlerini kendi işleri diye sunduğu örnekler
anlatılıyor, benim işlerimi bana kendi işleri diye sundu diyen var…
“Önsözü” kitaba dahil etmediğim için şaşırıyor, başına
önsöz yazdı diye onun önsöz olmayacağını açıklamam gerekiyor. Yazdığında biraz
eksik dile getirdiği doğru bir fikir var aslında, hakkını yemeyeyim: Kitapta
eleştirdiğim bir dolu filozofun adını verdikten sonra –birkaç tane benim hiç
değinmediğim filozof da var- bu filozofları okuduktan sonra mutlaka Murat
Sohtorik okuyun diyor; halbuki doğrusu, önce beni okumaktır, filozoflar tarafından
gafil avlanmamak için…
ADİL ABİ
Sana 25 yıl önce babamı öldürsem ne kadar yatarım diye
sormuştum,
Hatırlıyor musun 24 yıl demiştin.
25 yıldır yatıyorum oysa ben...
Babasına yumruk attığını söylemişti, ki atılabilir bu sorun değil, ne babalar var; sonra
memleketine, babasının yanına dönecek, ki bu da olabilir, ne hayatlar var, ama
ülkenin başına bela olmuş parti için çalışıyor, diktatör için, bu olmaz.
Her halde sevgilisini döven de kendisi, bundan bahsetmedi, ama benimle
tanıştırdığında, kısa sürdü ilişkileri, Murat’ın yanında kendimi önemli biri
gibi hissettim demiş kız, bunun için dövmüş olabilir.
Şu an babam ölü, ben öldürmedim, dövmedim de, ölmesini
istediğimi gönül rahatlığıyla söyledim, dinleyen rahatsız olmayacaksa; çünkü
böyle rahatlıyordum, ölmesini böyle sağlayabileceğimi bilsem durur muydum bak
onu bilmiyorum, ama yaşamamı bu sağladı diyebilirim, kopukluk olmadan, nefsi
müdafaa buna denmiyor mu; saklayacak az şeyi olan biriyim; hayaletinin karşıma
çıkması için dua ediyorum ki onun kabusu haline getireyim bu durumu, adam gibi
yaşayan biri bir hayaletin kabusu olabilir…
“BU SAÇMA KONU BENİ AŞIYOR”
Metil ve Selim şu anlarda sakin, başkalarının
öküzlüklerini dinlemek insanı rahatlatıyor; desteklemeye cesaret edemiyorlar,
çünkü konuyu onlara getireceğimi biliyorlar.
Aramızdaki farkı iyi anlatan bir anım var, dinleyin
lan.
TOPUK
Bir reklam ajansı... Ama bunu okuyucuya anlatmıştım.
Telefonu suratına kapattığım müşteri direktörü kadın… Topuklu ayakkabısıyla
şakkada şakkada merdivenden inip üzerime yürüyen hani… Onlara da anlatıyorum. 2
hafta boyunca kadın yanıma gelecek diye korkmamı, sonra patronun yaratıcı
grubun zoruyla kadın senden özür dileyecek demesini, artık özür dilemesi
gereken sadece o değil dememi, patronun şaşkın şaşkın bakmasını ve istifa
etmemi.
Muhtemelen topuklu ayakkabıdan tahrik olarak
dinliyorlar, tahrip ediyorum tahriklerini, kadının yanına giderken kırbacını götüreceksin, diyorum.
Kırbacı kadının yanına bırakıp çıkacaksın. Kırbacı bir tanısın, sarılsın;
kadınlık falan kalmaz ortada.
Ama esas, buradaki uzlaşmaz karakteri görüyorsunuz
sanırım sadece, oysa oradaki duyarlı ve şefkatli herif de benim: Olaydan hemen
sonra, akşam yanıma patronun yakın arkadaşı geliyor, benden yaşça biraz büyük
ama arkadaşım gibi de hissettiğim müdür. Olayı dinliyor. Birer bira da
getirmiş. O sırada bahçeye bakan odamdan müşteri direktörünün kocasını
görüyorum, kadını alıyor gülerek neşeyle gidiyorlar: Diyorum ki kocasına
söylememiştir her halde; belki de hiç söylemeyecektir… Ne gerek vardı… Acaba
başka nasıl davranabilirdim… Kadın da stresliydi, daha doğru halledebilir
miydim… Böyle şeyler düşünüp, kendimi yormaya ve ağlamaya başlıyorum… Müdür
arkadaşım, ki o da herkes gibi kadından hiç hazzetmiyor, şaşkın şaşkın ağlamama
bakarak şöyle diyor; kariyerim bile söz konusu olsa bu işi çözeceğim, sen merak
etme…
HARP’TEN
GELİYOR HARBİ…
Arkadaş olduktan sonra bile bana siz diyen o okurum
şöyle yazmıştı: Sert yazdığınızı düşündüm başta, ama yaşadıklarınıza tanık
olunca daha bile sert olmalıymışsınız dedim. Hatta ben de size sert
davranmıştım.
Tasavvufla yoğun ilgilenen bir ünlü yazar beni biraz
tanıyıp şöyle yazmıştı: Sizin gibi aynı anda hem muhalif ve meraklı; hem öfkeli
ve sevecen gözle bakabilen çok az insan var… Vicdan azabı hissetmiştim sonra,
onunla ilgili öfkeli eleştiriler yazarken; meraklı ve sevecen olunabilecek
şeyler yapmıyor, yazmıyordu.
Ama yine de internet profilimi ele geçirip insanlara
kaba, küfürlü, hakaretli provakatif mesajlar atıp imajımı sarsmaya çalışan kişi
şu ana fikirde mesajlar almış geri: Murat, yaşlandıkça kibarlaşıyorsun.
Ne de olsa okşaya okşaya düzene politikacı derler,
yazar dediğin düze düze okşayandır.
Sopa kilime vurulmaz, toza vurulur, demiş anonim
mevlana.
“O KADAR KÖTÜ HUYUNU GÖRDÜM AMA BİR KERE BİLE SESİNİ YÜKSELTMEDİN.”
Öfkelenmem esasen eğlenmemi engellemek içindir; çünkü
eğlenerek tepki gösterirsem, cümleleri pusu gibi kurarsam, kurtuluş yoktur
karşımdaki için, 3 haftadan başlar; erkekler 3 hafta kadar sevişemez,
kadınların regl günleri 3 hafta kadar gecikir…
Küfür etmem de hakaret etmemek içindir… Örnekle
açıklayayım: Acıyorum sana anlamında, ayyy çok acı çektin değil mi diyen bir
kadına, ayhh kişisel gelişim orospusu dedim; hataydı, sadece orospu demem
yeterliydi; o sadece bir küfür, gerçek bir şey yok, orospu olup olmadığını
bilmiyorum, değilse değilim der geçer; ya da ağzına niye sıçayım mesela
birinin, manyak mıyım… Ama kişisel gelişimini aşağılamam hakaret, çünkü gerçek.
Kurtulamaz ondan artık, üzerine yapışır. Öküz demem, mesela, küfür ama geri
zekalı demem hakaret çünkü gerçekten geri zekalı; oysa benim için
kullanıldığında geri zekalı mesela, eşek gibi bir küfür, eden için kendi
zekasını aşağıladığından hakaret, kendi kendine, durduk yerde…
Demek kişiden kişiye de değişmesi gerek bu kavramların;
hatta zamandan zamana; eski bir Türk filminden şu replik, “Kavga etmeye, adam
öldürmeye hazırım ama cinayet işleyemem.” iyi ifade ediyor...
Orospu demem sert mi, sert; peki demesem; bana kızma
hakkını elinden almış olurum; oysa orospu denilince, hah diyor anlamsız kişisel
kızgınlığımı oturtabileceğim bir zemin çıktı karşıma; yani fazlaca kibarım…
Düello zamanlarını çoktan geçtik, genelde sidik
yarışları var çağdaş dünyada, oysa diğer düelloları bile işeten bir düello
sahnesi hatırlıyorum, bir çizgi romandan:
Düelloya davet ettiği rakibin kurşunu başını sıyırır.
Gerçek düelloda düelloya “davet” eden, önce rakibinin silahı önünde durmalıdır;
çünkü böylece, korkakça, ben silah kullanmakta zaten ustayım, düello bir
formalite, seni yeneceğim, öldüreceğim denmek yerine, gerçek bir gururla
denilmiş olunur ki, sana, nefret ettiğini, beni, öldürme şansı tanıyorum… Sıra
kendisine gelince nişan alır ve bekler, nişanı uzatan erkek makbul değildir,
bekler bekler; rakibi de önce gururla bekliyordur; önce; ya sonra; dakikalar
sonra, saat sonra, üzerine bir silah doğrultulmuş, şahitler de kibarca
bekliyor, ateş edene kadar, sabahsa sabaha kadar beklemek zorundalar; bekler
bekler, öldürmeyen şey gücendirir, öldürmeyen şey gevşetir, sinirleri; sinirin
sonu selamet değildir, iyice gevşer ve ağlayarak yere yıkılır, sanki ayaklarına
kapanır. Ateş eder de formalite icabı, basit bir yaralama, düelloyu bitirmek
için; zaten bitirmiş de kurşun işin tuzu biberi...
Yani kişisel gelişimini aşağılayıp ayaklarıma
kapanmasını sağlamak yerine, orospu diye küfür ederek kurşunu yapıştırmış
oluyorum kalbine, yoksa alnına; gurursuz bir yenilgiden kurtarmış oluyorum onu…
ON EMİR
-“Bir durumu tek bir güzel sözle özetleyebildiği için
insanlar ona hayrandı, ama bu yaptığıyla konuşmayı başlatmıyor
sonlandırıyordu.”
-Konuşma olsun istemediği açık değil mi.
-Ama bilgelik demokrattır yazmıştın.
-Demokratlıktan ne anlıyorsun? Herkes konuşsun demek
mi demokratlıktır; bence en akıllı konuşsun demek demokratlıktır; o akıllı bir
de iyi biriyse, o zaman tadından konuşulmaz; ve o kişi sensen…
-Sensen?
-Susturursun.
-İnsanları susturmak ne anlatır?
-Susmadıklarını anlatır.
-İnsanları ikna etmek bir şiddet biçimidir.
-İkna etmiyorsun ki susturuyorsun… Anladın mı göt…
Bak, olayı kıçından anladığını sadece ima ettim.
-Ben sana göt desem!
-Adamın ağzına sıçtığımı anlatan doğru bir tespit de
olabilir.
-Hey peygamber, demiş Tanrı, onları hidayete erdirecek
sen değilsin, benim. Senin bu kadar öfkeli olmaya ne hakkın var?
-Her şeyden önce üstüne itaat zımbırtısı. On emir, mon
amur… Hiç bu gözle bakmadın mı, ilk beşi tanrıya, devlete, patrona,
anaya-babaya itaat de altıncıdan başlıyor adam öldürmeler, hırsızlık yapmalar,
yalan söylemeler. Tanrıya inanmadın birinci dereceden, devlete patrona itaat
etmedin ikinci üçüncü dereceden suçlusun, adam öldürdün, olur o kadar canım,
altıncı dereceden suçlusun… Son beşine uyduğunda hem, adam öldürme yok,
hırsızlık yok, yalan yok, aldatma yok; ilk beş otoriteye uymana gerek yok, ne
diyorum, o otoritelerin varlığına gerek yok… Patronluk taslayan birinin yazdığı
açık değil mi…
-Tanrı'ya inansaydım, kendimi beğenmişliğimin haddi
hududu olmazdı, soyunup sokaklarda çırılçıplak dolaşırdım demiş adam...
-Tanrıya inanmayınca da başkalarını mı soyuyormuş…
SAKIZ
İkinci eşim de ayrılmak istiyor…
Selim’in neden bu kadar durgun olduğu anlaşıldı.
Müstahaktır demek istemiyorum. Ben söylemiştim demek istemiyorum çünkü
söylememiştim, anlamayacaktı. Evlilik, ilk bölümünde esas adamın öldüğü bir aşk
romanıdır derler, Selim esas adam da değildi; değilsen
kadınlara esas kızmış gibi davranıp kraliçelermiş gibi kandırmayacaksın, mutsuz
olarak öderler. Eğer ile meğer evlenmiş, keşke adlı çocukları olmuş da
derler; bu lafları doğrulamak için yaşadığını düşünüp içten içe gururlan bari.
Bir komedyenin lafı geliyor aklıma, ama bunu da
söylemiyorum, adam komedyen sonuçta: Tren tünele girdiğinde hanımının sakızı
bir adama geçmişse, yok yok, hanımım yutmuştur, o herifin kendi sakızı diyorsan
âşıksındır.
Absürtük Metinler’den şunu okuyorum: Siz erkekler kaba
değilsiniz kibarsınız aslında; ama yalancı kibarlık, işte bu çok kaba.
Kitabını imzalı isterim, diyor; 32 yerinden
imzalayacağım sana…
BUYUR
Adamla aynı anda bakkala girer oluyoruz, önce
davranıyor, giriyor, ben de arkasından; duruyor; kız arkadaşıyla arasına aldı
beni… Henüz öğrenememişse, o kız umuyorum ona öğretir, buyurmasını değil buyur
etmesini.
HIDIR
Kendine güveni çok. Irkçı düzeyde. Üstün ırk falan
olduğunu ima ediyor. İzmir’in bir yerindeki ırklardan biri, artık ne
yetişiyorsa orda. İzmir’in İstanbul’a karşı üstünlüğünü savunmasından çok iyi
anlaşılıyor aslında üstün bir şeyi savunmadığı, kendi olduğu şeyi sırf kendi
öyle diye üstünmüş gibi kakalamaya çalıştığı…
Ölümcül bir kaza geçiriyor, hatalı sollama yapan bir
lüks otomobile biçiliyor, hep alacam alacam dediği o lüks markalardan birine,
çok para da kazanmasına rağmen almadığı için tırışkadan arabasının içinde;
düelloda vurulur gibi karşıdakine, eh, davet etmeseydin… Gençken üç liralık
hamburgerin yanında içecek iki lira diye içmiyor olmamla cimrilik diyerek dalga
geçmesi geliyor aklıma. Hayatını kurtarmak için her türden kan veriliyor.
Hayati tehlikeyi atlattığı haberini veren arkadaşıma
şaşırtıcı tepkimi veriyorum: İyi olmuş…
Öz doğru değilse özgüven patlaması tut ki mayın
patlaması; buna da şükür, kendisi arabasıyla bir garibi biçmiş de olabilirdi.
Yıllar geçiyor ve eski haline geri dönüyor, kötü
anlamda; artık başka bir ırkın ırkçısı olmuş diye son esprimi yapıyorum;
verilen ayrı ayrı kanlar da şu tesadüfe bakın ki hep ırkçı kanlarmış.
ANNE Mİ, BABA MI; YOKSA BEN Mİ…
Babasıyla tavla oynayıp üzüm yerken yanlışlıkla zarı
ağzına attığında, tavla oynarken üzüm yenmez demiş babası; oysa “altı altı”
diye duruma uygun davranan babalar da var.
Bunların hiçbirinin babası işe yaramazdı ya da bu çocuklar
zaten işe yaramazdı. Babalar yine de tam olarak işe yarayamamışlardı ki
çocukları kurtaramamışlardı. Çocuklar da tam olarak işe yaramazdı ki
babalarının işe yaramazlığından kurtulamamışlardı. Benim de babam işe yaramazdı
ama ben işe yarar biri olabilmiştim. O kadar ki beni tanımlamak için
kullanılmaya yeltenildiğinde işe yaramak kelimesinin içi boşaldı, yeltenmek
kelimesinin yanakları al al oldu. Ve bunların hepsi de farkında bile olmadan
beni babaları gibi görüyordu, babam dahil. Bana bağımlılıklarının, ve yine de
benle anlaşamamalarının nedeni buydu, nerde kaldın baba diye suçluyorlardı
beni, neden geç geldin.
Ben iyi bir adamdım Allahım, neden cehennemdeyim diye
sorduğumda cehennemdekiler iyi adam görsünler diye cevaplayacaktı.
“BANA CEVAP VERME.” TEDAVİ
Seçmemişlerdi çevreleri olarak beni, genetiklerinde
varsa bir noksanlık ya da terslik, bir hoyratlık ya da oynaklık, onu telafi
için gönderilmiştim belki; çünkü bende sertlik dedikleri şey doğaldı, gorildeki
anlamıyla doğal; kayanınki gibi serttim, kaya benim gibi...
Uğrulu 13’leriydim. Şifreleri.
UĞURLU 13
-Niçin 13 diye sormuyorum. Evet 13, çünkü o bir şifre.
Peki bir 13, bir hayatı (kurgulanmış da olsa) anlamlandırmaya yeter mi?
Hikayenin dili hayli ikna edici. Sözcüklerin büyüsü okura 13’ü dayatıyor gibi.
13’ün her kilidi açan bir anahtar gibi sunulması biraz rahatsız edici. Böyle
bir anahtar olabilir mi? Tamam saçma her yerde ama her şey bu kadar tek boyutlu
ve basit mi?
-Kahramanın başardığı şeylere bakarsanız; başkalarının
bizim için iyi olanı saptayamayacaklarını, bunun gerçek bir iyilik
olamayacağını, bizim ne istediğimizi anlamaya çalışmalarının önemli olduğunu
öğreniyor. Bir etkiden kurtulmak için ona zıt bir şey yapmak da yine
etkilenerek bir şey yapmaktır gibi bir felsefe ediniyor. En haklı olduğunu
düşündüğü an, hayatının en büyük hatasını yapacak olduğunu görüyor. Evet,
bunların hepsini 13 aracılığıyla buluyor. 13 bir şifre ama neyi açtığını
bilmezseniz şifre ne işinize yarar. Şifre, şifrelediği şeyi anlamlandırmaz, ona
giriş kapısıdır sadece. Uğurlu 13 uğur getirmiyor ya da bir uğursuzluğu
yenmiyor sadece farkındalık sağlıyor. Siz de öyküyü bir şifre kabul edip kendi
kapınızı açabilirsiniz. Uğurlu 13’ün ona karını kaybedersen çok şey kaybedersin
demesinden, ya da şu soruyu doğru çözersen hepsini çözersin demesinden anlam
çıkarması gibi, örneğin bir politikacı da şu anki politikama dikkat edersem
tarihe geçerim gibi bir anlam çıkartabilir... Kendimden bir örnek vereyim: Bir
radyo programında değerli bir yazar benim ilk kitabım Kısa Çöp’teki öykülerimin
temel yaklaşımlarını oluşturduğunu düşündüğü üç öykümden söz etti, şans eseri
bunlar kitabın en başında, en sonunda ve tam ortasındaydı. (Sonundaki Uğurlu
13) Tam ortasında diyorum, 27 öykülük bir kitabın tam ortasındaki öykü kaçıncı
öyküdür? 14’üncü. Baştan ve sondan 14’üncü hem de. (Öykülerin sayısı ve
sıralaması birkaç kez değişmişti.) Yani o öykü, 13’lerin uğursuzluğunu
aşamayan, 14’e geçemeyen ve böylece yaşamına devam edemeyen Uğurlu 13
öyküsündeki kahramanımın tersine, bunu başarmıştı. Ve o 14’üncü öykünün adı da
Kısa Çöp’tü, kitaba sonradan koyulan ve kitabın adı olmasının daha doğru
olduğuna, hem de önceki ad Uğurlu 13’ü eleyerek (13’ü bir kez de burada
geçerek) karar verilen Kısa Çöp öyküsü. Buyrun bakalım. Bunu öykü yazmalarıma
devam edeceğim konusunda bana verilmiş bir işaret olarak yorumlayabilir miyim?
Peki ya tersi, olumsuz, uğursuz bir işaret olsaydı ne olacaktı.
UĞURSUZ 97
Selim’in babası üveydi. Kurtulamadığı buydu,
atamadığı safrası. İlk gençliğimizde belli bir hüzünle söylemişti bunu. Baban
öldü mü diye sorarken son kez ima ettiğinde de bak benimki yok bile demek
istiyordu her halde. Babanın ölmesini nasıl isteyebiliyorsun, istesem ben
isterim.
Babam yaş haddinden ölecekken onu son kez görmeye en
ufak bir pişmanlık duymadan gitmediğim gibi, öldükten sonra da uzak akrabalara
ve tanıdıklara öldü sağ olsun diyorum, ama zamansız gitti:
-Nasıl yahu? 97 yaşındaydı!
-Daha önce gitmeliydi.
Onu sevmiyor muydun diye soranlara, Kenan Evren’i de
zamanında severdik diyordum. Bizi kurtarıyor sanmıştık.
Ölmeden onu sevmemeyi başarmamla gurur duyuyordum,
arkasından konuşmayacaktım.
Ölenin arkasında neden konuşulmaz biliyor musun; çünkü
hakkında hiçbir şey bilmiyorsundur.
Ben de arkasından şöyle konuşamıyordum: Kötü bir babam
vardı, alkolik ve kumarbazdı, kadınlardan döndüğünde annemi de beni de döverdi…
Ah, ne yazık ki hiç kanıt bırakmayacak kadar kötüydü.
Tüm yaptıklarının cezası olarak benim sevgimi
gerçekten kazanması için getirilmiştim dünyaya, ama bunu bile
başaramamıştı, uzun yaşaması lüzumsuzdu.
Hastalıktan ya da yaşlılıktan falan ölmedi, Allah
aldı… Yüz, bilemedin yüz on yıl yaşayacaktı, Allah korudu…
ÇOK YAŞA ÖLÜMLÜLÜK
Yıllarca konuşmadığı 2 kız kardeşinden biri kalp krizi
geçirince açtı ağzını yumdu gözünü, yaşamını neredeyse küfür ederek anlattı
-babasına inme indirmiş, annesine tokat atmış- ama esas, hayatındaki tüm
kadınları sadece kendi işine yarasınlar diye etrafında tutup, kullanıp, onları
sakatlama pahasına aileye erkek sinek yaklaştırmayan, iki kardeşinin ve iki
kızının erkeksiz yaşamlarına sebep olan bir ego; ve etrafında işkencecisine
âşık kadınlar... Demek benden de korkuyordu, kendi güçle, şiddetle
beceremediğini büyüsüyle becerebilmiş bir soy; otorite taslamasının nedeni
buydu: Yılanın başını küçükken ezeceksin… O yılan, oğlun lan.
Üvey bir abim vardı ve onu zorla evlat edinmişti.
Bunun cezasıydı işte, benim de onu baba edinmemem; damarımda kanım değildi,
kendi kanım vardı benim.
ALLAH BULLAH
Selim’in bunları anlaması mümkün değildi, o üvey
babasını bile sevmemeyi becerememişti. Kimi seveceğini bilmeyi öğrenememişti bu
yüzden, kendini yanlış, kadınları eksik seviyor, buna rağmen fakir ama gururlu
âşık havası atıyordu; benim gibi fazla seveceği birisi çıkınca da allah bullah
oluyor, kıskançlığını hayran olarak gizlemeyi bile beceremiyordu.
Ne mutlu ki kötü baban üveymiş bile denebilirdi ona,
bir yerlerde iyi bir baban olduğunu düşünebilirsin… Babalık çünkü harika bir
kurumdu; tabii ihtiyacı olana; babamın öküzlüğünden dolayı babalığı ve tüm
babaları kötülememem gerektiğini bana öğretecek bir babam olması gerekmemişti.
Ona hiçbir zaman piçliğini hatırlatmadım, zaten
hatırlamıyordum, piçlik diye bir şey yoktu benim için, piç ne demekti yahu diye
sorabilirdim bile… Bu ona hiçliğini hatırlatıyordu. Piçsen piçsindir, kötü ya da
iyi, bu bir belirlenmişliktir, bir kimliktir, piçim evet ne var diyebilmelidir
bir piç, buna rağmen başardıklarımdan gurur duyuyorum diyebilmelidir.
O kadar alttan alıyordum, hâlâ nasıl da alttaydı…
Onu hiç küçümsememiş olmamı telafi ediyordum işte, hayatımdan
silerken, ulan piç diyerek; rahatlamıştı…
ACILAR DA YANILABİLİR
Ali babası konusunda beni başta şaşırtmıştı. Git
babanın karşısına çık, haklarından bahset, posta koy diyen biriydi Ali. Helal
olsun demiştim, babasından saygıyla söz ederdi, babacığım diye sevgiyle, kendi
babasını bu kadar seven biri olarak benim babama karşı kızgınlığımı, kinimi
anlamasını takdir ediyordum. Sonra anlaşıldı ki o da bir çeşit üveymiş; babası
onunla hiç ilgilenmemiş, başka bir kadınla birlikte olmuş ve üvey annenin çocuğu
küçümsemesine izin vermiş, boş ver onu demiş babaya, mağduru oynuyor; bir yerde
haklıydı kadın, Ali ilgi çekmek için yalandan ağlayan bir çocuk gibi
mağduriyetten faydalanmaya çalışan, artık bunu hayat tarzına ve belki de zevk
almaya dönüştürmüş, bunu kullanan biri olmuştu; babacığım değil bıbıcığım
diyormuş aslında yani. Bana tavsiye ettiği de kendi yapamadığıydı.
Bu ağlak türe verilen en iyi cevabı duyup kapmıştım:
Herkesin söz alıp şiirden bahsettiği bir toplantıda ilk tecavüzümü 13
yaşındayken yaşadım diye başlamıştı kadın konuşmaya ve belli ki uzun uzun
anlatacaktı. Toplantıyı düzenleyen şair çıkıp demişti ki, ben de tecavüze
uğramış olabilirim, seyircilerimiz de, ama buraya şiir konuşmak için toplandık.
ARDA YA DA HAY BİN KAFKA
Arda’nın hayatının ayrıntısıyla ilgilenmedim, çünkü üç
aşağı beş yukarı aynıdır; 45 yaşında benzer nedenlerden kalbi durdu çocuğun,
burada anıyorum.
Tedavi edilmek ya da hayatının edebiyatını “başarıyla”
yapıp bir Kafkaesk’e daha imza atmak yerine ölmesine, kurtuldu demeyi tercih
ediyorum, bizi de kurtardı.
Kafka’yı okuyup bir gün karşıma gelebilirdi çünkü,
daha doğrusu Kafka üzerine yazılan güzellemeleri okuyup; ona hayranım,
diyecekti, baba korkusunu besleyip büyüterek sorumluluklardan kaçtı ve kendine
yeni bir özgür alan açtı…
Özgür mü… Neyin özgürü… Dev böcek bir sabah bunaltıcı
düşlerden uyandığında, kendini yatağında bir Gregor Samsa’ya dönüşmüş olarak mı
buluyordu da özgürleşiyordu…
Kafkaesktiler… Cioranesk… Humesk… Shopenhauresk…
Siktiretsk.
Böceğin aslında yürümediğini şuradan da anlayabilirdik
ki, bu kadar suçluluk kompleksi üzerinden yürüyen -sürünen- bu edebiyat asla
suçlu olmama üzerine insanlar üretmişti; bu da bu edebiyatın gerçekten
okunmadığını, algılanmadığını değil, aslında gerçek olmadığını göstermiyor mu...
Gerçek değil, kurgu bile değil, kurgu gerçekten beslenir, gerçektir; bununsa
tek gerçekliği var, yalan olması; yazar olması, böceğe hissederek dönüşmüyor,
yazarak dönüşüyor; yalan demek bile iltifat sayılır çünkü ikiyüzlü, ironi
sanılanından…
Beni içine hiç alamaması böcek gibi hissedecek bir
yapım olmamasından değil, aslında kendisinin böcek gibi hissetmemesi; en ufak
bir aşağılık kompleksinin olmaması, tam tersi un ufak bir büyüklük kompleksinin
olması…
Böceğe dönüşmek zaten birinci olmak gibi bir şey;
birinci ölmek... Kazanan kutlanıyor, kazanarak zaten kutlanmamış gibi, hadi onu
geçtik, kaybeden nasıl kutsanıyor…
Diktatörler neden idam ediliyor da Kafka’nın eserleri
yakılmıyor; okunmaması gereken kitaplar listesi neden yok, okumadan önce ölmen
gereken 100 kitap, 1000 kitap; ben neredeyim, bunlar nerede…
Bu türün gerçekten özgürleşmenin yolunu bilenleri ama,
ki onları yazmıştım, ondan sonra başka çıkmamış demek, durumu açıklıyor:
“Eskiden acı diye çektiğim duyguların, kendimi
kandırmaktan başka bir şey olmadığını görüyorum. Fark ettim ki bilerek ve
isteyerek yapıyormuşum. Acı çekmenin beni yücelttiğini, farklı kıldığını
düşünüyormuşum...”
“Geçmişimde yaşadığım mutsuzluk beni inanılmaz mutlu
etmişti, farklılığı yaşadığımı, kendimi ve yaşamın anlamını yakaladığıma dair
bana ışık ve umut veriyor gibi geliyordu.
KAFKAERKİL AKIL
Tecavüz kaçınılmaz, şimdi zevk almağa bakıyoruz; haydi
hep beraber, yeniliyoruz yeniliyoruz, derin bir nefes alıp daha güzel
yeniliyoruz; yenilir yutulur cinsten oluyoruz.
Bilinen edebiyatın tamamı ortak aklın diliyle yazılmış.
Ortak da, acaba akıl mı…
Baştan Kaybetmek adlı metnimi yazıyor ve yakıyorum;
meczubun yazdıklarımı yak demesinin müthiş anti-kafkaesk bir tavır olduğunu
kanıtlamak için sergilediğim performans; aslında yüksek bir değer olduğunu
düşünmesini, kendini çok gösterişli saklamasını kalemime doladığım…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder