8.
BASIM İÇİN SON SÖZ
Bir sabah harika
düşlerden uyandığımda kendimi bir katile dönüşmüş olarak bulmadım, adam da
öldürdüğüm halde…
Adam öldürmeden katil
olmadığıma emin olamazdım.
Ama katil olup
olmadığımı anlamak için işlemedim cinayeti, ya da adı her neyse. Katil
olmadığımı zaten biliyordum, ve biliyorlardı, o yüzden bana geldiler,
Nütopya’yı okumuşlar, son günahı benim işlememi istediler, çok rica ettiler.
İki kişiydiler,
özellikle Başkan Baba’dan etkilenmişler... Onu baz aldık dediler; tabii bir
sonuca bağlamak lazımmış… Başlık da Baba Başkan olabilirmiş, ya da Başka Baba…
Aslında ben de kafamda
hikayeyi devam ettirmiştim, kendimi öldürmeli miyim gerçekten diye düşünürken,
yaşlı balıkçı şöyle diyordu:
-Bu kadarla bitti mi
iş!
-Hikaye bu kadar.
-Git anana anlat sen
bunları…
-En sevdiğim.
-Bak bana, kalanları
birinin yönetmesi lazım.
-Ben yönetici değilim.
-Katil de değilsin.
Bulunabilir de
değildim ama işte buldular.
İki kişiydiler ve iki
zıt karakterdeydiler, ikiz kardeşler kadar zıt: Başkan Babaya biat edenlerden
biri ve ondan nefret eden, kimseye biat etmeyenlerden diğeri.
Biat eden öne çıktı,
ve öne çıkardı beni: Size biat edeceğim, dedi, bana biat ederler.
-Anlamadım…
-İnsanların çoğu neden
iyi bir lideri izlemez?
-Nedenmiş?
-Zaten kendilerini iyi
ya da lider sandıklarından… İki taraf için de iyilik kötülük önemli değil,
efendilik ve kölelik derdimiz… Biz biat ederiz, gayet güzel söz dinlemişsek,
nasıl suçlanabiliriz ki… Ama diğerlerine
emir ver yeter, bense izlemeyi severim: İyi bir lideri izlememin daha iyi
olacağını anladım… Antibiaçılar biat etmez, onlar kendilerine
biat edilmesini isterler. Biat ettiğimiz lider kötüler genelde onların
arasından çıkar, kendi kötü taraflarını üst düzeyde barındırıp sergilediği,
sivrilttiği ve sivrildiği için, hem kızıp hem kıskandıkları kötü lidere
dönüşmüşlerdir... Biz bilmeden yaptık deriz, bu, geri dönüşü
imkansızlaştırıyor, ama işte bilmeden iyiyi de yapabiliriz. Antibiatçılar benim
dediklerim yapılmadı der, bu da ileriye gidişi baltalar; ancak iki taraf da iyiye
biat ederse çözülür her şey.
-Siz neden
konuşmuyorsunuz?
-Konuşursam yönetmeye
kalkacağımdan! Çocukluk arkadaşıyız biz… Dalga geçerdim onla: Bi-at, bi-ata
krallığım, diye… Yollarımız ayrılmıştı; Nütopya’yı
gönderdi, bak beni küçümsediğin gibi seni de küçümseyen biri var diye
imzalamış, kendi kitabı gibi... Görüştük, neden olmuyor dedim… Cennetten
Cehennemi seyrederken kibirleneceğimdenmiş; ama bu durumda bile yine de en çok
kıskanacağım kişi Cehennemi yöneten olacakmış.
-Bunları artık geçelim... Sonuçta bunların
hepsi aynı zaaflar, aynı kötü zaaflar; sizinkiyse iyi zaaf, yönetmeniz
gerekirken yönetmek istemeyişiniz…
-Emir
vermeyi sevmem.
-Yazmıştınız: Saldırı
emri veremem diyor komutan, yeterince güçlü değiliz, yenemeyiz. Başkomutan
şöyle çözüyor: Emri takım komutanlarına doğrudan verin, komutan da ordusunun
peşine takılsın… Ben buradaki takım komutanı oluyorum, antibiatçı ise komutan…
Siz kim olduğunuzu düşündünüz mü?
-Başkomutan olmamı
istiyorsunuz. Ama dedim, ben emir vermem.
-Siz emir
vermeyeceksiniz, siz emirsiniz.
Tabiatım
icabıymış, biatçı ve antibiatçıların arasında bir tabiatçı.
Sorun şu ki, Başkan Babanın cidden öldürülmesi gerekiyormuş...
-O bir fıkraydı, siz
ciddi misiniz?
-Evet, hatta siz
öldüreceksiniz.
-Siz mi, ben ve kim?
-Sen ve sen. Katil
olmayan sen ve adam öldüren sen…
-Tanrım neden biz?
-Çünkü içimdeki bu nefretle ben zaten yapabilirim.
-Çok seviyordu öldürdü derler benim için de…
-Bizimki adi suç sayılır… Halbuki sizinki bir devrim. Çünkü siz katil
olamazsın. Bu, güç.
Evet, okumuş
çocuklardı, iyi zaafları da buydu, okumuş olmak:
Varlık-yokluk
aşamasında durum şöyleymiş: Öldürerek varlığımı tam olarak gösterip
kanıtlayacakmışım…
Doğruluk-yanlışlık ya
da iyilik-kötülük aşamasında: Güçlü olduğumdan doğru ve iyi de olacakmışım. Hem
o bir katilmiş…
Güzellik-çirkinlik
aşamasında: Katil olmadığımdan güzel bir şey olarak anılacakmış yaptığım,
dahice bir sanat eseri gibi. Zaten yapabileceği bir şeyi neden yapsınmış
sanatçı. Guernika mesela. Bunu neden yaptınız diyen Nazi'ye, bunu siz yaptınız
demiş yaratıcısı…
Başkan Baba heykeli
yapılacakmış, çirkin bir heykel, ülkenin belli köşelerine. Putları Yıkalım Putu
olarak yapılmalıymış, düzey buymuş. (Kahraman Komutan'ı da okumuşlar;
tamamını…) Demişim ki Nütopya’da, kötüyü ve yanlışı seviyor da çirkini
sevmiyormuş insan. Gözüne sokulmalıymış, yanlış ve kötünün çirkin de olduğu.
Göze sokmak konusundaki ısrarlarından dolayı edebi ve ebedi, yani esas
yaratıcı -gerçek yıkıcı- teklifimi göz ardı ettiler; gerçek dürüstlük yüksek
ego gerektirir:
-Tarih başka kişilerle aynen böyle yaşansaydı böyle olmazdı, dedim.
Kendini tekrarlayarak doğru tohumları bekliyor... Düşmanlarımız aynı tohumdan,
sadece henüz bunu bilmiyorlar: Başkan Baba ve Edebiat… Derin devlet ve derin
edebiyat aynı gizi saklıyor. Takiye ve kurgu aynı tohumdan geliyor, ikisi de
hayal dünyası için değil de yalan dünyası için kullanılıyor. Zaaflarını
buzdağının altına saklamışken, büyük insan, büyük yazar görülmek istiyor.
(İlginç olmak için ahlaksız olmakta sakınca görmüyor.) Kendinden dürüstçe bahsedemediğinden
egoist, narsist, slopsist, artist falan oluyor; ve başkalarını bunlarla
suçluyor. Akım derken halkım, bokum derken okurum diyor.
-Yani yanlış tezler ve antitezlerin yanlış sentezinden geçelim artık
diyorsunuz, sentez değil, anti-sentez lazım bize.
-A-tez diyorum.
-Kahramanlara karşı anti-kahramanlar değil de a-kahramanlar.
-E bravo…
-Aklımızdan geçenleri okuyorsunuz!
-O sizin aklınız değil… Karşınızdakinin söyleyeceğinize vereceği cevabı
düşünebildiğinizden susarsınız, bilgelik budur… Yazmamış mıyım: Başkan Baba’ya
edebiat eserlerini sunacaksınız, -felsefe zaten edebiattır, düşünce edebiatı-
kendine mal etmesini sağlayacaksınız, çarpıtmadan yapabileceğini görünce
şaşıracak ve sevinecektir; bunu gören dürüst edebiyatçı da şaşıracak ve üzülecektir,
belki bu yoldan ikisinin de ruhlarını kurtarabiliriz... Gerçek diktatörün derin
devlet değil, edebiat, yani derin edebiyat olduğunu anlayacak, hatalar yapacak; yoksa siz onu indiremezdiniz, o gider başkası gelir ya da. Bu arada
edebiyatın nelere alet edildiği de anlaşılır: Faşizm iki yazar arasında başlar!
Bir adamın bir adamı öldürmesi değil -insanlar ölür, ama doğarlar da- bir
kitabın diğer kitapları yok etmesi, etkisiz kılması, ya da geride bırakıp esas
kitap olması gerekli olan. A-kitap…
-A-kitap peki, kutsal kitap olmayacak mı sonradan? Bu kez o
diktatörlüğünü kurmayacak mı?
-Ben varım…
-Yalnız bu evrim çok uzun sürer. 40 kere söylersek ya da yazarsak olur
diyorsunuz, ama 41 kere tersini söyleyen ve yazan çıkacaktır.
-Maaşallah değil miydi o?
-A-ha, 42 oldu bile.
-Son günah olmaz zaten bu harika fikriniz, bize son günah lazım. Nütopya
etkisini genişletecektir zaten zaman içinde, içten içe, şimdi indirelim, Başkan
Baba’yı indirelim -hem Nütopya'nın reklamı olur- sonra halk üzerinde sizin
dediğiniz gibi devam edelim.
-Eh, dedim bu noktada, buraya kadar gelmeniz bile hayaldi zaten, dünya
pipodur, bir portakal gibi.
Bu durumun bana yararı
da şu oldu ki, -diğer çok olumlu özelliklerimi biliyorsunuz- zaten katil
olmadığıma emin oldum.
Yani birine âşık olmadan
kıskanç olmadığınızı söyleyemeyeceğiniz gibi, paranın içinde yüzüp ona
reddetmeden bonkör ya da cimri ya da antikapitalist olduğunuzu
söyleyemeyeceğiniz gibi ve saire (ve saire diyerek yazar olduğunuzu
söyleyemeyeceğiniz gibi), Tanrı -tanrısal ya da sadece kutsal- olabilmek için
de katil olmadan öldürebilmeniz gerekir.
Peki nasıl mı
öldürdüm?
Bir saatlik bir
tartışmada oldu, televizyonda yayımlandı, canlı. İki tane çok sağlam hakem
vardı: Birincisi insan hakem, ikincisi kenarda iki tarafın da uzanabileceği bir
yerde bekleyen silah hakem; tabancaydı sanırım. İnsan hakem söz kesmelere,
demagojilere, lafı uzatmalara… izin vermiyor, yapanı uyarıyordu, sarı kart,
kırmızı kart. Nütopya boyunca yaptığım şeyin daha güzeli yapıldı: Yalanlar sergilenmedi, ikiyüzlülük
gösterilmeye çalışılmadı, kaypaklık anlatılmadı; ne olurdu yapılsa? Firezofu
Platona, Ateisti Tanrıya, Kötüyü Şeytana şikayet etmek gibi olurdu. Sadece
engellendi, durduruldu, bunları yapmaya yeltendiğinde… Yarım saatin
sonunda, uyarılmaktan terlemiş halde doğru dürüst konuşmaya başladı ve böylece
tüm yalanlarından, ikiyüzlülüklerinden ve sairelerinden bağımsız ne kadar
güçsüz olduğu ortaya çıktı… Halk izliyordu, ilkel düzeyde anlıyordu: Bunlar
yüzünden güçsüz değildi demek, güçsüz olduğundan bunlara başvuruyordu… Ama bunu
çabuk unutacaklardı… Kitap da okusalar kötülüğün mantığını kavrayamayacaklardı,
çünkü yoktu bir mantığı; iyiliği öğrenemeyeceklerdi, çünkü öğrenilemezdi.
Kötülük engellenmedi, güçsüzlük engellendi… Hayır, güç değil, güçsüzlük. Bundan
sonra böyle olacaktı, gelmiş, geçmemiş…
Bir kez bile
uyarılmadım... Hakem harikaydı, robot gibi, ya da bir yalan makinesi, süper
kahramanlara ihtiyacımız yoktu, süper hakemlere vardı; kaleye geçen bir hakeme…
Bir saatin sonuna
yaklaşırken rakibim sinirine uzandı. Kendine yönelse devrilmezdi; bana yönelse
sadece devrilirdi; hakeme yöneldi. Onun tokadıyla devrildi…
İnsanlar şamar
oğlanıyla yönetilmek istemez…
İşkenceyle öldürüldü,
soyu, sevdikleri kurutularak…
Ne zannettiniz, ucunu
açık, sonunu belirsiz mi bıraksaydım. Bu edebiat anlayışını sevmediğimi
anlatmadım mı sayfalarca. Ya da yarattığım kahraman bir süre sonra kendini
yazdırdı yalanına mı sığınsaydım; kifayetsiz yazarlar gibi; serbestçe kötülük
yapsın kahramanım, ceza da yazmasın kendine; ölmesin bile… Neyse…
Nütopya’nın 18.
basımına, hayır, o kadar yetmez, 58. ya da 158. basımına nasıl bir sonsöz
yazarım bilmiyorum, şöyle bir şey olabilir belki:
Bir sabah huzurlu
düşlerden uyandığımda kendimi bir diktatöre dönüşmüş olarak bulmadım, edebiatı
da devirdiğim halde. Düşersen yenilmezsin,
kalkarsan yenilirsin dedi diye eleştirdiğim edebiat anlayışı tarihe gömüldü
çünkü, adam gibi edebiyat yapılıyor artık. Öğrenilmiş çaresizlik gibi
öğrenilmiş yazarlık üretilmiyor. Vasiyetimin gerçekleşmesine gerek kalmayacak:
Kafka’nın eserlerinin yakılmasına.
Ama bunun için ve bu
sırada yapmam gereken şeyler vardı, yazmam gereken: Nütopya’da dışarıda
bırakılacakları sergilemiştim, artık içeriyi yazmam gerekiyordu; tabii böyle
bir şey yazılabilirse. Anlatılamayanın anlatılamazlığı ancak anlatılması
denenerek anlatılabilirse.
Mesela şöyle şeylerle:
-Uçuruma fazla uzun
bakarsan uçurum da sana bakar.
-Gökyüzüne biraz
bakarak bile ilgisini çekebiliyorum ben onun.
-O bölüme daha
gelmedim!
-Uçuruma fazla baktığından; dikkat et gökyüzü itmesin arkandan.
-Uçuruma fazla baktığından; dikkat et gökyüzü itmesin arkandan.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder