1 Temmuz 2019 Pazartesi

1(2) Romanım Hayat (M.S. 2000)




1.2
ROMANIM HAYAT


“Kutsal olun çünkü ben kutsalım.” (İncil’den)

Flaubert’in “İnsan bir dostunun biyografisini yazıyorsa bunu onun öcünü alıyormuş gibi yapmalıdır” dediğini okuduğumda rahatladım. Flaubert bir metnin öç almak için yazılabileceğinden söz ediyorsa, bunu kullanabilir, yazacağım bu metne başlangıç noktası olarak alabilir, kısacası: öç alıyormuş gibi yazabilirim... Tabii benim bu yazdığım bir dostumun değil kendi biyografim olacağına göre...
Gerçi birazdan burada yazarları epey bir fırçalayacağım, ama edebi yönlerini değil, ne anlarım ben edebiyattan! Yazarlıklarını, yazıyor olmalarını, yazarlık sorunlarını falan da değil tam olarak. Hayata yazı masası uzaklığından bakmalarını, tabii belki de hayatın içinde acılar çeken ve bunu yazarak aşmaya çalışan insanlar olarak bakmalarını, bu bakışlarını eleştireceğim. Her ne kadar yazmaya çalışan insanlar olsalar da, ünlü ve büyük yazarlar olsalar da yaşamın içindeki sade vatandaşlar olarak duruşlarını eleştireceğim... Ama aynı zamanda yazar olarak, düşünür olarak onlardan, söyledikleri laflar ve yazdıkları kitaplardan yararlanacağım; yararlanmazlık edemem, dehadan yararlanmamak aptallıktır... Dehalarıyla hayatları arasındaki farkı, uçurumu, çelişkiyi hedef alacağım yani, tam kelimeleriyle...
Peki o zaman, Flaubert’in şu yukarıdaki lafından, bu lafla ortaya koyduğu dehasından faydalanırken, insan Flaubert’in yazar Flaubert’in dilini sürçtürmüş, elini titretmiş olabileceğini göz ardı mı edeceğim?
Aynı şekilde birazdan Tolstoy’u insan olarak fırçalarken, nasıl onun Anna Karenina’yı “İçim nefretle dolu, intikamımı alacağım...” sözcükleriyle başlatmasını kendime hareket noktası olarak alabileceğim?
Şimdilik şu açıklama geliyor aklıma; yazı değil yaşam önemlidir... Yumuşatalım; yazı yaşam kadar önemli değildir. O nedenle yazar olarak ne yazarsam yazayım, insanlığımı konu alacağı için bu yazı, insanlığımın kusuru olarak değil de yazarın aktarımdaki kusuru olarak bakılmalı. Sonuçta ikincil bir kusur, yani eğer dediğim doğruysa, yazı yaşamdan sonra geliyorsa.

ANNA
Anna kendini trenin altına atarak alır intikamını. Yapacak başka şeyi yoktur Anna’nın, Tolstoy’a göre... “İçim nefretle dolu, intikamımı alacağım.” cümlesinin Anna’ya değil de Tolstoy’a ait olduğunu düşünürsek, Tolstoy da Anna Karenina’yla alır intikamını, kocasını aldattığı için onu öldürerek. Başka bir çeviride giriş alıntısı, İncil’den olduğu belirtilerek şöyledir: “Öç almak bana özgüdür.” Bu çeviriye göre Anna’nın aşkına kavuşamaması ve intiharı ilahi adalettir; yani öyleymiş gibi gözükmektedir. Çünkü aslında Tanrının öcünü, kahramanını bu duruma düşüren Tolstoy almaktadır yine, Tanrı Tolstoy... Diğer bir çeviride ise alıntı, yine Tanrının ağzından, şöyledir: “İntikam sırası bana da gelecektir.” Bunu da şöyle yorumlamama kim engel olabilir: Tolstoy 10 yıl sonra Şeytan adlı bir roman yazar. Karısını aldatan bir adam vardır ve karısını aldattığı diğer kadına suç yüklemez Tolstoy. Adamın içindeki şeytandır suçlu; kadın değil. Tanrı, sırası gelince intikamını Tolstoy’a en büyük romanındaki fikre karşı bir fikirle roman yazdırarak almıştır. Tabii belki de Tanrı hâlâ affetmemiştir Tolstoy’u, büyük yazar Tolstoy’un ölümü, bir tren istasyonunda, soğuktan donarak olur, boşanamadığı karısının zulmünden kaçarken...
Biz Tanrı ile Tolstoy’u bir kenara bırakıp şuradan devam edelim: Yazar, yazarak alır öcünü. Yazıyı bir silah -bilmiyorum bir savunma silahı- olarak kullanmak konusunda her ne kadar yazarlarla ortak bir yönüm olabilecekse de, temel bir ayrılığım, farklı yönüm var onlardan, çoğu yazardan... İleride ünlü ya da büyük bir yazar olursam zaten görürsünüz bunu, olamazsam diye şimdiden yazıyorum bu metni...
Peki hayatı bu kadar başarıyorum diyorsam -henüz bunu size söylemedim- neden hayatta almıyorum öcümü? Hayatı da ancak bu kadar mı başarabiliyorum! Yazarak değil yaşayarak alsam öcümü? Şunu söyleyeceğim, yaşayarak ya da yazarak alsam da öcümü: Hayatta da öç almak gibi bir niyetim yok. Anlatmak, anlaşılır kılmak, öç alınabilecek demeyeyim de tepki duyulacak, karşılığı verilmesi gereken hareketlerin olduğunu saptamak; kibarlığa nasıl kibarlıkla karşılık verilirse, hediyeye, karşı hediyeyle, ziyarete, karşı ziyaretle... Yoksa zararımı tazmin etmek, acımı, karşıdakinden çıkarmak değil, acımı kendimden çıkarmak bir ölçüde, dışıma çıkarmak.
İlahi adalete havale etmeden işi görmek, ki yaşamın ilahi adaletini yaşattığı insanlarla gerçekleştirmediğini kim söyleyebilir.
Her yaşamın hikayeleştirilebilir yönünü bulmak, ama bunu o yaşamları hikayeleştirmek için değil, hikayeleştirmenin o yaşamın özsuyunu, ana fikrini ortaya çıkaracağını bildiğin için yapmak… Hikayeleştirmek; yani damıtmak sahibinin zihnindeyken bir dolu gereksiz ayrıntıya takılmış yaşamı. Hikayeleştirmek; yani dönüşebilecekken güdük kalmış yönlerini bulmak o yaşamın, olanaklarını saptamak...
Yani başta da söylendiği gibi öç alıyormuş “gibi” yapmak...
Sonuçta öç almak benim işim değil, genelde rahat ve acıdan uzak bir insan olduğuma göre...
Ama tabii düşmanımı da anlatacağım… Ona neden, nasıl düşman olduğumu anladığınızda benim nasıl birisi olduğum ortaya çıkacaktır. Neden düşmandım ona? Nasıl düşman olmayı seçmiştim? Düşman olmayı seçmiş miydim? Seçmişsem bu düşmanlık benim karakterimi nasıl biçimlendirmişti?
Rahatımı bozduğu için düşman olmadım ama ona, tam olarak böyle değil, bu mecbur kaldığı için düşmanlık, elinde değil. Can havliyle düşman olmadım, mecbur kaldığım için de olmadım. Daha lüks bir düşmanlık benimkisi, olmasa da olur tarzı bir şey. Ben istediğim için olan bir şey. Beni rahatsız ediyor ama daha fazla rahat olma yolumu tıkadığı için rahatsız ediyor. Bu da değerini göstermiyor mu düşmanlığımın. Düşmanlığımı bir sanata dönüştürme olanağını göstermiyor mu…
Ama düşman olduğum şeyin bir insan, bir grup insan ya da bir kurum olduğunu falan düşünmeyin. Bir “şey” düşman olduğum. Ve o şeyi içinde taşıyan herkes, her şey...

KOÇİTO ERGO SUM
1969 yılında doğdum... Martın otuzunda... Koç burcuyum. Hırslı olduğu söylenir Koçların... Ama hırsım o kadar gösterişli değil. Yükselenim olan Balığın, Koçu yumuşatmış olabileceği söyleniyor, ve bence Balığın duygusallığını da Koç, kırılmasına olanak tanımayacak derecede sağlamlaştırmış, böylece, karakterimi dengeye çok kavuşturmuş. Yıldızlara değil yaşamıma bakarak söylüyorum!
Koçum öyleyse varım…
Bir dolu burca bakıp kendine uyan özellikleri hemen her burçta bulduğunu gören bir insan nasıl burçlara inanmaya devam edebilir? Tabii ki kendini kandırarak! Ama bu kadar sert olmak gerekmiyor belki de. Belki her şeyi bir oyun olarak görüyordur bu insanlar da. Yani umarım böyledir...
Ama şu aşağıda anlatılanlar sanki gerçekten beni, ama başka birisini değil, beni anlatıyor...
“Yeryüzündeki önceki enkarnasyonunuzda bir erkektiniz. Bugünkü Kıbrıs civarında bir yerlerde 1425 civarında katedral, ev ve tapınak inşa ediciydiniz...
Önceki yaşamınızdaki kısa psikolojik profiliniz: Acımasız bir karakter, kritik anlarda kararlarını dikkatle tartma, muhteşem bir oto kontrol ve güçlü bir irade. Böyle insanlardan genellikle hoşlanılır fakat onlar her zaman sevilmezler.
Önceki yaşamınızın şimdikine aktardığı ders ve vazife: En sıradan ve en alışıldık olaylarda bile büyü sizin çevrenizde.
Dersiniz: Büyüyü öğrenmek ve insanlara onu açıkça görmeleri için yardımcı olmak. Siz bir büyücüsünüz!”
Bir internet sitesinden sadece doğum tarihimi girerek aldığım bu bilgiler neden beni anlatıyor da başka birini anlatmıyor? Böyle olan başka birini görmedim çünkü. Yani hepsi tamam da büyüye sahip birini pek görmedim. Acımasız, evet çok var, ama büyü yok, o nedenle de mükemmeliyetçiliği onu bir çeşit diktatör yapmaktan başka bir işe yaramıyor. (Acımasızlığım, ameliyata karar veren doktor acımasızlığı en fazla. Beni acımasız olarak görenler de, ameliyattan korktukları için kangren olabileceklerini önemsemeyen hastalar...)
“Otokontrol müthiş”, evet, var böyleleri, ama büyü yok, o nedenle de bir robot gibi yaşıyorlar; ilgi çekmediklerini söyleyemem, “cool” deniyor bunlara, soğukkanlı... Her zaafın hayranı bulunmuştur çağlar boyu.
Tabii ki dünyadaki herkesi tanımadım, tek olduğumu da söylemek istemiyorum, ama “az bulunur”, “ender” kelimeleri benim için kesinlikle kullanılabilir. Örnek olmasından öte bir anlam taşımayacağına söz verirseniz, şunu söyleyebilirim: Peygamberin de Peygamber olduğunu bilmesi için dünyadaki tüm insanlarla tanışması gerekmez...
Yoksa şöyle olurdu:
-Merhaba, siz de bir Peygamber misiniz?
-Hiç sanmam, siz?
-Öyleyim.
-Hiç sanmam!
-...O zaman niye soruyorsunuz?

PEYNİR
Yıllar sonra bir de şöyle yazdım:
-Siz de peygamber misiniz? dedi (peygamber)...
-Hayır, dedi (tanrı).
-Kader işte, ne yapacaksınız, dedi (peygamber).

Yani kendinden benim kendimden bahsettiğim gibi bahseden ve aslında öyle olmadıkları bir süre sonra anlaşılan bir dolu palavracının olması, anlattıkları onlar kadar inanılmaz ama palavra olmayan insana rastlamayacaksınız demek değildir… Geçekten de yukarıdaki büyü kavramı beni açıkça ifade ediyordu. Sadece büyümün çevresindeki hareler biraz fazla sertti de içeri birilerini almamı ve büyümü dışarı yaymamı engelliyordu. Henüz.
Bu da başka bir Koç tarifi...
“Cüretkardır; bu nedenle başkalarının düşmanlık ve engellerine maruz kalabilir.”
Evet.
“Gözüpek olduğu için amaçlarından asla vazgeçmez.”
Olabilir.
“Bugün doğanlar, imajlarıyla çok ilgilidirler.”
Olabilir.
“Bağımsız işlerde daha başarılıdırlar.”
Evet.
“Çünkü patronlarıyla veya çalışma arkadaşlarıyla sık sık çatışırlar.”
Onlar benle çatışır.
“Heyecanlıdırlar.”
Yes.
“Çok arkadaş onlar için önemli değildir.”
Olamaz zaten.
“Bu nedenle başarılı olduklarında, bununla birlikte gelen sosyal ilişkilerde zorluk yaşayabilirler.”
Bu saçma.
“İlişkilerinde sürekli "isteyen" olurlar.”
Asla. Kim bana ne verebilir?
“Onların ilgisini çeken kişiler ise sıradışı ve nadir bulunanlardır.”
Yani bulunmayanlardır.
“Duygusal açıdan karışık insanlardır.”
Anlamayanlar böyle der tabii.
“Oldukça hırslı, bazen diktatör olurlar. Bütün engellere rağmen eğer başarıya ulaşırlarsa, otoriter olmaktan kaçınmalılar.”
Balık’ım aynı zamanda da böyle değilim Allahtan.
“Sağlık: Stres, sağlığına karşı en temel tehdittir.”
Hiç yoktur.
“Bir an için bile tutkularından arınmak onlar için zordur.”
Yoo çok boş vermiş de olabilirim.
“Bu yüzden bağımlılık tehlikesi hayatları boyunca sürer.”
Dünyanın en bağımsız insanı olduğumu düşünürüm. Amaçlarımın bile beni bağlamasından hoşlanmam.
“Öneriler: Sakin olun.”
Tek sorunum bu.
“Çatışmalardan kurtulun, diplomatik olmayı öğrenin.”
Çatışma kendi içimde yok da, insanlarla... Diplomatik olmak; bunu istemiyorum sanırım.
“Kendinizi ihmal etmeyin.”
Bu mümkün değil.
“Güçsüz yanları: Stresli, yalnız, asi.”
Hah! Stresi zaten elemiştik, yalnızlık ve asilik güçsüz yan değildir arkadaşlar...

İNSAN, PROBLEMİNİN KÖPEĞİ.
Bir Koç tarifi daha dinleyelim, Sırma Köksal’dan.
“Burçların baştan aşağı hurafe olduğunu savunan aydınlanmacı kafaların çoğu koçtur.” diyerek ilk lafını sokuyor yazar Koçlara... Ve iş edindiği şeyi, astrolojiyi, hurafe olarak niteleyen koçlara birazdan nasıl tavır takınacağının ipuçlarını veriyor...
“Burçlara inanmadıkları gibi, burçların insanların yüzlerine söylemenin pek hoş kaçmayacağı gerçekleri genelleyerek söylemenin bir yolu olduğunu da kabul etmezler.”
Yo kabul ederim. Dan diye söylemek hatalı bir davranıştır tabii ki. Ama defalarca uyardığınız halde hâlâ anlamamakta direnen insana sonunda artık söylediğiniz laf “dan diye söylenmiş” bir laf olabilir mi... Dediğim gibi kabul ederim bunun bir yol olduğunu, ama o zaman yazar da burçların aslında bir iletişim yolu olduğunu kabul etmiş oluyor... Yani örneğin ruhbilim gibi bir bilim değil... Bir de gerçek hayatta bu kadar “beni kategorize etme” diyen insan burçlar yoluyla kategorize edilmelerine, genellenmelerine aldırmıyor, karşı çıkmıyorsa, burçlarla iletişim kurmanın başarılı bir yol olduğunu her zaman kabul ederim...
Düşünsenize, bir kadını, her kadını, 3 tane ona çok benzer hemcinsiyle çok iyi bir şekilde kıyaslıyorum; kadın, sağlam bir akıl ve iyi harmanlanmış bir bilinç tarafından çok iyi saptanmış bir kategoriye sokuluyor. Üstelik bunu yapan beğendiği, sevdiği, âşık hissettiği adam. Ama kadın bu gruplanmaya girmeyi reddetmekte ısrar ediyor. Oysa binlerce insanla birlikte, diyelim kova burcunun ortak özelliklerini taşıdığı için çok mutlu!
“Zaten genelde hiçbir şeyi kabul etmezler. İnatçıdırlar. Bildiklerinden şaşmamak anlamında değil, bilmediklerini kabul etmemek anlamında.”
Bilmediğimi her zaman kabul ederim. Bilmem. Ne bilmeye, ne de öğrenmeye çalışırım. Nasılsa ve gerekliyse bilincimden çıkarırım. Oysa hep bildiğim sanılır. Bilmek zorunda olduğum sanılır. Okuyan-yazan kişi konusundaki önyargısı insanın.

İnsan mı dedim! Aslında şunu demeliydim: İnsane… Türkçe de okuyabilirsiniz, İngilizce de. Becerebilirseniz dilediğiniz dilde… Bakın bir de şu var: !nsan…

“Bildiklerini okurlar. Yalnızca kendilerininkini.”
Bu doğru, yalnızca kendiminkileri okurum. Kendi yazarlarımı. Örneğin Sait Faik okumadım; başladım ama devam edemedim. Dayatıldığı için soğudum ve şu günlerde bir eleştirmenimizin “okumayanın Allah belasını versin” dediğini okudum, tam olarak koptum... Sonra sevdim çünkü şöyle diyordu; Sait Faik’in kendisi diyordu:
“Madem ki yazı yazmak istiyorum. O halde ben Türkiye’de bir okur değilim demektir. Yani zevkim için okumuyorum. İstifadem için okuyorum demektir. Yoksa Falih Rıfkı’yı da, Yakup’u da, Ömer Seyfettin’i de okuyup zevk duyuyorum. Fakat bana hiçbir şey vermiyorlar.”
Sırma Köksal devam ediyor:
“Koç genellikle asabidir, incir çekirdeğini doldurmayan şeylerden hır çıkartabilir.”
İncir çekirdeğini doldurmayan şeylerle ilgili hemen bir doz verelim gerçek hayattan.

JACKASS KUŞAĞI
Boğaziçi Üniversitesi. Manzara. Sandviçimi yiyip manzarayı seyrediyorum; insanları, gençleri. Bir grup epey sesli konuşuyorlar solumda. Aralarından biri yavru bir kediyle oynuyor. Herkes yavru kediye sempatiyle bakıyor; ne güzel. Bir ara okumaya dönmüşken; cılız birkaç ses “attı, attı” diyor. Bakıyorum. Yavru kedi ortada yok. Siyahlar giyinmiş dağınık saçları sivri sivri kabartılmış bir gençte odaklanıyor bakışlar. Kediyle oynayan sade giyimli genç ise duvarın üstünden aşağı bakıyor. Ben gerilmiş durumdayım ama ne gençlerde ne de demin kediyi seven çocukta fazlaca bir gerginlik yok... Tekrar havadan sudan konuşmaya dönüyorlar. Bir uçandaire gelmiş, bakmışız ve gitmiş…
Önüme dönüyorum, ne söyleyeyim ne yapayım diye düşünüyorum... Kızdım, göstermek istiyorum. Koç burcuyum, hır çıkartmak istiyorum, hırsızı çıkarmak, ortaya, kim çaldıysa o yavru kediyi hayattan… Ama o kadar tuhaf bir tepki olacak ki bu “serinkanlı” gençlerin arasında.
Bir ara yavru kediyle oynayan gencin hâlâ uçuruma bakmakta olduğunu, bir şeye bakmakta olduğunu fark ediyorum. Birkaç arkadaşı da yanına gidiyor. Ben da kalkıp bakıyorum; kedicik ölmemiş, kayıplara karışmamış, duvarın dibindeki bir çıkıntının üzerinde çaresiz gözlerle miyavlıyor bize bakarak.
Genç çocuk, ne yapılacağını düşünüyor, ben de onun ne düşündüğünü düşünüyorum...
Yapılacak bir şey yok gibi gözüküyor. İnilebilir mi oraya...
Yerime oturup olayları aklımdan geçiriyorum...
Bir süre sonra kedi sever gencin daha ilerde yine uçuruma doğru bakıp bir şeyleri araştırdığını fark ediyorum. Kalkıyorum. Hizasından onu izliyorum. Duvara çıkıyor. Bir saniye düşünüyor ama verdiği kararı uyguluyor, aşağı atlıyor. Oradan yan yana giderek kediyi alıyor, kısaca anlatıyorum. Birkaç zorlukla daha karşılaştıktan sonra kediyi atıyor duvarın üzerine, kedi ayakları vantuzluymuş gibi duruyor, kolayca. Kendisi de çıkıyor gencin sonra, zor da olsa. Arkadaşlarının yanına gidiyor.
Gençler yine konuşup şakalaşıyorlar. Kedi başka yerlerde dolanıyor.
 “Ahmet yavru kediyi attı. Mehmet indi kurtardı...”
Yeni gelen birkaç gence böyle diyorlar.
Bu kadar ilgileniyor olmalarına şaşırıyorum. Ama esas şuna: Yeni gelenlerden biri umursamazca neden attığını soruyor Ahmet’e. “Akrobasi yapsın diye” diyor Ahmet, aldırmaz. Kimse de üstelemiyor. Geri kalanlar şu soru üzerine anlamsız bakışlarını Mehmet’e yöneltiyorlar: “Neden kurtardın oolum!? Manyak mısın sen!”
Bir yavru kedi; incir çekirdeğini doldurmaz mı...

Koça dönelim…
“Sevecek kadar dostluk kurmadığınızda dayanılmazdırlar ama sevmeye karar verdiğinizde bayağı tahammül edilebilir olurlar...”
Koçla ilgili pek de olumlu bir özellik anlatılmayan metnin başlığı da şu zaten: “Koça koçtan başka dost yoktur...”

ASLAN
-Koç burcusun sen değil mi?
-Çok uymam ama evet, neden?
-Liderlik… Ama bizim elimize su dökemezsiniz, Aslan burcunun yani.
-Hayatımda kimsenin eline su dökmeye çalışmadım!

BALIK
Yükselenim Balık’la ilgim ise şöyle:
“Başkaları emek verip yaparken balık seyreder ve düşünür.”
Doğru. Seyretmek ve düşünmenin de iş olduğuna inanırım hem. Ama girdiğim işleri de çok güzel beceririm, sadece bir işe girmeyi gereksiz bulurum.
“Zodyağın son burcu olarak insan ruhunun en olgun dönemini temsil eder, olgunluğun zirvesinden bakar ve duruma bir açıklık getirmek ister, gördüklerini derleyip toplamaya çalışır.”
Doğru.
“Gördüğü genelde hoşuna gitmez…”
Evet, sizin gidiyor mu?
“…zaten yapılışlarına pek karışmamıştır…”
Tanrı bile karışmaz!
 “…eleştirir…”
Evet, çünkü ne yazık ki Tanrı değilim!
“Kendi gerçekleriyle hayat birbirine uymadığında Balık uyumsuz kalır ama fikrinden vazgeçmez...”
Ben hayata, hayatın kendisine uyumumu gördüğümden insanların bana uyumsuz kaldıklarını düşünürüm. Fikrimden vazgeçmem karşımdaki insan için -o da kısa vadede- iyi olabilirdi ama insanlık için kesinlikle kötü, geri bir adım olurdu.
“Kendini koruma güdüsü çok gelişmiştir...”
Tam buyum ben. Ve bana en çok zarar veren yönüm bu! Çünkü sert tepiyorum! Bir çeşit klostrofobi hissediyorum... Kapalı yerde kalmaktan değil de sıkışık kalmaktan korkuyorum. Çocukken dar bir kazağı başımdan yukarı iki elimle çıkartırken hareketsiz kaldığım hali hatırlıyorum. Yüzük takmaktan korkuyorum, ya çıkmazsa diye. Elimin kolumun bağlı olması. Çaresizlik. Köşeye sıkıştırılmışlık. Üzerime gelinmesi. Baskı.

BİR KADINI ÇÖZMEK İÇİN ÖNCE ONU BAĞLAMALI.
“Durrel bir kadınla yapılabilecek üç şeyi saymıştı:
-Âşık olmak
-Uğruna acı çekmek
-Roman kahramanı haline getirmek.
Balık için üçü de aynı kapıya çıkar.”
Teker teker bakalım:
“Âşık olmak”
Geçmiştekilerden daha iyi bir aşk umudumu hiç yitirmedim... Kötü olan, ben gelişiyorum, aşk ve kadınlar yerinde sayıyor.
“Uğruna acı çekmek”
Hiç yapmayacağım bir şey, ama aşkla acıyı birbirinden ayırmak güzel, ileride göreceğiz... Şimdilik bir doz vereyim: Kant demiş: “Tutku derecesinde âşık olan, sevilen nesnenin hataları karşısında körleşir...” Daha iyi bir aşka, giderek kusursuz bir aşka bu yoldan varılmaz.
“Roman kahramanı haline getirmek.”
Bak sen: Flaubert ve Tolstoy’a şimdi de Durrel eklendi! Bu üçüncüsü şu anda yapmaya çalıştığım şeyde biraz barınıyor ama sadece biraz.
“Balık için üçü de aynı kapıya çıkar.”
Bu doğruysa, demek âşık olmak ya da acı çekmek kadar doğal, bir kadını roman kahramanı haline getirmek, tabii âşıkmış ya da acı çekermiş gibi yazmak şartıyla. Neyse, bunlar yazar ve insan zaafları, yani bir kadına -Kant’ın söylediği anlamda- âşık olmak, onun uğruna acı çekmek, onu bir roman kahramanı haline getirmek, ve bu üçünü birbirine karıştırmak...
“Balık hikayeleştiremediği şeylere ilgi duymaz…”
Doğru. Ama dediğim gibi, hikayeleştirmek de bir araçtır o insanı anlayabilmenin, yaşamının özüne ermenin aracı.
“İlgi duyduğu şeylerden de genellikle acı çeker.”
Zevk alırım. Acı çekmekten de zevk alacağım için herhalde, ya da o acıyı abartmadan aşacağım için, yaşam bana pek acı vermez. Bir gün büyük bir acıyla yoluma çıkıp, bu lafları yutturacak, haddimi bildirecek olması düşüncesi de ben bu düşünceye zevkle sarılmazsam boşa çıkar...
“Balık olgunluktan ve sabırdan yanadır ama, kapıda bekleyen Koç, zodyağın ilk burcu, insan ruhunun en genç evresidir.”
Gerçekten de en sakıncalı yönüm Balıktan Koça geçtiğim durumlar… Şu bilgiyi de düşünürsek: İsa’nın doğduğu dönemde dünya Koçtan Balığa geçmiş.

“Hepsi senin müridin olmaya hazır, neden izin vermiyorsun.” demişti bir kadın.

HEP SEVDİĞİN ÖZELLİKLER DEĞİL Mİ
NEFRET ETSEN BİLE
SEVDİĞİNDEN
Benim handikapım... kendikap’ım... ama kendikapı’m şu: Bir büyüyü hayatın içinde, hayata uyarlanmış gördüğünüzde, örnekse insan giysileri içinde, sizin de yıllarca oturduğunuz bir bankta, banka kuyruğunda, dolmuşta… inanmayabiliyorsunuz. Yani suyun üzerinde yürüsem herhalde herkes inanırdı. Ama hayatta mucize yoktur, hayat bir mucizedir...
Mucize konusuna girelim. Hayatı nereye, mucizeyi, sihri, büyüyü nereye koyuyorsunuz, diye sorayım, siz düşünün: Ben ikisini üst üste koyarım. Hayatın zaten sihir olduğunu düşünüyorum, çoğu insanın onu ‘sinir’ bulduğunun farkında olarak hem de. Mesela baş parmağınız olmasa her zaman kavrayabildiğiniz kadar sağlam kavrayamazsınız. Başparmağınızın olması bir sihirdir. Değerini onu kaybedince anlarız ne yazık ki. Kimse de tapmaz başparmağına. (Sorumu cevaplamadınız.) Ben başparmağıma taparım. Sonra sırasıyla bedenimdeki her uzva tapmaya başlarım. Hayattaki her şeye taparım, ayrı ayrı ve bütün olarak... Ve işte hayatı bir sihir haline getirir bu. Zaten bir sihir içinde yaşıyorsam, hiçbir şeye tapmamaya başlarım, hiçbir şeyi sihir olarak görmemeye. Hayat hem sihirdir hem değildir. Siz seçin.

-BENİM YEMEĞİMİ YE, BURNUNU ISIRIRSIN.
-PARMAKLARIMI YİYOR OLMAYAYIM?
-O KADAR KLASİK BİRİNE YEMEK YAPMIYORUM
Yani aşk mesela, mutluluk mesela bir sihir midir? Bu kadar insan mutsuzken belki de öyledir. Barış sihir midir? Savaş çıkacağı zaman sorun, sihirdir, daha önce sorsanız değildi! Hayatın içindeki bir şey sihir midir, siz hayatı sihir olarak algılamazken? Ya da hayatı sihir olarak algılıyorsanız içindeki hangi şey sihir değildir? O nedenle başparmaklarımızın sihirle ilgisi, hayatın gündelik sihirlerinden haberiniz varsa yok, yoksa var.

Ama mesela çok iyi konuşabilirdim ve sihrimi insanlara anlatabilirdim, değil mi! Onları -daha çok, tam olarak- büyüleyebilirdim. İşte bunda yetersizdim.
İnsanların beni dinlemeyecekleri, sözlerimin ilgi çekmeyeceği takıntısı lafı hep kesilmiş bir çocuk olmamla bağlantılı. Takıntı demem boşuna değil, çünkü insanlar beni dinlerler! Genelde merakla, ilgiyle hatta bazen kıskançlıkla dinlerler. Tüm bunlara rağmen ben çok iyi bilmedikçe, kendime defalarca tekrarlamadıkça, bakın ne diyorum: başkalarını önemsemeyecek kadar iyi bir ruh halinde değilsem, bir fıkrayı bile doğru dürüst anlatamam. Sonunu doğru ve etkili bağlamak arzusu beni bağlar, heyecanlanırım ve kötü bitiririm.
-Anlatamadım tabii.
-Yo gayet güzel anlattın.

Tabii şu da var:
-Ben siz yazarların iyi konuşabildiğini sanırdım!
-Neden?!
Duygusal ya da zihinsel yoğunluğun, sözel yetersizlikle bağıntısını bilmediğinden. Dilsel yetersizliğin yaratıcı başarıyla bağıntısını bilmediğinden.
Konuşurken parantezler içine parantezler açan birisini tanımıştım. Tabii ki çok sıkıcıydı ama bir yönüne hayran olmadan da geçilemezdi: Açtığı parantezleri teker teker kapatıp, kaldığı yerden konuya dönebiliyordu. Zekalar ne çeşitli! Karşıdakinin bu anlattıklarıyla neden ilgileneceğini akıl edemiyordu çünkü... Ya da akıl ediyor ama aldırmıyordu... Duyguların etkisindeki akıl...
Aynı türden bir yazarla karşılaşmıştım. İki dakika içinde ayrılmam gereken bir yerde beni 45 dakika kadar tutmuştu! Devamlı konuşuyor, aşırı entelektüel şeylerden söz ettiği için hayran kalıyor, ama anlatımındaki hapsedicilik (romanda sürükleyicilik dedikleri şey) yüzünden de kızıyor ve zekasını aşağılıyordum. Birkaç ay sonra romanı çıktı. Romanda paragraf neredeyse yoktu ve noktalama işaretleri de... Romana bir ara verdiği sırada benle konuşur gözükerek kafasından yazmaya devam etmişti, benle konuşurken! Edebiyattaki bilinç akışı tekniğini günlük hayat konuşmalarına uyguluyordu, ister, istemez... Sanatçılık işte; zaafları sanata dönüştürme zanaatı...
Bendeki ise tam tersi bir şey, konuşma denen yüzeysel araca inançsızlık. Bu da zamanla bir “kendimden çok söz etme fobisi” oluşturdu.

BABİL
Tanrı farklı diller konuşan ve kendisine ulaşmak için bir kule yapan insanların dillerini aynılaştırdı ve anlaşmalarını böylece engelledi.

En son anımı hatırlıyorum. Uzun süredir görüşmediğim insanlara hayatımın son dönemini anlatıyordum ve gerçekten ilginç şeyler yaşamıştım. Aralarından birini yeni tanımıştım ve nasıl bir hayatı olduğunu bilmiyordum, bu beni şu açıdan rahatsız ediyordu: Örneğin yıllardır az parayla geçinip çalışmadığımı, evimde yazdığımı söylerken belki de bana birçok insanın dediği gibi, rantçısın o zaman sen, insan bu kadar az parayla yaşayamaz, hadiii, diyordu içinden. Düşündüğüm doğruysa, azılı bir Tanrıtanımaza Tanrıyı anlatmaya çalışırcasına saçmalıyordum. Oysa ve neyse ki o da benim durumuma yakın bir durumdaymış... Bir süre sonra konuşmam uzadığından, ki soluksuz dinliyorlardı ve ben biliyordum ki onların hayatlarındaki bir dolu şey beni çok da çekmiyordu, anlatsalar da sadece saygıdan dinleyecektim, sıkılmaya ve kısa kesmeye yeltenmeye başladım, sonra da söylemek istediğimi söyledim: “Yahu hep ben konuştum, rahatsız oluyorum...” Ve büyüleyici bir masal, her kafadan bir sesin çıktığı gevşek bir sohbete dönüştü... Ama olsun; çünkü filmlerin 2 saat boyunca o karanlık ortamda oluşturdukları durumu, farklı tarzda düşünemeyeceğiniz, aklınıza gelen bir fikri kendi içinizde bile olsa ilerletemeyeceğiniz o teslim alınmışlık durumunu rahatsız edici bulurken, ben de bir film gösteriyormuşum duygusuna kapılmıştım; iyi oldu...

KARA İZAHÇI
Russel Crowe, bir röportajda, bir sinema yazarına şunları söylemiş: “Ben sizin kahrolası film yıldızlarınızdan biri olmak istemiyorum. Ben sadece bir oyuncuyum. Tüm yaptığım, gerçekliği ve derinliği olan bir pozisyonda bir hikaye anlatmak. Son derece basit bir iş. Geri kalan tüm o fasa fisoları bana yutturmazsınız. Ve onları yutmadığım için de benden nefret edemezsiniz. Sırtımı sıvazladığınız için çok teşekkür ederim. Benden bir iş yapmamı isterseniz, vaktinde işe gelirim ve yapabileceğimin en iyisini yaparım. Size borçlu olduğum budur. Size iyi davranış borçlu değilim. Size günümün bütün anlarını borçlu değilim. Umarım bunları manyakça bir buhran olarak yazmasınız. Anlıyorsunuz değil mi, sesimin tonu, özel bir konuyu belirttiğim için böyle. Saldırgan olduğum için değil. Bu da bazen yanlış anlaşılıyor. Ben size şimdi meşru bir cevap veriyorum ama sanki şikayet ediyormuşum gibi duruyor. Etmiyorum. Mükemmel bir hayatım var. İstediğim şeylerin peşinden gidiyorum, kendime ait bir ailem olacak. Burada çok rahatım her ne kadar devamlı fotoğrafımız çekiliyor olsa da.”
Siz burada saldırgan bir insan görüyor olabilirsiniz ama ben özgür bir insan görüyorum, özgür bir ruh.
Crowe kaba değildir. O sadece kibar değildir. Kendisinin de söylediği gibi, kibar olmak zorunda değildir. Bu onu kaba yapmaz. Bir ara aşama var, kibarlıkla kabalık arasında, birçok şeyde olduğu gibi.
Evet “kahrolası” demese daha iyiydi Crowe; ama temel olarak ifade ettiği “bana sahip olamazsınız” haklı düşüncesi karşı tarafın zoruna gidiyor ve bir anda zor bir insan oluyorsunuz; çok iyi biliyorum.

RETORİK
Bizim gibi insanlarda retorik denen şey eksik. Doğru olduğuna inanmadığımız şeyi güzel ifadelerle süsleyip söylemeyi sevmiyoruz. Böyle güzel yalanlar söyleyebilmek için kendi içinden uzaklaşıp patolojik bir bölünme yaşayan birinin, rol yaptığı halde karşıdakine kendini sevdirmesi türü bir başarı(!) sergileyemiyoruz. Kendi içimizle uyumumuzu böyle koruyor; bu uyumun sağladığı iç gücümüze rağmen dış dünyayla uyum sağlamakta geri kaldığımız için kendi içimize çekiliyor, güçlü müyüz güçsüz müyüz bilemiyoruz…
İyileştirici etkisi olmayan bir ilacı, öyle olduğuna inanarak alıp iyileşmemiz, Plasebo etkisi denen şey, zihnin düşlediği şeyle gerçek arasında ayrım yapma yeteneğinin bulunmayışını gösteriyor. Yani zihni kandırabiliyoruz... Bunu olumlu anlamda kullanmadığımızda önce zihnimizi, sonra da başka zihinleri kandırıyoruz. Güzel yalanlar işte böyle söyleniyor.

GÜZEL OLDUĞUNUZ KADAR ZEKİSİNİZ DEDİM KADINA,
ANLAMAYACAK KADAR ÇİRKİNDİ.
Ve daha önemlisi, karşıdaki zihnin güzel yalanlara sanki onlar yalan değilmiş gibi sempatiyle bakması, kandırılmaya aldırmayışı. İnsanlara ince ince, akıllıca yalan söyleyebilirsiniz, umurlarında bile olmaz, hatta yalan söylediğinizi bile bile size iyi davranabilirler. Sanki kandırılmayı bekliyorlar. Doğruyu değil estetiği arıyorlar sadece. Yanlış da olsa estetik bir formda sunmanız yeterlidir. Estetikse içyüzü önemli değildir. Ama harbi, içten ve haklı olduğu için de sert bir tepkinizi yanlış bulabilir, size karşı tavır alabilirler...
Ünlü bir pop starın çocuklara taciz davası görülürken, jüriden bir kadın, tanığın kendilerine doğru parmağını sallayarak sert konuşmasına kızıyor ve sen bana parmağını o şekilde sallayamazsın demek istedim ona diye açıklama yapıyor.
Parmağını sallayan kadın, tacize uğradığı iddia edilen çocuğun annesi.

Oysa içinde parçalanma yaşayan insana bir yazarın örnek olarak gösterdiği bir Amerikan başkanı kürsüye çıkıyor; mesela “Ülkemizin gururu” “dünyanın bir numaralı gücü” diye güvenle hitap ederken kalabalığa, mimikleri müthiş bir aşağılık kompleksinin ve güçsüzlüğün belirtilerini yansıtıyor. Ama söyledikleri insanları etkiliyor! İnsanları savaşa bile ikna edebiliyorsunuz böyle yaparak. Elinizi kalbinizin üzerine koymanız, kutsal kitaptan alıntılar yapmanız yeterli... Savaşa kim hangi yolla ne tür bir kibarlıkla ikna edilebilir? Adam öldürebilir miyim diye izin alınabilir mi?

Hararetli konuşan biriyim. Konuşarak insanlara bir şey geçirmenin bu konuşma tarzımdan ötürü zor olduğunu düşünürdüm. Yüz yüze konuştuğum insanlar, evet, tonumdan rahatsız oluyorlardı; peki ya internette konuştuklarım... Konuşmamın tonu, evet o da var ama söylediklerimin içeriğinin de insanları rahatsız ettiğini atlamayalım. Çünkü doğru şeyler söylüyorsunuz, karşıdakinin çıkarlarıyla çatışan doğru şeyler. Söyleyişiniz değil doğruluğunuz çatışıyor... Onlara karşı olmadığım sürece insanlar hararetli konuşmamın tutkulu bir insan olmamdan kaynaklandığını söyleyip, bunu çok hoş bulduklarını da ekleyebiliyorlar. Buradan da şuraya geliyorum; beni laflarımın içeriğinden dolayı dinlememeleri gibi insanların, bu yazdıklarımı da benzer bir nedenden okumak işine gelmeyecek birçoğunun.

USTANIN KULÜBESİ VAR, ÇIRAĞIN SARAYI.
Bir insan başardıysa tüm diğer insanlar yanlış ya da eksik yapmış değil midir bir şeyleri? Ve o insanın hayatını anlatsak ne olur? Başarının romanı olur. Mutluluğun romanı olur. Tolstoy itiraz edebilir. O, mutlu insanların hayatlarının birbirine benzediğini söyler. Tolstoy hiç gerçekten mutlu olmuş mudur ki böyle der? Mutlu insanların yaşamlarının birbirine benzerliğinin, onların, ender bulunan o aynı ya da benzer mutluluğu yakalamış ve birleşmiş olmalarından kaynaklandığını hiç düşünmüş müdür? Geçelim... Mutluluğun romanını kim okuyacaktır? Çoğunlukla başaramayanlar; mutlu olamayanlar; insanların çoğu böyle olduğu için... Yani, ya okumayacaklardır; ya da sevmeyeceklerdir okuduklarında. Okuyup geçeceklerdir en azından.
Hayatım bir roman değil sadece, mutlu bir roman.
Biliyorsunuz, Tolstoy bile mutlu bir roman yazamadı.
Muhtemelen siz de yazamayacaksınız.
Ve bu anlattıklarımdan bir şey anlamıyorsunuz.
İşte bu da benim neden hiçbir okura yazmadığımın açıklaması.
Mutsuz insanların farklı farklı yaşamları vardır; ve mutlular da sadece birbirini anlar...

E. M. Forster roman kahramanlarını yaşamdaki insanlardan şöyle ayırır: “Onlar, iç dünyaları açıklanmış ya da açıklanabilen kimselerdir, bizler ise iç dünyaları gizli kimseleriz.”
Yani burada ben kahramanlarımı ne kadar açıklarsam açıklayayım, gerçek yaşamdaki insanlar kendilerini açıklamaktan uzak kaldıkça, benim kahramanlarımdan da uzak kalacaklardır.
Öyleyse benim gerçekten yaşamış insanları afişe etmem mümkün değildir, çünkü onların kendilerini tüm hataları, günahları ve zaaflarıyla afişe etmeleri mümkün değildir... Kahramanlarımla yaşayan insanlar arasındaki temel farklılık budur. Ben tam olarak onları yazıyor olsam bile inkar edeceklerdir: “Hayır, bu ben değilim! Ben bu kadar kötü değilim!”

Ne olmuştu, ne olmuştu da yaşam beni bu kadar seviyordu... İnsanlarda bulunmayan ya da bende fazla olan şey neydi...

İşletme okudum. Ama yapmadım işimi. Mezuniyet kitabıma “Şirketleri işletmesini, insanları işletmemesini diliyoruz!” diye yazmışlardı arkadaşlar. İnsanları işletmek... Biraz entelektüelce yaptığınızda bunu, yazar oluyorsunuz işte.
İşletmek... Yönetmek anlamında değil, yönetmek kelimesi bana hep uzak gelmiştir, o kadar yönetilmeyi isteyen insanla karşılaştığım halde hem de... Kadınlarımı bile yönetmeyi sevmedim. Onlar çok isteseler de… Çocukluğumun otorite figürünün hep söylediği lafa tepkiydi belki de. Şöyle derdi bizi bir işte görevlendireceğinde: “Seni kurayım da zamanı gelince çalışırsın.” Allahtan bana çok demezdi...
Ben başarılı insanın arkasındaki insan olmak istedim hep... Ben mi? Ben zaten başarılıydım... Başaracaktım, belliydi...

JARGON
Bulmaca bulunuyor: Yüksek sesle okunuyor, herkes sağlı sollu yukardan aşağıdan katılıyor. Soruyla alakasız kelimeler söylüyorum, tek tutar yanı aynı sayıda harften oluşmaları. Mesela köpek sorusunun cevabına ti diyorum, meslek argosu diye sorulunca mahlas diyorum. Herkes önce yadırgayıp sonra dalga geçtiğimi anlayarak eğlenceye vuruyor işi. Tümü çözülüyor. Ben de önümdeki peçeteye kendi cevaplarımı yazmışım sağlı sollu yukarıdan aşağıya. Hepsi tutuyor, birbirini, sorularının sorulması gerekiyor sadece. Onlar bulmaca bulurken benim bulmaca kurduğumu neden sonra anlıyorlar. Yarınki.

Yazıya dönük bir deham olup olmadığını sorgulamaya başladığımda, yaşama dönük bir deham olduğunu çoktan fark etmiş bulunuyordum ve yazı yoluyla bu dehamı anlayıp yönlendirebileceğimi umuyordum. Bakarsınız bu arada yazar da olurdum...
Yazarak başaracaktım bunu, büyümü insanlara geçirmeyi. Peki başarmak için mi yazıyordum? Neyi başarmak için yazıyordum?

İSE
Her eser bir ağaç ise her sanatsız bir çorak demek… bir de otlar var!
Her aşk bir sarhoş ise her boş kalp bir ayık demek… bir de garsonlar var!
Her yaşam bir güneş ise her ölüm bir sönüş demek… bir de yıldızlar var!

Yazar bir şeyleri var etmek için yazar; kendini ya da yazarlığını. Yazarlığını var etmek için yazıyorsa ve başarısız olursa kendine dönebilir. Başarılı olması ise daha tehlikeli bir çıkmazdır. Tehlike kendini başarı maskesi altına gizlemiştir, olumlunun arkasına. Artık yazar olmak, kendi olmaktan baskın hale gelebilir. Birçok iyi yazarın çıkmazı bu olabilir...
Bir genç yazar şöyle demişti ilk kitabımdaki bir ressam karakteriyle ilgili olarak:
-Ressamda senin kişiliğin ortaya çıkıyor, “Ünü istemem, yan cebime koy.” diyor ya ressam!
Ne diyeceğimi bilememiştim...
-Beni yanlış okumuşsun, çünkü tam tersi karakterde biriyim; bu önemli olmasın diyeceğim; ama... Sen öykümü de yanlış okumuşsun! Çünkü ressam da tam tersi karakterde biri. Okuduğunu iyi okumadan yazar olmak tek şartla mümkün olabilir; insanları iyi okuyorsan. O yüzden beni yanlış okumana sitem etmeden edemeyeceğim; iyiliğin için. Umarım sadece benle ilgilidir, bana olan önyargınla. Korkma, önyargılı olmak sadece iyi insan olmaya engel, iyi yazar olabilirsin hâlâ. Hatta önyargının üzerine gidersen; çözmek için değil tabii ki daha da yoğunlaştırmak için, daha iyi bir yazar olma olasılığını da artırabilirsin. Tek riski var; insan olmaktan uzaklaşabilirsin; bazı iyi yazarlar gibi...

PARANOYAKLIK KÖTÜDÜR AMA PİRELENMEK İYİDİR.
Bazı iyi yazarlar bu tavizi vermişler midir. Şeytanla mı anlaşmışlardı yoksa, bazı iyi yazarlar...
Tolstoy’a, “Kardeşiniz de bir yazarı yazar yapan tüm erdemlere sahipti o neden yazar olmadı?” diye sormuşlar. “Haklısınız ama kardeşim bir yazarı yazar yapan zaaflara sahip değildi.” diye cevaplamış Tolstoy. Yorumcu şöyle diyor: “Tolstoy’un kastettiği yazarın bir zaaflar reçetesine gereksinim duyduğu değildir. Yazar kimliğini taşıyabilecek kişinin kendi kimliğine bütün artılarıyla ve eksileriyle sahip çıkabilecek kişi olabileceğini vurgulamaktır. Sanat tarihi kişiliğinde taşıdığı tüm zaaflara rağmen sanatçı olabilmiş büyük sanatçılarla doludur, ama kişiliğini yadsıyarak sanatçı olabilmiş kimseye sayfalarında yer vermemiştir.”
Güzel laflar, sanırım doğru laflar. Ama Tolstoy’un cevabından bir şey daha çıkıyor! Tolstoy tüm zaaflarına “rağmen” yazar olabilmekten söz etmiyor, tam da zaafları “sayesinde” yazar olabilmekten söz ediyor.
Zaaftan arınma düşüncesi yok. Zaaflardan arınmak ve daha iyi bir insan olmak için gereken çaba, yazma eylemine harcanan çabadan çok daha gerilerde kalmaya mahkum... İyi yazarların karakterli insanlar olamaması bundan değil mi?

Yazarın zaaflarıyla yazar olduğu düşüncesi, insanın zaaflarıyla insan olduğu düşüncesinin, bu gerici kabullenişin bir eşi...

Milan Kundera “Roman Sanatı”nda, Tolstoy’un Anna Karenina’yı ilk yazdığında Anna’nın trajik sonunu hak eden bir kadın olarak çizildiğinden söz eder. Ama romanın son hali bundan çok farklıdır. Anna o kadar antipatik değildir artık. Tolstoy’un roman yazma sürecinden ahlaksal düşüncelerini değiştirdiğini düşünmez Kundera. Daha çok yazma sürecinde kişisel ahlaksal inancından farklı bir sesi dinlediğini düşünmektedir. Bunu “roman bilgeliği” diye adlandırır: “Bu da büyük romanların her zaman yazarlarından daha akıllı olduğunu açıklar.”
Şimdi biraz ara verin...

ONU UNUT, BAŞKA BİRİSİNİ BUL, DEDİKLERİNDE,
PİCASSO’DAN SONRA KİM? DEMİŞ KADIN, TANRI MI?
PİCASSO DA AYNI SORUYU SORMUŞ MUDUR KENDİNE:
PİCASSO’DAN SONRA KİM? TANRI MI? OLMALIYIM.
Şimdi şunu okuyun.
Bu da işte, büyük yazarların çoğu kez eserleri kadar akıllı olamadıklarını açıklar.
Kundera beni duymamış gibi devam eder: “Yapıtlarından daha akıllı olan romancılar meslek değiştirmek zorundadırlar.”
Ona en iyi cevabı, Stefan Zweig, Tolstoy için şu dedikleriyle vermektedir: “Yaratmış olduğu kişilerden çok daha acıklı durumlara düşen yazarlar yaşamayı bırakabilirler...”
Şimdi Tolstoy ne yaratmış; hayatın tasarımını bulabileceğimiz bir eser; büyük eserler için böyle denebilir değil mi? Peki bu Tolstoy’un ne işine yaramış? Kendi yazdığı ve diyelim “roman bilgeliğine” eriştiği eseri Tolstoy’da bir şeyler değiştirmediyse ne okumuza yaradı? Tek başına bir ok, sağlam, dengeli, usta işi; ama... yaysız.
“Roman bilgeliği”ne tamam, ama hayat bilgeliği nerede? Hayat bilgeliğine yaramayan roman bilgeliği yaysız ok değil mi? Bir oku mızrak gibi atmaya çalışan bir insan değil mi “bilge” Tolstoy yaşamda.
Hayatın tasarımını yakaladıkları konusunda da şüphelerim var ya, neyse!
“Kendime rağmen bir yazı geliştirecek halim yok.” diyordu bir yazar. Hali yoksa bir şey denemez tabii ama tam da yazar hayatı budur; kendine rağmen bir yazı geliştirmek ve böylece kendini geliştirmek. Yazarlık yaparak kendini büyütmek.
Yazdığı eserin kurgusunu, dilini, vesairesini kusursuzlaştırmaya çalışıp kişiliğini kusursuzlaştırmaya çalışmayan, öyküsünden fazlalıkları atmaya uğraştığı halde zaaflarını azaltmaya çalışmayan insanın sadece ortalama bir değeri vardır. Edebiyat yazarlarının diğer meslektekilerden daha fazla şey biliyor olmalarının da çok önemi yoktur; eğer tümü de hayatın içinde birbirine benzer hatalar işliyor ve bunu da insanilikle açıklıyorlarsa... Kutsal olmaya çalışmak gerek, çünkü kutsal var...
Edebiyat, sanat müthiş bir anahtardır ama her kapıyı açmaz... Sanat hayat içindir. Asıl deha bunu başarabilmektir.
Yazarın eserini her şeyi gören bir Tanrı gözüyle anlatmasına bir anlatım tarzı olarak itiraz edilir. Tanrı yazar öldü, denir. Ama üslubu bir kenara bırakırsak ben şunu derim: Bir yazar Tanrı gibi düşünmeye çalışmıyorsa, yazar gibi de düşünmeye çalışmıyordur. Tabii derdimiz yazarlık olmadığından: Bir insan Tanrı gibi düşünmeye çalışmıyorsa, insan gibi de düşünmeye çalışmıyordur.
Oysa çoğu yazar kendi yazdığını bile düşünmez kendi kitaplarını, kahramanlar kendilerini yazdırmıştır yazara! İlham perisi girmiştir yazarın içine! Nerden biliyorsak peri olduğunu, ya şeytansa... Geçelim! Böylece bu yazar da kendinin değil yapıtının önemli olduğunu düşünecektir, gereksiz bir kendine güvensizlik ya da yapıştırma bir alçakgönüllülükle.
-Alçakgönüllülük insanı yüceltir ama!
-Yücelmek için mi alçakgönüllü davranıyorsun!
İlham perisinin içine girdiğini söyleyen yazar da aynını yapıyordur. Alçakgönüllü gibi gözükerek yüceltilme isteğini saklıyordur, ya da bu yolla ima ediyordur…

Kitap değilse de belki insan becerebilir kutsal olmayı... Kitabı putlaştırmamak lazım, onlar mezar taşımızdır... Kitabı üstün olduğu için üstün bir insan olmaz yazar; eseri insanın sadece bir yönünü tanımlayabilir, duyumsama yeteneği; duyumsadığını aktarma yeteneği; dil yeteneği; vesaire yeteneği. Bravo! Yaşama yeteneği olan insan kutsaldır ancak... En çok dahiye ihtiyacımızın olduğu sanat, yaşama sanatıdır.

-BARDAĞIN YARISI BOŞ!
-İÇMESEYDİN…
Çoğu yazarın çıkmazı mükemmel bir şey görmemeleri. Bir umut görmemeleri. Hayatı kötü görmeleri... Böyle bir yazar neden yaratır? İntihar etmesin diye. İntihar etmesin diye yaratan biri insanlara ne öğretebilir...
Huzur onu deli eder, belki kaybedecek diye. Ve huzursuzluk da onu yazar yapar. Eseri sayesinde hayata katlanabilir, eseri sayesinde hayatta kalabilir. İşte “Yazmasam çıldıracaktım.” durumu...
Tamam, peki! Yazarın kendi işine yaramasına tamam, bir kitabın bir insanın hayatını kurtarmasına peki. Ama bu eserler insanlara gerçekleri öğretebilir mi, öğretiyor mu… Yoksa gerçeklerden uzaklaştırıyor mu…
Tom Robbins, Parfümün Dansı’nda çok güzel tespit eder: “İnsan mutsuzken dikkati hep kendine döner, kendini çok ciddiye alır. Mutlular yani kendilerini gerçekten sevenlerse pek düşünmezler kendilerini. Mutsuzu neşelendirmeye çalıştığında istemez karşı çıkar. Çünkü dikkatini kendinden ayırıp evrene yöneltmek zorunda kalacaktır. Mutsuzluk kendine düşkünlüğün varacağı son noktadır.”
Bu mutsuz yazar yaşamın acılardan oluştuğunu, acıların öğrettiğini söyleyecektir. Öğretenin merak olduğunu belki o da biliyordur ama mutlu insanın meraksız olduğu takıntısı vardır onda. Ve acının zararlarını da bilmiyordur: Acı, gerçeğin kavranmasını hızlandırabilir, ama gerçek gibi önemli bir şeye ulaşmak ve onu kavramak için hız, istenilebilecek en son, en tehlikeli şeydir. Gerçeğin kavranmasındaki bu hız, acı çekeni gerçekten uzaklaştırır, acıya yönlendirir, sadece acıya. Gerçeğin değil acının etrafında dönülmeye başlanır. Diğer tarafa, yaşamın diğer yarısında hüküm süren haz tarafına hiç geçilemeyebilir...

Düşünmeye başladığımda için için yenmeye başladığımı hissediyorum, dese düşünür, kişisel düşünceleri deyip itiraz edemeyebiliriz; ama “Düşünmeye başlamak için için yenmeye başlamaktır.” demektedir. Kendisi Albert Camus’dür.

OLUMLU DEPREM
Tanrı ile Sohbet adlı kitapta şöyle der:
“Ruh, büyük politik ve ekonomik zorluklar altında yaşayan bastırılmış bir toplumda, yapmaya ihtiyaç duyduğu şeyleri başarabilmek için özürlü bir bedende yaşamayı seçebilir.”
Bunun doğruluk olasılığını araştırmak o kadar gereksiz ki! Şu söylenen, en kötü ihtimalle yüzde on bile doğru olsa, bu tüm dünyayı baştan sona değiştirecek bir şeydir... (Zaten olumlunun gücü de buradadır... Yüzde onu, yüzde doksanı kapsar...)
Bu mantık, olumlu bir depremdir...
Çünkü artık kimse sorumluluktan kaçamaz...

Bu dünyaya kendi isteğim dışında geldim, diyen kişi için de olurunu düşünelim... Hayata kendi isteği dışında gelmeyi planlamış olmalı.
Böylece, bu hata elimde değildi, çünkü bu hayat elimde değildi, diyebilir…

İşte, usta bir yazarımız diyebiliyor: 
”Sizin için yazılan bir kaderi yaşıyor olmanızın neresi kötü. Hayatımızı kendimizin yazamayacağı aklımıza hiç geldi mi? Hangi sağduyulu insan hayatını baştan sona yazma ve yazdığı gibi yaşama fikrine uygulayacak kadar (bence aptalca) cesur olduğunu düşünür. Bu ukalalıktır.”
Müthiş bir olasılığı düşünebilen birisi, bu yazarımıza göre, sağduyusuz, aptal, ukala!

EDEBİYATA TÜNEYEN HAYDUT
Çoğu yazara bulaşmış, "Yaşam, daha başında kaybedilmiş bir savaştır." diye ifade edilen Kafkaesk bir düşünüş...
Acılı edebiyat…
Dünyadaki yazar ve filozofların, iyimser bakarak diyorum ki, yüzde ellisinin boğazına sarılacaksınız, yarım dakika ile bir dakika arası nefeslerini keseceksiniz -birkaç dakika mı lazım, peki- acıyla besleyeceksiniz onları, sonra özgür bırakacaksınız biraz da oksijenle beslenecekler, yeniden doğma durumu yaratacaksınız bir çeşit…
Çoğu, muhtemelen ve açıklayamadığım bir nedenden yine sanki hiç doğmamış gibi yaşamaya ve yine yazdıkları tarzda metinler yazmaya devam edeceklerdir, siz her ne kadar felsefelerini çökertmiş olsanız da nefeslerini kesemeyeceksiniz…

BABAMI SEVERİM, BENİ DÖVMEZ.
Buna iyi örnektir Cioran: “Bu sabah banyodayken, radyodan bir gökbilimcinin yüz milyonlarca güneşten söz ettiğini duydum. Tıraş olmayı hemen kestim: Artık tıraş olmak neye yarardı.”
Ah Cioran ah! Halbuki daha dikkatli tıraş olmalısın artık!

Acıya duyarlılık, hakiki duyarlılık olarak alınır, ama tek yöne duyarlı olmak, yarı yarıya duyarsız olmak demektir.
“Cioran okumak her daim iyidir çünkü insana kendini kötü hissettirir.” der Hasan ali Toptaş.
Günümüzde biraz edebiyattan anlayan hiç kimse Toptaş’a sormaz, neden kötü hissetmeye bu kadar düşkünsünüz diye, kimse bunu açıklamasını beklemez, doğal hal budur, onlara göre…
Bunun nedeni, küçük yaşlardan okumaya başlamak olabilir mi…
Mutluluk bir hal, bir durum değil bir karakterdir demişti Ahmet İnam. Edebiyatın karakteri mutsuzluk mu, yoksa çevrenin kötü etkisinden söz edilebilir mi, okuduklarının kötü etkisinden.
Büyük yazarlar birbirinden özgün olabilirler. Ama hâlâ acıdan özgür olamamışlardır...

SIĞ
Yüzücü olmak isteyen, ona da gerek yok, ilk kulaçlarını atmasını yeni öğrenen bir çocuk şu Kafka metnini kazayla okusa ne hisseder bir düşünün:
“Ben de başkaları gibi yüzebiliyorum, yalnız benim, başkalarınkinden daha iyi bir hafızam var. Eskiden yüzmeyi beceremediğimi unutmuş değilim. Ama işte bunu unutmadığım için de, yüzme becerim hiçbir işe yaramıyor ve sonuçta yüzemiyorum.”

KLASİK: KLİŞE
"Orwell (1984) kitapları yasaklayacak olanlardan korkuyordu. Huxley’in (Cesur Yeni Dünya) korkusu ise kitapları yasaklamaya gerek duyulmayacağı, çünkü artık kitap okumak isteyecek kimse kalmayacağı şeklindeydi. (Televizyon: Öldüren Eğlence / Neil Postman)
Okusalar ne olacak ki?

KARA DİZİ
“Yaşamımdaki en büyük talihsizliklerden biri, daha on altı yaşındayken Kafka okumak oldu.” diye başlıyor Oğuz Demiralp “Gündüz Kafka, Gece Samsa” adlı metnine.
“Edebiyat denen müsibet” diyor; öyle sanıyorum ki sevgi cümlesi olarak kuruyor bunu…
Yoksa değil mi?: “Kendimi günlerin akışına bırakıp yaşayıp gitmek varken, önüme bir sis perdesi çıkarmıştım.”
Yok yok, hâlâ hayata atılmaya çalışan bir gencin doğal hissiyatı içinde yazıyor, sis perdesini aralayabilir...
“Hafta sonu elalem bilmem ne caddesinde piyasa yaparken, ben bu acayip şeyleri okumaktan nasıl zevk alabiliyordum?”
Yeni yetme aklıyla kavrayamamış henüz diye çıkarım yapıyorum bu cümleden de; bir denge durumu olduğunu zamanla anlayacaktır, diye düşünüyorum, elalemlik ile acayiplik arasında, piyasa yapmak ile musibet olmak arasında, beyaz ya da pembe diziler ile kara diziler arasında…
Devam ediyor Oğuz Demiralp: “Yazınsal okuma/yazma alışkanlığı 16-19 yaşlarında yerleşir. Bu yaşlarda yazın’ın tuzağına düşmekten daha büyük talihsizlik önemli bir yazar ile yakınlaşmak olabilir(!). Böyle bir ilişkiye giren genç kişinin hem anlıksal hem de ruhsal açıdan yetiştirici olduğu denli ömür boyu izi kalacak bir deneyim yaşaması beklenmeli.” (Son cümle aynen böyle.)

Bir kez daha dua ediyorum; 20’li yaşlarımdan önce okumaya başlamadığım için…

20'Lİ YAŞLARINA GELMEDEN ÇOCUĞUMU ASLA SOKMAYACAĞIM PASAJLAR
Pasajlar geliyor, şu başlangıçtan sonra:
Istvan Örkeny: 1 dakikalık Öyküler: "Evde olmak":
“(....)
-Ne güzel değil mi? Bak bu tren bizi evimize götürecek.
-O zaman ne olacak ki?
-Evimize kavuşacağız!
-Peki ev ne demek? diye sordu çocuk.
-Bundan önce yaşadığımız yer demek.
-Orada ne var?
-Oyuncak ayıcığını hatırlıyor musun? Belki bebeklerin de duruyordur.
-Anneciğim peki orada gardiyan var mı?
-Hayır yok.
-O zaman, oradan kaçabilir miyiz?..”

PASAJLAR

-Yanlış duyum yoktur.
-Yanlış sonuç vardır.

23. DAVID HUME
“Dışarıya baktığımda daha baştan her yanda tartışma, çelişki, öfke, iftira, ve kötüleme görürüm. Gözümü içeri çevirdiğimde, kuşku ve bilgisizlikten başka bir şey bulamam. Tüm dünya bana karşı çıkmak ve beni çürütmek için elbirliği yapar; ama öyle zayıfım ki, tüm görüşlerimin başkalarının onaylarıyla desteklenmedikleri zaman gevşeyip kendiliklerinden düştüklerini duyarım. Her adımı duraksayarak atarım ve her yeni düşünce beni uslamlamamda bir yanılgı ve saçmalık korkusuna düşürür.”

İnsanın bu kadar yanlış yaşayıp tarihe geçmesi...
Önemli bir filozof olması.
Önemli bir filozof sayılması, diyelim.
Tüm güçsüzlükleri dengeleyen bir güç!
Başarı olarak bile nitelenebilir.

Onun başarısı mı peki, felsefeci adamın yani?

48. SARTRE
“Sonuçta, yaratılıştan bir moral yetkinlik düzeyine eriştiğim yollu karanlık ve derin bir inanca sahibim. Söz konusu olan yalnızca, daha sonraki davranışlarımla onu hak etmektir. Her yeni durum, beni küçültebilecek ve kendime yaraşır bir şekilde kendimi göstermem gereken bir tuzak, bir pusudur.”

54. THOMAS BERNHARD
“Böylece herkes kendi yaşam hırkasını örüyor. Kimi içine daha çok kalp örüyor, öteki daha az, sonunda hepsi keçeli, fazlasıyla dar, delikleri dar, bitirinceye kadar da ön yüzü fareler ve güveler tarafından yenmiş oluyor, daha bitmeden mahvoluyor olağanüstü parça ve Tanrı o zaman ‘yakışmış’ diyor.”

90. CİORAN (MI?)
“D. kötülüğü özümsemekte yeteneksizdir. O buradan hareket ederek varoluş ortaya koyar, ama bunu düşüncesine katamaz. Bilinmeyen cehennemden çıkacaktır o, ona engel olan şeyin üstündedir. Uğradığı felaketler düşüncelerinde en küçük bir iz bırakmayacaktır. Tepkileri olur zaman zaman yaralı bir hayvanın tepkileri sadece. Olumsuz olana kapalıdır, sahip olduğumuz hiçbir şeyi ayırt etmemesi varlık-olmayanın zenginliğinden başka bir şey değildir. Yine de bazı hareketleri şeytansı bir düşünceyi ortaya çıkarır. Şeytansı olduğunu bilmeden. Bu adam, iyilik tarafından kafası karışmış ve köreltilmiş bir yıkıcıdır.”

İşin ilginci buradaki tanımlamalar tam da iyiliği özümseme yeteneksizi için de aynen söylenebilir. Bakalım: Kötümser iyiliğin var olduğunu görür ama onu düşüncesine katamaz, bu yüzden de var olmadığını düşünür. Kötümser ona engel olan şeyin altındadır, altından çıkmak için hiçbir şey yapmadığı için altındadır. Tepkileri olur zaman zaman, yaralı bir hayvanın tepkileri sadece. Olumlu olana kapalıdır, sahip olduğumuz hiçbir şeyi ayırt etmemesi varlık-olanın zenginliğinden başka bir şey değildir. Yine de bazı hareketleri şeytansı bir düşünceyi ortaya çıkarır. Şeytansı olduğunu bilmeden. Bu adam kötülük tarafından kafası karışmış ve köreltilmiş bir yıkıcıdır.

Yani fark bilinçtedir…
Kafka beni doğrulamak için her zaman oradadır:

121. KAFKA
“Faydalı bir şey öğrenmeyişimin, buna sıkı sıkıya bağlı olarak kendimi her gün biraz daha bedence erimeye terk edişimin gerisinde bir dilek gizlidir belki. Sağlıklı ve yararlı bir insanın yaşama sevincinin beni yolumdan döndürmesini istemiyorum.”

659. CİORAN
“Bir canlı olarak varoluşum fikirlerimle çelişki halinde.”

Fikirlerinin yanlış olduğunun kanıtı işte bu. Tabii asıl şu: O yanlış fikirlerle varoluşunu nasıl doğru kavrayabilirsin?

Size umutsuzluğu aşılayan laflara inanmayın, bu lafları ta içinizde hissediyorsanız da, kendinize…

23.901. JEAN COCTEAU
“Burada yaşamaya çalışıyorum, ya da, içimdeki ölüme benimle nasıl yaşaması gerektiğini öğretmeye.”

Nasıl meydan okuyucu bir laf! Hoşuma gitti. İnsan ölüme böyle meydan okuyabilmeli! Karşısına almadan meydan okuyabilmeli insan böyle her şeye.

“YAŞAM ÖNCE SINAVA SOKAR SONRA DERSİNİ VERİR...”
Bir internet sitesinden sağlam acılı edebiyat.

Yaşam önce sınava sokup sonra dersini falan vermez, sınava dersine çalışmadan giren insandır; dersini böyle acı bir şekilde aldığı için yaşamı suçlayan insan; kendi aklında ve davranışlarında değil de yaşamın tasarımında bir hata olduğunu düşünecek kadar benmerkezcil olan, bu benmerkezciliğin en büyük hatası olduğunu çağlar boyunca anlayamayan insan.

1.  AYŞE KADIN
“Eskiden acı diye çektiğim duyguların, kendimi kandırmaktan başka bir şey olmadığını görüyorum. Fark ettim ki, acı çekerken, bilerek ve isteyerek yapıyormuşum. Onun beni yücelttiğini, farklı kıldığını düşünüyormuşum...”
Bunları bana yazan kadın, muhtemelen adını kimsenin duymayacağı bir kadındır ama bu algısıyla, birçok filozoftan daha akıllı bir düşünürdür...

2.      FATMA HANIM
Ya buna ne buyrulur:
“Geçmişimde yaşadığım mutsuzluk beni inanılmaz mutlu etmişti, farklılığı yasadığımı, kendimi ve yaşamın anlamını yakaladığıma dair bana ışık ve umut veriyor gibi geliyordu.”

Ayşe Kadın, Fatma Hanım falan diyerek biraz fasulyeden kaldık değil mi, güçlü bir alıntı yapmak farz oldu:

3.  MİCHEAL TOURNİER
“Homoseksüeller, heteroseksüellerin AIDS’e yakalanmasından hoşlanmazlar, tıpkı Yahudilerin gaz odalarında onlardan başkalarının da bulunduğunun söylenmesinden hoşlanmamaları gibi. En büyük dehşete kendileri sahip çıkmak istiyorlar. Neden mi? Gururdan! Çünkü felakette ezici bir büyüklük ve güzellik vardır.”

-KİTABINIZDA SIKINTIYI ÇOK İYİ ANLATMIŞSINIZ YARIDA BIRAKTIM.
-BEN MAZOŞİZMİ ANLATIYORDUM AMA!
Biraz da onlar açısından düşünelim şimdi, belki onların bile düşünmediği kendi açılarından. Mazoşizm denen şeyi, acı severliği atlamayalım. Atlamayalım, itiraf edelim...
“Kafka sevgilisiyle nişanı bozacaklarını ona mektupla bildirmekle kalmaz bir kafede buluşmalarını önerir. Sevgilisi en yakın arkadaşını da yanında getirecektir. İstediği olur ve yaklaşık iki saat boyunca Kafka sevgilisi ve yakın arkadaşı tarafından yargılanır. Kısa bir süre sonra da Dava tamamlanır.”
Gerçekte hangi dava tamamlanır acaba...
Kafka’nın yazar ruhunu yöneten insan ruhunun davası, yargılanma arzusu muydu yoksa?
Kafka yargılanmayı yazarlığı için değil de insanlığı için mi istiyordu acaba? Ruhu yargılanmaya ihtiyaç mı duyuyordu? Çekici bulduğu şey, yargılanma, aşağılanma ve bundan tat alma duygusu muydu? Bir çeşit acıseverliğe sahip olmanın, onu içinde hissetmenin heyecanı! Bu tutkusundan çıkmamış mıydı yazarlığı Kafka’nın... Daha fazlasını da söyleyeceğim izninizle: Zaafını doruklarında yaşadığı için tatmin olmuş ve bu anlamda mutlu bir insan değil miydi Kafka... Yazıldığında insanı yazar yapan zaaflar, aslında acısever yönünü tatmin ettiğinden aynı yazarı tatmin olmuş bir insan da yapmaz mı...
Atlamamak lazım... Acıseverlerden öğreneceğimiz şeyler var. Artık konuşmaya başlamalılar. Ben böyle mutluyum kardeşim, demeye başlamalılar artık; öylelerse. Bir acıseverin nasıl tatmin olduğunu anlatmalılar. Mutluluklarının yüzünü sergilemeliler; somurtan bir yüzün mutluluğu...
Ama olmayabilir...
Böyle mutluyum kardeşim, demek, itiraf etmek, onları rahatlatıp mutlu edebilir gerçekten, mutluluğa yaklaştırabilir. Ve böylece kendilerinden uzaklaştırır... Bölünmeyi işte o zaman yaşarlar, dünyaları yıkılır...

TEK KUTLADIĞIM GÜN VAR: ALLAHIN GÜNÜ.
Ben mutluyum... Ben huzurluyum... Huzursuzken yazamam... Yine huzursuzluğu yazıyorum, insanların huzursuzluğunu, bu huzursuzluğun benim huzurumu bozmasını; yaşamın ritmini bozmasını yazıyorum. Yaşamın mükemmelliğiyle insanın mükemmel aptallığının çelişkisinden yazıyorum... İkilemimin doğru ucu var, çıkışı var... Doğmuşsak Tanrı iyidir ve yaşam mükemmeldir. Tanrıyı ve yaşamı olumsuza varacak şekilde sorgulamam, mükemmelliğini açıklamaya çalışırım sadece... Mükemmel olduğu baştan kabulümdür, çünkü öyledir... Neyi bulacağımı biliyorum, bilmediğim, nasıl bulacağım...
“Yaşamın yaşamaya değip değmediğinde bir yargıya varmak, felsefenin temel sorusuna yanıt vermektir.” diyen düşünürün, ki kendisi yine Albert Camus’dür, bu düşünürün ve bu tür düşünürlerin bana düşündürttüğü tek şey var: İnsan buysa daha üst bir aşamaya ihtiyaç var. Felsefe buysa daha üst bir boyuta ihtiyaç var. Ya da: Bunlar insan değil, yaptıkları felsefe değil; bazı tanımları korumak gerek.
Yaşamın yaşamaya değip değmediğini sorgulayan felsefe kendi kendini saçmaya saplar. Felsefe yaşamın bir memurudur.
Ya sev ya terk et ama şikayet etme. (Yaşamdan söz ediyorum.)

Bir modern’e sormuş yerli, neden savaşıyorsunuz, diye. Özgürlüğümüz için demiş gururla modern! İnsanın kadın sahibi olmaktan başka bir şey için neden savaştığını anlayamadığını söylemiş yerli…

Bir metnin beni içine almayan birkaç paragrafını zorla okuyup bırakmak üzere devam ediyorum, şaşırtıcı derecede ilgimi çeken bir paragrafı okuyup metni bir kenara bırakıyorum...
Devam etmiyordum, yakalamışken. Birçok şeye bunu yapıyordum. Örneğin kadınlara... İyi konuştuğum bir kadın bulduğumda yarın konuşalım bu konuyu diyordum, neden şimdi değil de yarın... Sanki kimselerle konuşmaya ihtiyacım yoktu, o güzel metni okumaya ihtiyacım yoktu, ki onu bir dolu gereksiz metin arasından vazgeçecekken şans eseri bulmuştum, o kadının güzel olduğunu, akıllı ve konuşulacak biri olduğunu bilmek yeterliydi benim için. Onunla konuşmaya, onu okumaya gerek yoktu, hayat güzeldi.
Dünyada en seveceğin kadınla buluşacaksın deseler ya da en sevdiğin işe hemen yarın başla deseler, bir 15 gün sonra buluşmak, başlamak isterdim. Bu 15 günü sevinerek, her şeyin ne güzel olacağını hayal ederek geçirirdim...
Var olan her güzel şeye var oldukları için sevinmek, hiç yapmamak...
Tüm bunların sonunda, en ileri aşamasında, hayatı tümden başardığını düşünmek, her şeyi gördüğünü. Nihilizmin diğer ucu...
Sahi, nihilizmin diğer ucu ne? Karşıtı? Niye bunu bugüne kadar kimse sormadı... Ya da sordu da, hatta cevabını da söyledi; biz mi dinlemedik...

YAŞAMA DÜŞKÜNLER EVİ
Narziss ve Goldmund’u bitirmiştim o sıralar. Hermann Hesse bana hayatın anlamını bulmuş biri gibi gözükmüştü daha önceki bir kitabıyla. Oysa bunalıma girdiği bir dönem olmuştu. Belki ben de gelecekte bunalıma girerdim, bilmiyorum. Büyük konuşma denir ya! Büyük konuşacağım. Bakın şimdi büyük konuşuyorum: Bunalıma falan girmeyeceğim. Ne korku bu yaşamdan, tanrıdan, kendimizden, bunalımdan ya da. Buna mı layık görüyoruz kendimizi? Neyse, Narziss ve Goldmund’u çok sevdiğimi söyleyemeyeceğim, çok az şeyi çok seviyorum. (Çok az şeyi çok seven insan genelde intiharına mazeret arıyordur. İnsan, ben değil.) Goldmund sanatçı kişiliğiyle göçebe bir yaşantı sür(t)en, kızlarla, evli kadınlarla yatan biri. Bu arada belli dönemlerde aşka geliyor ve heykel yontuyor. İmgelemindeki bir kadını örneğin. En son amacı annesinin suratını bir heykele aktarabilmek. Anne’nin heykelini, yani yaşamın heykelini, yapamadan ölürse hayatı boşuna geçmiş gibi gelecek ona. Sonra değişiyor bu düşüncesi. Ölüme yaklaştığında değişiyor. Benim ellerim anneme bir biçim verip onu yaratacakken, şimdi o bana biçim veriyor, diyor. İstemiyor heykelini yapmamı, gizini açıklamamı istemiyor, diyor. Ölmemi istiyor ve benim için ölmeyi kolaylaştırıyor, diyor. Göçebelik yıllarında bir dolu ölümden, vebadan, asılmaktan kıl payı kurtulmuş ve kendini ölmeye yakın, ölümü de doğal bulduğunu düşünmüş. Ölüm döşeğinde ise aslında o zamanlar değil de şimdi ölmeye yakın olduğunu anlıyor. Sonra da dostu Narziss’e şöyle diyor: “Peki sen bir gün nasıl öleceksin Narziss, bir annen yok çünkü. Annesiz insan nasıl sevebilir, annesiz insan nasıl ölebilir.”

-SİZ BU MEKTUBU OKUDUĞUNUZDA BEN ÇOKTAN ÖLMÜŞ OLACAĞIM.
-HANGİ MEKTUBU?
-BU YAZDIĞIMI.
Kendi yazdıklarım geliyor aklıma. Yaşamın gizine ulaşmasını engellemek için sanatçıya engeller koyan bir Tanrı hayal etmiştim, yazmıştım da öyküsünü. Ama burada söyleyeceğim o değil, son zamanlarda benim de aklıma ölümle ilgili böyle hisler geliyordu. Ben de büyük bir yazar olmak, dahası ve önemlisi, hayatı başarmak, yaşamın gizini çözmek istiyordum. Bu amacım beni mutlu kılıyor, üstünlük duygusuyla doluyordum. Yazmayı putlaştırmıyor, gerçek önemini veriyor, yaşamın gizine yaklaşmanın aracı olarak görüyordum. Aslında yaşamın gizine şimdiden ulaştığımı, yaşamımın geri kalanının bu gizin doğruluğunu kanıtlamaya kaldığını düşünmüyor da değildim. Hayatın keyfini tattığımı görebiliyordum. Hayatı doğru ve tam yaşamanın kanıtı da ölümü başarmak olacaktı. Nasılsa başaracağım, diyordum, o zaman neden başarayım, zaten başarmış sayılmaz mıyım? O zaman ölebilirim de...

İlk yazılarımda kafam “asla kendini anlatmayacaksın” yasaklarıyla doluydu. Sonra kendimi anlatmaya başlama nedenim, giderek böyle sansürsüz bir otobiyografi yazma nedenim, başkalarıyla kıyaslayarak kendimi açıklamak değil, başkalarını açıklamaktı. “Kendi hayatını yazmayacaksın”lardan “kendi hayatını başkalarına örnek olsun diye yazacaksın”lara...

Sanki kendim yazmışım hissi veren şöyle bir konuşma geçmişti bir kadınla aramda:
-Ben kendimi tanımak için mi yazıyorum sanıyorsun... Güdük yazarlar gibi... Bu kadar huzurluyken neden yazıyorum sanıyorsun ya da...
-Neden yazıyorsun?
-Anlamak için. Anlarsam anlatabilirim de. Yoksa benim hayatım yolunda. Çözülmüş denklem gibiyim, nasıl çözüldüğümü bulursam gösterebilirim.
-Çelişki... “Ben kendimi tanımak için mi yazıyorum sanıyorsun.” “Çözülmüş denklem gibiyim nasıl çözüldüğümü bulursam gösterebilirim.”
-Çelişki yok. Tekrar oku. Bak şunu yap: Beni haklı çıkartarak tekrar oku...
-Kendini tanımaya çalışmıyorsun ve nasıl çözüldüğünü bulmaya çalışıyorsun.
-Neden çözümü bulmaya çalışıyorum? Hayatım yolundayken neden hayatı sorguluyorum? Mutsuz adam sorguluyor çünkü mutsuz, ben neden sorguluyorum?
-Yardımcı olmak için mi?
-Evet... Bak Balzac, Louis Lambert’te ne demiş: “Büyük adamlarda içten gelen, o neredeyse kadınsı incelikler... Bu adamların yüceliği, kadını farklı kılan o özveri gereksiniminden başka bir şey değildir belki de; ama büyük şeylere yönelmiştir.”
-Biliyorum, ilk andan beri, sadece seni konuşturmak istedim.

O KADAR ÇOK İNSAN BENİ TAKLİT EDİYORDU Kİ
SONUNDA BUNU BECEREMEYEN BİR BEN KALDIM.
İlginç bir insandım, diyeceğim ama herkes ilginçtir diyeceksiniz. Demeyin. Düşünün. Beni haklı çıkartmaya çalışarak düşünün. Gerçekten ilginç bir insan olduğunuzu düşünün, gerçekten de başkalarından daha ilginç, farklı: Onca farklı olduğunu söyleyen insanın etrafına bir daire çizip biraraya getirebiliyorsunuz da onları, siz yine dışarısında kalıyorsunuz dairenin, onlar, o farklı olduklarını söyleyenler dairedeki bir memur gibi kalıyorlar yanınızda. En sıradışına bile dışarıdan bakıyorsunuz. Üstelik intihara eğilimli insanın sıradışılığı ya da katilin ilginçliği gibi değil sizdeki, olumlu bir ilginçlik, sıradışılık… Bir katilin ilgi çektiğinden daha az ilgi çekecektir, o başka, herkes kötülüğü merak eder, en akıllısı bile onu araştırır, kimse diğeri neden iyi, nasıl iyi olmuş, kalabilmiş diye sormaz kendine.

Yıllar sonra şöyle bir benzetmeye ulaştım, buralara ekleyebilirim:
SİYAH ATLI PRENS (SAP)
O kişiyi dahil edemezsiniz gruba, ayrı kalır, sizin daireniz bir kova ise, o da sapı gibi kalır, Sap gibi. Sap'ından tutacaksınız bir gün. Tutup kovayı o Sap ile kaldıracaksınız... Sap’ını altına getirip tutmaya çalışırsanız, kova asla dengede durmaz, dökülür... Dairedeki memurlar yukarda ve Sap aşağıda olursa devrilir kova... O Sap, o dairede memur olmayan, o sizden olmayan ama onu tutuşunuza göre sizi de şekillendirecek olan, sizi devirecek ya da altta ama dengeli tutacak olan... Onu hep doğru şekilde, hep yukarıda tutmalısınız.

ÇİVİSİ ÇIKMIŞ DÜNYANIN ÇİVİSİNİ BULSANIZ
YERİNE ÇAKACAK USTAYI ÇARMIHA ÇAKMAKTA KULLANIRSINIZ.
Neyse... Başarabilmek, tutunabilmek, bilebilmek… Bunun örneği yaşamınız... Başkalarının “herkes ilginçtir” demesi saçma geliyor size… Söyledikleriniz de onlara saçma geliyor. Sizi asla anlayamayacaklarını biliyorsunuz. Ama ne yapalım ki siz ilginç ve daha önemlisi, güzel bir insansınız. Gerçekten güzel olan sizsiniz. Madem güzelsiniz, o zaman insanlara bu güzelliği göstermek zorundasınız.
Oysa yeni bir sevgiliye,
-Sen de herkes gibisin! demeye yaklaştığı bir an,
-Özelim! demiştim.
-Herkes özeldir! demişti.
-O zaman ben çok özelim! dedim. 2 ay geçmedi şöyle dedi:
-Evet, çok özelmişsin...

SON ALTINDAN TAÇ
Tamam, birileri görebiliyordu bendekini. Görüyor ama hâlâ inanmayabiliyor insan. Tanrınınkinden zor durum!
Çünkü sonradan şunu demişti:
-Sana inanmam için senden bir tane daha olması gerekiyor...
Hayatında benden önce başkalarıyla, benimle girdiği tarz tartışmalara girmiyormuş...
-Halbuki, demiştim ben de korkusuzca, şu anda senle girdiğim türden tartışmalara hayatımdaki bir dolu insanla, hatta insan gruplarıyla girdim.
Umutla bakmıştı, sanırım özür dilemeye çalıştığımı, en azından yardım falan istediğimi sanmıştı. “Demek ki hatalı olan sensin!” demeye çalışıyordu, beni çok da fazla kırmadan. Ama sonra sevgili için üzülmek gerektiği ortaya çıktı. Şaşılacak bir dönüşle, bir gün kendi itiraf etti bunu: Hayatında güçlü insanlardan hep kaçmıştı, kendinden daha güçsüzlerle çevrelemişti hayatını.
Aynı itiraf, başka bir sevgiliyle daha gerçekleşmişti: O da benim gibi farklı düşünen biriyle tartışmamıştı hiç, ne yapacağını bilemiyordu, çevresindekiler hep onun gibi düşünen insanlardı!

NEYİ DIŞARIDA BIRAKIRSAN GERÇEK MERKEZ ODUR
“Çoğunluk her zaman haklıdır” değil de “istisnalar kuralı koyar” olmalıydı felsefemiz, ama bunu anlamak zor geliyordu insanlara. Nasıl olur da azınlıkta olan kural koyardı?

Tek kişi olumluysa -ya da mutlu, iyi, başarılı- olumsuz bir dünyada yaşıyoruz diyemezdik. Tek bir kişi bile kötülükten koruyabiliyordu dünyayı, iyi istisnai kişinin gücü buradaydı, herkes bunu göremese de. Tek bir kişi olumsuz ya da kötüyse, iyi bir dünyada yaşıyoruz diyebilirdik hâlâ; hiçbir şeyi değiştiremezdi kötü istisna; zorba olmak zorunluluğu da buradan doğuyordu.
Ama sevmiyorlardı iyi istisnai kişiyi insanlar, o da kötüymüş gibi: Çünkü tek kişi olumluysa; olumsuzluk, diğerlerinin beceriksizliği demekti! İyi, sizi daha kötü yapıyordu, iyiliksever sizi zorba… Oysa zorbaya baktığınızda, ben iyi biriyim diyebilirdiniz…

SORUN SENDE OLSA DÜNYANIN SONU OLURDU,
ALLAHTAN SORUN BENDE.
Ben zorbaya değil, iyi insanlara da değil, yaşama bakarak iyi biri olduğumu görebiliyordum: İyi insanın kıstası sevgiydi, sevginin mükemmel aşaması yaşamı sevmekti ama daha mükemmeli vardı ve o da yaşamın seni sevmesiydi. Hiç bozulmayan keyfimle yaşamın beni sevdiğini, benim tarafımı tutuğunu görebiliyordum. Aşkı karşılıksız bir şey diye anlatan, algılayan bir dolu metne ve insana bakacak olursak yaşamla aramdaki şey aşktan daha fazlasıydı. İki âşık birbirlerindeki zıtlıkları eritmeyi ve bir olmayı başaramazken, yaşamla bunu başarmak bana hiç de zor gelmiyordu, defalarca başarmıştım. Âşık oldun mu hiç? diye soruyorlardı cevabını zaten biliyormuşçasına. Saçma bir soru gibi geliyordu bu bana. Âşık olmak... Neden söz ediyorlardı ki... Benim yaşadıklarımla karşılaştırıldığında, benim hissettiklerimin yanında neden söz ediyorlardı... Şu insanlar gerçek ukalalığın ne olduğunu bana gösteriyorlardı... Sorun, kendileri bundan habersizdi. Ve tabii aşktan da. Onu idealize edip, ona tapmak hoşlarına gidiyordu, aşka âşıktılar ama tamamen başka bir açıdan. Yaşayamadıkları için âşıktılar aşka. Zaten aşkı yaşayabilmeleri de çok olası gözükmüyordu. Bir şeyi gerçekten istediğinizde, elde edersiniz, düşüncesi, tüm iyi ve güçlü niyetine karşın yetersiz kalırdı bir yerde: Ancak size layık olan şeyi gerçekten istediğinizde elde edebilirdiniz çünkü. Hiçbir insan uçabilmiş miydi kollarıyla bugüne kadar, demek ki birçok insan da âşık olamayacaktı hayatı boyunca, bulamayacaktı aradığını. Yanlış yere baktığından da değil sadece, kendine yanlış baktığından. Yanlış şeyi istediğinden ya da doğru şeyi yanlış birine, kendine istediğinden... Bu insanlarla benim aramdaki uzaklık da burada ortaya çıkıyordu, fark: Aşka ulaşamayan insanlarla onu aşmış ben... Aşkı sadece rüyalarında gören insanlarla rüya görmeye ihtiyacı olmayan ben...

SEN DE SENİN HATALARINDAN BİRİSİN.
İnsanlar hep doğru insanı arıyorlardı. Ama neye göre doğru insan? Hatalarınızı hiç eleştirmeyen, sizi olduğu gibi kabul eden bir insan: Buna doğru insan diyorlardı, onun yanında kendilerini güvende hissediyorlardı... Oysa iyi bir ilişki için iki şey gerekliydi ve ancak ikincisi doğru insanı bulmaktı.
İki kişinin ortak ya da paylaşılan zaafları o insanları mutlu etmeye gerçekten yeter miydi. Bu karşılıklı kişilik bozukluğuna aşk diyen vardı! İlişkiler bize kendimizi iyi hissettirdiği için değil kendimizi daha iyi bir insan yapmamıza olanak tanıdığı için değerli değil miydi. Doğru insanı tanımanın çok iyi bir kıstası vardı: Onu bulduğunuzda görürdünüz ki siz pek de doğru bir insan değilmişsiniz.
Peki o zaman ne yapardınız?
Doğru insana iftira atardınız.
“İnsanlar birbirlerini oldukları gibi sevmelidir. Değiştirmeye çalışmamalıdır. Değiştirmeye çalışırsa bu onun olduğu halini değil dönüşeceği insanı sevmesi demektir...” diyordu Eric Fromm. Hemen atlanırdı. “İşte bak: Sen beni sevmiyorsun, kafandaki başka birini seviyorsun ve ona dönüştürmeye çalışıyorsun beni.” Bu lafları alkışlamayacak insan yoktu! Oysa insanı olduğu gibi sevmek bir bebeği doğduğu gibi sevmek değil miydi. İnsan sadece çocukların geliştiğini, büyüdüğünü düşünüyordu. Bilmeden hata yapana, çocuk deniyordu, bilerek hata yapana da yetişkin. Yetişkinlikten daha üst bir aşamaya ihtiyacımız olduğu açık değil miydi? Ya da boyu uzadı, yaşı arttı diye insana yetişkin dememeliydik… Davranışıyla kendini birbirinden ayıramayan, hatalı davranışına bokuna sarılır gibi sarılan yetişkine insan dememeliydik.

İnsanların karşıdakini olduğu gibi kabul etmesi, karşıdakinin olabileceği insandan nefret etmesindendir, diyordu Adorno.

-İNSANLARI OLDUĞU GİBİ KABUL ETMİYORSUN.
-SEN ŞU AN BENİ OLDUĞUM GİBİ KABUL ETMİYORSUN.
Adamın biri aşırı ishalden hastaneye gidiyor, yanlışlıkla psikoterapiste gönderiyorlar. Seans sonunda arkadaşı soruyor: “Ne oldu sorununu hallettin mi?” Şöyle cevap veriyor: “Hayır ama artık kafama takmıyorum.”
Bu bir fıkra değildi... Aynısını yaşamıştım. Aynı lafın altında kalmıştım. Bir sevgilim söylemişti bunu bana. Çünkü onun sorunları nedeniyle birlikte gittiğimiz psikolog, insanları olduğu gibi kabul edeceksin diyen biriydi.
-İnsanları oldukları gibi kabul etmek gerekir.
-Başkalarına zarar vermedikçe belki, ama ya zarar verdilerse?
-… Ben Satürn’e “yörüngen yanlış” diyemem.
-Denmez zaten. Burada konu, Satürn’e “yörüngen yanlış” diyene ne diyeceğin?
-O da öyle düşünüyor derim.
-Peki Satürn’e haksızlık olmuyor mu?

“Terapide amacın her konuda doğruyu söylemek olduğu da nereden çıktı! Amaç, yegane amaç daima hasta yararına hareket etmektir.” diyordu Irvin Yalom.
“Bir terapist ile hastasının görüş birliğine varmaları önemlidir, görüş yanlış bile olsa!” diyordu Alfred Adler.
Görüş birliğine varmaya çalışmak, görüş yanlış bile olsa... Daima hasta yararına hareket etmek, her konuda doğruyu söylemeseniz de...

Şimdi bu adamların söylediği şu: “Evet sizin böyle bir kusurunuz var, ama ne yapalım böyle yaşayacaksınız!” Buna bir de para veriyorsun! Yani hoşgörü bazen bir şey yapamamanın doğal sonucu olabilir, kendini yıpratacağına kabullenirsin, bükemeyeceğin eli, asla öpmezsin, bükmeye çalışmazsın, ama yapabilecekken yapmamanın mazereti olamaz hoşgörü...

Kaan Arslanoğlu, psikiyatrinin psikiyatri olmasından kaynaklanan zararından; genel yatıştırıcı etkisinden ve bunun iktidarın işine gelmesinden söz ediyordu: “Psikiyatri insandaki doğruları, ahlakı, erdemi artırma gibi bir misyon yüklemez kendine. Aksine kişide ne varsa, ne sağlamsa onun üstündeki yapıyı güçlendirmeye çalışır. Bu anlamda kişi yanlış bir kişiyse onu daha güçlü bir yanlış kişi haline getirir.”           
Bunun için psikiyatriye de (edebiyata da) gerek yoktu. Herkesin kendine yaptığı bu değil miydi.
Duvarı aşmak için gereken aracı duvarın arkasına atıp sonra da hayatın çelişkisinden falan bahsetmek.

Kötüye gidiyordu şu insanlar. “Kötü bir dönem geçiriyorum ama yine de sana o haksızlığı yapmamalıydım” demekten “kötü bir dönem geçiriyorum demek ki sana o haksızlığı yapma hakkına sahibim” demeye ayak bastılar; bazıları bayrak bile dikti bu gizli kıtaya, gururla... Hatalarına ve zaaflarına nedenleri olması, haksızlık yapma hakkını insana verir miydi... Yorgun ve stresliysek onları kırma hakkımız olduğunu düşündüğümüz insanlar bizim arkadaşımız olabilirlerdi, ama biz bu insanların arkadaşı olmayı hak eder miydik... Arkadaşlar böyle günler için miydi, cefamızı çeksinler diye…
Kötü bir davranışının nedeni olarak kötü, onu acıtan bir duyguyu gösterdiğinde insan, sadece olayın kaynağını göstermiş oluyordu, yoksa davranışının affedilmesi gerekliliğini değil.
Bir insana, nasıl böyle davranırsın dediğimde, neden böyle davrandığını sormuyordum, ne hakla böyle davrandığını soruyordum.
“İstemeden yaptım” lafına inanmıyordum, çünkü yapmamayı istemek şarttı... “Ne yapayım ben böyleyim” lafından ise nefret ediyordum... “Ben böyleyim, ne yapayım?” olmalıydı doğrusu, sormalı, öğrenmeliydi...
Şöyle diyorlardı:
-Adaletsiz davranabilirim çünkü bana da adaletsiz davranıldı... Ya da;
-Adaletsiz davranışımdan ötürü cezalandırılmam haksızlık, çünkü bana adaletsiz davrananlar cezalandırılmadı...
Kötülük bulaşıyordu insandan... Ve bunu umursamıyorlardı.
“Kötülük yapmamak insan doğasına aykırı değil mi?” diyerek kötülüğü meşrulaştırmaya çalışıyorlardı. Faşizmi savaşlardan sokaklara getirmekti bu. Mesela “suç” kelimesini yumuşatmaya çalışan o kadar çok kişiye rastlamıştım ki... Suç, dediğimde, suç demeyelim, hata diyelim, kabahat diyelim, dediler... Neden? Suçun cezası olması gerekir çünkü, ama diğer kelimeler daha masumdur... Suç kelimesinden kurtularak suçlarının cezasından da kurtulmaya çalışıyorlardı. Oysa suç, suçtu.
Ben de tam tersini amaçlıyordum bu nedenle... Tüm kabahatleri suç, günah diye adlandırıyordum. Günlük hayat faşizmi diye adlandırıyordum. Faşizm biraz abartılı bir yakıştırma olmadı mı? diyen “kibar” insanlara aldırmıyordum. Faşizm faşizmden fazla bir şeydi ve sadece ünlü olmadıkları için tarihe faşist olarak geçmeyecek insanlarla doluydu yaşam.

Hitler’i bir örnek olarak çok önemsiyordum... Gündelik hayatın içine sokuyordum Hitler’i, normal insanla Hitler’i devamlı kıyaslıyordum.
-Neden? diye soruyorlardı…
-Hayatın kendisini, bilgeliği, olumlu olan her şeyi ortada, merkezde bir nokta olarak düşünün; kalın, yoğun bir nokta... Buradan ince çizgiler çıkıyor olsun milyarlarca her bir yana... Milyarlarca çünkü bunlar insanlar... Bunlar insanların hataları, zaaflı hareketleri... Çizgiler ince, çünkü henüz basit hatalar, karmaşıklaştıkça, ağırlaşıyor, yoğunlaşıyor ve uzaklaşıyorlar... (Neden uzaklaşıyorlar? Çünkü kötüler hep başkalarıdır!) Uzaklaşıyorlar çünkü diğer ucu, karşıt ucu oluşturacaklar... Yaşama karşıt ucu... O karşıt uçlardan birisi Hitler’e ulaşıyor... Ve neredeyse yaşam kadar yoğun bir nokta Hitler, ona uzanan çizgiler, birkaç, binkaç çizgi, inceden kalına yoğunlukları artarak Hitler yoğunluğunu, o karşıt yoğun noktayı oluşturuyorlar. Uzak ama görülmesi daha kolay, çünkü yoğun... İşte Hitler bu işe yarıyor hayatta... Onun o uzak yoğunluğu yaşama daha yakın noktalardaki insanların uzantısı, Hitler’in yoğunluğundan yaşama doğru geldiğimizde, kendimize yaklaşıyoruz, yaşama Hitler’den daha yakın olan çevremizdekilere yaklaşıyoruz, hatalarımız yoğunlaşsa nereye gidebilecek olduğunu görüyoruz. Yaşama yakın noktalarda minyatür Hitlerler görüyoruz... Çok yakınımızda olduğu halde, ve tam da çok yakınımızda olduğu için göremediğimiz hataları, en yoğun kötülükten kendimize çektiğimiz doğru üzerinde görebiliyoruz. Tüm zaaflarımız, hatalarımızla yaşama çekmekle Hitler’e çekmek arasında gidip geldiğimizi, dikkat etmezsek Hitlerleşebileceğimizi görüyoruz... Olacak o kadar’larımızın ne kadar olabileceğini görüyoruz...
Küçük bir zaafınızın 10 katı büyüdüğünde örneğin bir insanı sabun yapmaya eşdeğer bir seviyeye geldiğini gördüğümüzde korkar ve geri çekilirsiniz; arkanızdaki yaşama biraz daha yaklaşırsınız, diye düşünüyordum, Hitler’i yaşamın bu kadar içine sokarak.
Arkanızı yaşama dayayarak kötülüğe bakmak...

SON KOZ
(Karşısındaki askere kurşunlarını boşaltıyor ama vuramıyor.)
-Ah, aman! Bir şey oldu mu?
Oysa insanın çabası hata yapmama konusunda değil, hatalarını örtbas etme konusundaydı, çok ustalaşmışlardı bu konuda.
Otobüste cep telefonum çalınca onu kapatmam için beni uyaran genç bayana karşı bir neden bulmak için çabalamıştım. Otobüsten indikten sonra ona ne diyebileceğimi düşünmüştüm:
-Bakın yanlış biliyorsunuz aslında otobüste cep telefonuyla konuşmanın hiçbir zararı yoktur!
Kibar bir yalancı... Sonra fark etmiştim ne yaptığımı, hatamı bilimsel bir yolla hasır altı etmeye çalışıyordum, özür dileyip cep telefonumu kapatmak yerine. Böyle hatalı olduğum durumlarla çok az karşılaştığım için fark etmiştim mazeret aramakta olduğumu; insanlar ise çok karşılaştıkları için fark edemiyorlardı.

Vicdan gibi durmayı seviyordum insanlara karşı, öyle ki beni dinlememek vicdanını dinlememek olsun. Ayna tutuyordum suratlarına. Tabii başaramadığım oluyordu, doğru tutamıyorum aynayı ya da muzip bir çocuğunki gibi tutuyordum bazen, güneşten yansıması göz kamaştırıyor, kör ediyordu onları; kendilerini kendilerine göstermeye çalışırken beni bile göremeyecek hale getiriyordum...
İyi tuttuğumda sonuç değişiyor muydu... Bu benim suratım değil ki, diyorlardı, sonra bakıyorlardı bir daha; artık yalana kaçamayacakları bir daha, kendi suratları; o zaman da şöyle diyorlardı: Bu, elinde tuttuğun, ayna değil.
Tabii esas amacım insanların suratına ayna tuttuğunu söyleyen insanların suratına ayna tutmaktı.

Matrix’de, Kahin, Neo’ya “dikkat et” diyordu. Neo “neye?” derken vazoyu deviriyordu. Kahin soruyordu: “Ben söylemeseydim de devirecek miydin?”
Ben insanların dikkatlerini çektiğim için mi hata yapmalarına neden oluyordum?
Bana yapıldığı türden hatalar yapmayarak hata yapıyordum belki de. Kendi hatasını görmeye isteksizdi insan, yanlışlardan öğrenebiliyordu ancak ve kendi yanlışlarından da değil ne yazık ki, başkalarınkilerden sadece, ve ben kendi hatasının benzerini bende görmesine engel olunca, görme, anlama yollarını tamamen tıkamış oluyordum. Hata yapmalıydım ki kızsındı bana. Rahatsızlık duysundu hatamdan, böylece hatadan. Böylece kendisindekinin de farkına varsındı. Peki sonra ne olsundu: Tabii ki filozof: “Hepimiz insanız, hata yaparız.” diyen sözde filozof! Ama gözde filozof!
Kadın şöyle diyordu: “Tüm çevremde ben her zaman el üstünde tutuldum, hep bir numara, her zaman en iyi bilen bendim. Senin yanında tam tersi oluyor.”
İnsanlara kendilerini yetersiz ve değersiz hissettirdiğim doğruydu, ama gerçekten yeterli ve değerli hangi insana böyle hissettirebilmiştim ki...
Hem insan kendini yetersiz ve değersiz görecekse görmeliydi; çünkü haklı olabilirdi böyle görmekte. 
İlk gençliğimden beri insanlar onları aşağıladığımdan yakındılar. Aslında onları yücelttiğimi sonradan anladım. Değil mi ki “Sen bu işi yapamazsın!” demek aşağılamadır, ama “sen bu işi nasıl yapamazsın!” demek aşağılama değildir.
Uyarılarım da iki tür insanadır: Yapabilecekken yapmayana... Yapmayabilecekken yapana... “Yapamazsın, o zaman yapma!” “Yapmamayı beceremezsin, o zaman, yapmadan durma!” desem; o zaman aşağılıyorumdur, aşamayacağını söylüyorumdur, beceriksiz olduğunu söylüyorumdur, eğri büğrüsün zaten, diyorumdur, düşe kalka yuvarlanmaktan başka ne gelir elinden diyorumdur… Budur aşağılama; aşacakken aşamayacağını söylemektir insana…

“Yalnızca kendi hafızaları değil de tüm insanlık hafızalarını kullanma şansları olsaydı nasıl davranırlardı, sorusuna cevap bulmaya çalışmak...” diyordu çünkü Theodor Zeldin
“Gelenekten üstün bir şey vardır içgüdü. Tüm insanlık kodları.” diyordu Alain De Botton.

İnsanı hep yücelttim, onun aklına, gücüne, anlayışına, mükemmel yaratık olabileceğine hep inandım. Bu nedenle de insanların hatalarını görebileceklerine inandım, zaaflarını yenebileceklerine; çünkü yakışmıyordu bu zaaflar insana, en azından benim arkadaşım, sevgilim oldukları için yakışmıyordu.
İnsanların tutunabileceklerine inandım... Ya da tutunamayan olmak, gerçekten olmak istiyorlarsa, yaşam tarzları, doğaları bunu gerektiriyor, ta içlerinden, gerçek içlerinden buna ihtiyaç duyuyorlarsa, bunu kendilerine itiraf edebileceklerine inandım. Böylece, kendileri için yararsız başarıların ardında koşacaklarına başarma gereksizliğini anlayacaklarına inandım...
Giderek inanmayacaktım belki de. Kendime, fikrime inanmayacak değildim, insanlara inanmayacaktım…
“Aşağılamaya” başlayacaktım. Herkes memnun olacaktı: Artık “Bunu yapabilirsin, o zaman neden yapmıyorsun?” ya da “Bunu yapmamayı becerebilirsin, o zaman neden yapıyorsun?” türü laflarımla karşılaşmayacaklardı. “Beceremez”, “anlamaz nasılsa”, “fark edemeyecek” diye geçirecektim içimden. Etliye sütlüye bulaşmadan dolaşacaktım aralarında. Söylemeyecektim, göstermeyecektim. Gülüp geçecektim: Artık onların yanında, arkasında olmayacaktım, üstten bakacaktım, insanları aşağılayacaktım.
Ve bunun farkına asla varamayacaklardı; beni çok seveceklerdi artık.
Ama yapmayı becerebileceğim bir şey miydi bu? Yapmayı istiyor muydum? Aralarında olacağım diye onlarla anlaşmak istiyor muydum...
Nasıl bir insan olmam gerekiyordu, nasıl bir insana dönüşmem... Hata kabul etmeyen bir tipken, hata yapmayacaksın diye zorlamanın insanı hataya zorlamak olduğunu düşünüp, sadece tekrar edilen hataları kabul etmemeye başlamıştım. Sonra sonra özür karşısında her hatayı bağışlayan bir insana dönüşmek; bunu yaptım... Sonraları ise özür dilemenin kendini aşağı bir konuma koymak olduğunu düşünmeye başladıkları için asla özür dilemeyen insanların arasında, özür dilendiğinde şaşıran, inanmayan, gerçek olduğunu anladığında da gözleri sulanan bir insana... Bundan sonraki aşama artık özür bile beklemeyen bir insana dönüşmek miydi? İnsanlara asla karışmamak, onları oldukları, olamadıkları gibi kabul etmek ve sadece kendimi korumak! Korumaya çalışmaktan vazgeçmek, insan tanımını, hayatın aslında olduğu şeyin doğru algılanmasını... Yaşamın içinde korumaktan vazgeçmek, yalnızca yazılarımda. Daha da mı ilerisiydi yoksa, daha da tehlikelisi: Özür beklemeyen insana dönüşemediğimden kendim özür dileyen insana dönüşmek... Yapmadığı şey değildi: Hatalı olan karşımdaki olduğunda özür diledim, alttan aldım ama bu da çok işe yaramıyordu: Karşıdaki bunu bekliyormuş gibi hemen, üzerime çullanıyor, haksızdın işte, demek için hiçbir fırsatı kaçırmıyordu. Suçlu ben olup çıkıyordum.
Dönüşmeyi düşünüyordum çünkü bir terslik vardı; olgunlaştıkça, insanları anlamam gerekirken ve onların da beni, en azından değerimi anlayacakları insana dönüşmem gerekirken, aramızdaki uçurum giderek büyüyordu. Ben mi daha anlayışsız oluyordum, onlar mı daha aptallaşıyordu...

DALİ
-Neden çorba istediğimde daima çorba getiriliyor. Ne zaman
Bir şemsiye getirmeyi akıl edeceksiniz?
-Size ancak beklediğiniz köşeye atarak gol atılabilir.
Bu kadar insanla sorun yaşamam, kendimi gerçekten iyi bir insan sanmama rağmen ilişkilerimin çok sürmemesi bende bir sorun olduğunu göstermiyor muydu? Öyle gibi gözüküyor, hep öyle gözükür, ama kimse bana şunu açıklayamadı: O insanlarla kendimi karşı karşıya getirip baktığımda, o insanların bensiz yaşamları niye sorunlar yumağıydı da, benim onlarsız yaşamımın neredeyse bir cennetti. Toplu olarak baktığımda bile, birkaç insanın birbirleriyle o çok böbürlendikleri uyumlarının benim kendimle uyumum kadar güçlü, ikiyüzlülükten uzak olmadığını görüyordum... O tartıştığım insanları toplayıp tek bir vücut haline getirsen bile benim mutluluk ve huzuruma ulaşamıyordu. Her birinin oluşturduğu nokta mutluluğu teker teker ıskalarken, benim onların uzağında oluşturduğum nokta, mutluluğun merkezini andırıyordu. Bir halkın tüm mutluluğundan daha mutlu bir insan düşünebiliyor musunuz? Hangi tarafı tutmalıydım sizce?

İnsanlar kitapları okuyor ama kitaplardaki kahramanlar karşılarına çıkmaya görsün ona hayran kalmıyorlar kitaplara hayran kaldıkları gibi. Böyle birinin insanın karşısına çıkmasının binde bir olasılık olduğunu biliyorum, ama olur da çıktığında değerini veremeyecekseniz ona, ne işe yarıyor okumak, kitaplara, edebiyata ya da yazmaya inanmak...

-AĞZINI BURNUNU DAĞITIRIM!
-HAYRANLARIMA DAĞITACAKSAN SORUN YOK…
Birine hayatımın nasıl yolunda olduğunu anlattığımda; hayallerimin geniş olmasının ötesinde, hayatıma da bunları uygulayabildiğimi söylediğimde; mutlu, huzurlu ve umutlu bir insan olduğumu söylediğimde; bu anlamda müthiş güçlü bir adam olduğumu söylediğimde, gerçekten bu kadar güçlü müsün? diyordu. Korkuyordum! İnançsız gözlerle bakıyordu çünkü. Tek lafımla üzerime çullanacak, beni kendini beğenmişlikle suçlayacak, konunun uzmanıymış gibi megalomani koyacaktı hastalığımın adını. Kendisi hasta birinin başka birine doktorluk taslaması! İnsanların birbirine çoğunlukla yaptıkları şeydi bu ve bana da yapmaya çalıştıkları... “Olamaz... Sen bence abartıyorsun, kendini kandırıyorsun, insan böyle olamaz...” Açıklamaya çalıştığım zaman içinden çıkılamaz girdaplara düşürüyordu beni, bu tür inançsız laflar edenler. Örnek alan, yaptığımı nasıl yaptığımı araştıran yoktu. Bilim kurgu romanı kahramanıydım onlara göre. Hayatın çözümünü bulsa içinden çıkamayacak insan. Bir peygamber gelse onu bugün de tanıyamayacak.
Teki çıkıp da demedi:
-İnşallah böylesindir. Gerçekten böyle olman için dua edeceğim. Çünkü sen böyleysen, biri böyleyse, bir çıkış yolu bulduk demektir. Bu müthiş bir buluş olur...
Biri çıkıp şunu dedi ama:
-Bu farkındalık gerçekten bu boyutta mı hayatında? İnanmadığımdan değil, kıskançlığımdan soruyorum… Yazdığını okuduğumda megaloman bir esinti aldım önce. Sonra insanları etkilemek için mi bu kadar zorlama diye düşündüm. Sonra zorlama olduğuna nerden karar verdin, diye sordum kendime, yoksa seni aştığını düşünüyorsun da ondan mı rahatsızlık duyuyorsun?
Bu tarz laflar eden o kadar az insanla karşılaşıyordum ki, kendini gerçekten eleştiren, o an söylediği üzerine düşünen... Ama bu azınlıktakiler bile, bir yerden sonra yine yanlış yerlere sapmaktan kurtulamıyorlardı...

HAYATINDA BEN OLMAYINCA HİÇ ÇEKİLMİYORSUN.
Benim insanım kendi kendine yetebilen, güçlü bir insanken, diğerlerininki kendilerini güçlü hissettiren bir insandı. Ben kendi tahtını bulmuş ya da onu yaratmış bir kraliçe ararken, insanlar hizmetkar arıyordu. Kendine güveni tam, güçlü bir hizmetkar. Ben bana ihtiyacı olmayacak birinin beni sevmesini aşk olarak tanımlıyordum, kadın ise kendisine tapacak birini, kendini el üstünde tutacak birini, zaaflarına hatta ona karşı işlediği günahlara rağmen dizinin dibinden ayrılmayacak birinin kendini sevmesini aşk olarak niteliyordu. Kadın kendi değerini görecek ama bu arada kusurlarını görmeyecek kişiyi âşık olarak tanımlar, yanılgılarına rağmen onu sevmesini isterken aşığından, ben ancak en büyük yanılgımı ortaya çıkaran kişiye âşık olabilirdim. İnsanın ilişkileri birbirini kayıran dostlar, düşmana karşı birleşen müttefikler arasında geçerken benimki düşmana âşık olmayı asla dışlamıyordu. Tolstoy’un Anna Karenina’sındaki Arkadyeviç’in “Bütün insanlar, hepimiz günahkarız, ne diye kızalım birbirimize, ne diye kavga edelim?” mantığına sahip insanların arasında ben Milan Kundera’nın Şaka’daki mantığına sahiptim: “Her biri kendi alçaklığını bir ötekinde gördüğü için, birbiriyle kardeşçe geçinen insanlar kadar beni tiksindiren hiçbir şey olamaz.”
İnsanların arasında olabilmek çok olanaklı değildi belki de benim için. Ne yapacaktım, aptallaşacak mıydım onlar gibi, onları aptallıklarından kurtarma düşümden mi vazgeçecektim.
Bendeki duyarlılığı fark edememelerine nasıl katlanacaktım... Yalnızca acı çeken ruhları duyarlı olarak görme eğilimindeki bu insanları, huzur ve mutluluk, yaşamdan alınan keyif hiç eksik olmayan kendi ruhumdan nasıl haberdar edecektim. Hayatı bu kadar sorgulayıp ve insanları bu kadar karşıma alıp hâlâ huzurlu kalabildiğimi nasıl anlatacaktım... Hüznün, üzüntünün ve acının, yaşama bakarken değil insanları seyrederken karşıma çıktığını sadece, nasıl anlatacaktım onlara. Konuşan ama iletişim kurmayan, başaramayan, mutlu olamayan, acının tadını da çıkaramayan insanları seyrederken. Seyretmekle kalsam... Ne yazık ki aralarında olduğum durumlarda bana da değdiği oluyordu yetersizliklerinden çektikleri acıların kolu, başı, cinsel ve diğer organları... Beni rahatsız ettiği, çileden çıkardığı oluyordu. Onlara sinirle yaklaştığım ve onları kendimden uzaklaştırdığım oluyordu. Her ne kadar kendi keyifli ve üretken hayatıma, Tanrıya herkesten daha yakın olduğum yere dönsem de, insanların çamurundan biraz da olsa bulaşmış oluyordu koluma, başıma, cinsel ve diğer organlarıma... Temizlenmesi uzun sürmüyordu tabii ama her defasında böyle bir bulaşmayla karşılaşacağımı bilerek ne diye iletişecektim insanlarla...
Aramızdaki fark büyüktü, en akıllısıyla, en yakışıklısıyla, en zenginiyle bile büyüktü. Julian Barnes biliyordu da diyordu, “Mutluluğun sırrı zaten mutlu olmaktır.” diye. Söylemiştim, Ahmet İnam “Mutluluk bir haz hali değil, bir karakterdir.” diyerek tespitini yapmıştı. “Neyle mutlu olursun peki, mutluluk ne sence?” diyen arkadaşıma ne yazık ki şöyle bir cevap vermiştim: “Başkaları mutluluğumu bozmadığında ve benimle mutlu olduklarında mutlu olurum.”
“Kırılgan ve bağımlı bir mutluluk.” demişti bir sevgili. Doğru tespitti, korkuyordum bazen insanlardan; Tanrıdan zaten korkmuyordum, belki ölümden bile korkmamayı başarmıştım, başaracaktım, ama insanlardan…

FAÇA
Seni ölene kadar sevicem dedi, hemen öldürmek istedim...
Hayattaki yerimi İzmir’de bulmuştum... Foça’dan İzmir’e dönüyorduk. Bir düğüne gitmişti arkadaşlar biz de Foça’yı gezmiştik. İzmir’den otobüsümüz kalkacaktı akşama, İstanbul’a... Geç kaldılar, düğünden sonra ona uğramaktan buna merhaba demekten... Yetişmemiz riske girdi. 4 kişiyiz arabada. 3 bayan. Biri gecikmemize neden olan. İkincisi hayatımızı riske sokma pahasına arabayı hızlı kullanan, iyi araba kullandığını düşündüğü için kendince heyecan duyan ama tehlikeli... Üçüncü kişi sevgilimdi ve cep telefonunun şarj cihazını ayrıldığımız otelimizde unutmuştu, İzmir’in terminale en uzak yerindeydi otel. İzmirli şoför bayanın yarın otele gidip, unutulanı alması ve kargoyla bize göndermesinden bahsedildi. “Kesinlikle böyle yapalım, benim unutkanlığım yüzünden kimsenin hayatını tehlikeye atmaya gerek yok!” demedi ama sevgilim. Böylece şehre varana kadarki 1 saatlik tehlikeli yolculuk yetmezmiş gibi bir de şehrin içindeki trafikte slalomlar yapıldı...
Ölünmedi kalındı... Benim için hayatın tam ortasında kalındı. İşte hayatım böyle bir sirkin içinde geçiyordu... Teoride düşündüğüm çok güzel sergilendi gündelik hayatta. Ben olsam geç kalmaz, ben olsam ne olursa olsun hızlı ve tehlikeli araba kullanmaz (asla ambulans şoförü olamaz) ve ne olursa olsun kız arkadaşımın yaptığını yapmaz, yapmadığını yapardım... Geç kalmayın diye uyarmak için çok geçti. Arabayı hızlı kullanma diye uyarmayı da düşündüm. “Size biraz vakit kaybettireceğim ama beni indirir misiniz, İstanbul’da görüşürüz!” demeyi de; ama isyan çıkarmış, mızmızlık yapmış olacaktım.. . Sana yeni bir şarj cihazı alalım demeyi düşünmedim bile sevgilime... Ölümü göze aldım. Düşüncesiz insanın ölmesinin ne kadar doğal olduğu muydu anladığım? Kaybedecek bir şeyi olmayan insanın ölümü istemesi miydi görmek istediğim? Gururlu bir intiharı beceremeyecek kadar beceriksizce bir ölümü istemesi, onunla bir otoyolda buluşma korkaklığını ve başkalarını da beraberinde götürmekten rahatsız olmama faşizanlığını istemesi miydi görmek istediğim? Tabii ki değildi, o kadar düşünceli insanlar değillerdi, insan bu kadar düşünür değildi, düşünürler bile… Sorumluluk duygusunun bir yere zamanında yetişme değil oraya sağ salim yetişme sorumluluğu olduğundan habersiz bu kadınların benden daha fazla erkek, ki bunun önemi yok, kendilerinden daha az kadın olduklarını fark edememeleri olabilirdi ama görmek istediğim… Ölüme çalışan erkeğin yanında, yaşama çalışan kadın olmazsa bu hayatın ciddi bir intihar olacağının anlaşılmasıydı. Ve böyle kadınlarla hep karşılaştığıma göre, benim deneyimlerimin dışında da çok rastlandığına göre... Artık savaş çıkmayacaktı, ama kalemiz zapt edildiği için çıkmayacaktı, yaşam zapt edildiği için... İzmir’e otobüse sağ salim yetişmemiz son demlerimizdi; hepimiz ölecektik, tüm insanlık. Ve bu gururla olmayacaktı. Bir kamyonun altında kalacak kadar saçma bir ölüme doğru gidiyorduk hepimiz... Ve bunun saçma olduğunu çoğu kavrayamayacaktı... Hayat saçma zaten, diye diye son nefeslerini verecekler, ya da daha kötüsü böyle yaşamaya devam edeceklerdi.
Ah Tanrı gibi neden bakamıyor, gülemiyordum her zaman...
-Melek dünyada yaşarsa şeytan silahları kuşanır, diye mazeretler öne sürüyordum, ama kolaycılıktı bu. Gerçek bile olsa, yetersizdi.
Connie Palmen “Hayatın ve Aşkın Yasaları”nda “Sen bir Tanrı çocuğu olma özelliğine sahipsin, ama bu Tanrısallık seni kötücülleştiriyor.” diyordu. Beni neyin kötücülleştirmediğini bulmalıydım. Gücümün gücünü keşfetmiş olurdum böylece, gücümün kaynağını. Kötüyü neyin kötücülleştirdiğini bulmalıydım...

KAPTANI EN SON GEMİ TERK EDER.
Yalnızlığımı nasıl gelmiş geçmiş tüm yazar ve filozoflardan daha fazla sevebildiğimi bulmalıydım. Ya da diğerlerinin neden gerçekten sevmediklerini yalnızlıklarını… İnsanlar genelde kendi içlerinde huzur bulamadıkları için başka insanlara ihtiyaç duyuyorlardı ve yazarlar da aynı nedenle yalnızlığa ve yazmaya... Ben iç huzurumu korumak için insanlardan uzak duruyor, yalnızlığıma ve yazıya sarılıyordum. Benimkinin yanında onlarınkinin çok zavallı bir yalnızlık olarak kaldığını görüyordum, çünkü insanların kendilerinin değildi yalnızlık, bir organları değildi, doğuştan bağışlanmamıştı onlara, sonradan mecbur kalmışlardı yalnızlıklarına, hastalığa mecbur kalmak gibi...
Ukalalığımı da işte, insanların benden uzak kalmasını sağlayacak bir araç gibi kullanıyordum bazen.
Tabii ukalalığımın ve megalomanimin başka bir nedeni de vardı: Dini anlamının dışında Tanrıyı, yaratanı, yaşamı arıyorsa insan, daha önce de dediğim gibi, Tanrı yerine koymaya çalışabilir kendini, bir dedektifin peşinde olduğu şahsı yakalamak için kendini onun yerine koymaya çalışması gibi...
“Tanrı ne görüyorsa ben onu görmeliyim.” diyordum.
Yoksa en iyi ihtimalle Graham Bell gibi olurdum, “evet ama yetmez” bir yaratıcılık: Telefonun önemini kabul etmeyen yetkililere şöyle diyordu çünkü mucit: “Bir gün gelecek, her şehirde mutlaka bir telefon olacak.”

Bakın bir şey daha geliyor, şimdi, şu an:
“İnsanoğlu olmak yetmez bana, ben insan olmalıyım... Babası yani...”
Hah hah ha... Teşekkürler... Beni siz var ettiniz!

Peki ama; Tanrının gördüğünü görmeye çalışıyorsam; Baba olmaya çalışıyorsam... kötülüğü yok etmeye çalışmam, hayatın dengesini bozmaya çalışmak mıydı yoksa?
Bazı dinler insana günah çıkartabileceğini, yani günah işlerse bunun çözümünü öneriyorlardı. Benim günah işlememeyi şart koşan dinimin çok mu sert kuralları vardı? İnsanları, hayatı anlayamıyor muydum aslında... Üst düzeyde de olsa, ben de mi ıskalıyordum hayatı.
Andre Gide dememiş miydi çünkü, “Hıristiyanlık her şeyden önce ortadan kaldırmayı düşünmediği kötülükler karşısında insanı teselli etmek içindir. Ve özellikle bunun için güzeldir. Bu din olayları açıklamaz. Bunun çok üstündedir; çünkü açıklama kafalara hitap edecektir, onu da yalnız erkekler anlar.”
Belki de kötülüğü yok etmek değilse bile sınırlamak, azaltmak, bir dengeyse hayat, dengeye geriletmek istiyordum...
“Yaşamın anlamı bu anlamı sormaya mahkum olmaktır.” lafına itiraz ediyordum örneğin. “…mahkum olmaktan haz duymaktır.” gibi bir şey olmalıydı bence, hem olumluyu hem olumsuzu ifade ederdi cümle böylece ve yaşamı karşılardı. Tabii kimseden benim hissettiğim gibi “haz duymaya mahkum olduğunu” hissetmesini beklemiyordum.
Evet, dengeye geriletmek kötülüğü, en fazla yüzde kırk dokuza. Çünkü faşizme değmeden yaşasanız da siz, faşizm size değmeden yaşayamaz... Kılıma dokunamamışlardı henüz ama zarar görebileceğim noktalara da getirebilirlerdi beni bir gün, getiriyorlardı belki de yavaş yavaş, ben bile fark etmeden...
Peygamberi başka bir peygamber çarmıha germemişti ki, peygamberlikle alakası olmayan insanlar çarmıha germişti, belki insanlıkla bile alakası olmayan insanlar...
Tanrıyla herhangi bir insandan daha ayrıcalıklı bir anlaşmam olduğunu bilseydim, tokat atana öbür yanağımı uzatır, beni çarmıha gerenler için Tanrıya, onları suçlama ne yaptıklarını bilmiyorlar, derdim. Ama Tanrıyla böyle bir anlaşmam yoktu, peygamber değildim. (Zaten bunu istemiyordum. Peygamber olmayıp özgür olmaktan, aracı olmayıp yaratıcı olmaktan, Tanrı bile olsa bu, birinin kitabının yayıncısı değil kendi kitabımın yazarı olmaktan mutluydum.)

Aşağıladığımı söyleyenler değil ama “pek alçakgönüllü değilsiniz” diyenler haklıydı. Şöyle bir cevap vermiştim bir gün: “Alçakgönüllü peygamberdir, ben o kadar kendini beğenmiş değilim.”
Alçakgönüllü olmak yaşamın istediği bir şey miydi hem, yaşamda gelinmesi gereken doğru nokta mıydı alçakgönüllülük...

Üstün özelliklerin nasıl alçakgönüllülükle anlatabileceği konusunda bir fikri var mıydı insanoğlunun? Olağanüstülüğü alçakgönüllülükle dile getirmek de, olağanüstü bir yetenek değil miydi; bunu yapabilen görülmüş müydü... Bu, ancak peygamber olmakla olanaklı değil miydi... Bir dahi kendini tanıtırken, ne diyebilirdi? Ben kendi çapımda bir dahiyim, denilebilir miydi! Geleneğimizde kendini övmekten korkma durumu vardı... O nedenle aşırı ucu olarak alçakgönüllülük savunuluyordu. Bu, Tanrı korkusundan. “Senden büyük Allah var” sendromu…

DÂHİ
“Dâhinin zamanın yüz yıl ilerisinde olduğu söylenmemeliydi. Bu insanları dâhiden uzaklaştırdı. Üstelik bu söz kısmen yanlış: İnsanların ortalamasının zamanın yüz yıl gerisinde olduğunu söylemek herhalde daha doğru ve eğitici.”
Doğru ve eğitici olmasına bakmıyorlardı insanlar, yüz yıl değil bin yıl gerisindeydiler zamanın, zaman dışıydılar hatta; rahatlıkla şöyle diyebilirlerdi: “Sen sakatsın, insanda bu kol yüzyıllar önce böyle benimki gibiydi; sonra sakatlanıp senin şu sağlam dediğin kolun gibi oldu”

Ben temeli olan bir yeteneğin anlatılmasına olumsuz bakmazdım. Bu her zaman kendini övme değildi…
“Benim anlayamadığım niye ihtiyacı olsun bilgenin, bilgeliğini belirtmeye?” diye sormuştu bir arkadaşım.
Ben mi yazmıştım, alıntı mıydı:
“Bilge, bilge olduğunu dile getirdiğinde bilgiç (çok bilmiş) damgasını yer. Bilge olmasının tespit ve takdir edilememiş olmasıdır onu bilge olduğunu dile getirmek istemesi; ihtiyaçtır. Onun öyle bilmiş bilmiş konuştuğunu gören gerçek çok bilmişler de gerçekten bildiklerini sanarak bilmiş bilmiş konuşmaya başlarlar. Böylece bilgeliğin tespit ve takdir edilmemesi sahte bilgiçler doğurur ve gerçek bilgenin ayırt edilmesini zorlaştırır.”
Bir bencille aramdaki tek fark benim bencil olmamamdı... Haldun Taner’in, “Siz kendinizden söz etmezseniz kimse sizden söz etmez.” lafı ile Behçet Necatigil’in, “Az görün, çok görürler” lafı arası bir yerdi durmaya çalıştığım...

Bendeki megalomani alçakgönüllüydü... O nedenle adı gururdu...
Ama insanlara kendimi gururla anlattığımda, beni değil gururumu görüyorlardı; hem de kötü görüyorlardı. Diktatörün gururu kötüdür. Zenginin gururu iyi değildir. Güzel olduğunu sanan kadının gururu kötüdür. Güzel kadının gururu iyi değildir.
Benim gururum iyiydi, çünkü abartısız yani doğruydu.
Stefan Zweig’ın anlattığına bakılırsa Tolstoy’un hatasına düşmemiştim: “Tutkularına gem vurmayı, böylece Tanrıya, hayatın anlamına daha fazla yaklaşmayı uman bir Tolstoy, bunu, yani tutkularına gem vurmayı bile büyük bir tutkuyla yapmıştır... Gururlu yaşamından, gururundan vazgeçmesi bile gururla olmuştur. Alçakgönüllülüğü bile ukalacadır... Yani boşa çaba...  Kendini yadsıyarak Tanrı bulunamaz...”
Benzer şekillerde Stefan Zweig’ın Sokrates ve Nietzsche için söylediklerinden yola çıkılarak benim gururum anlaşılabilirdi ancak: “Her ikisi de övünmenin antitezidir. Sokrates’in cesareti övünmeden çıkmaz. Nietzche’nin cüret ve tehlike zevki övünmenin gelişmesi değildir. Övünmede benlik iddiası vardır. Halbuki onlarda egodan kurtulmak, benliği aşmak hareket noktasıdır. Bu her şeyden önce ahlaki aşkınlık ile mümkündür. Övünmede ise benin merkezliği hakimdir.”
Aptalınkine kibir deniyordu. Ama dolu akıllı kibir de vardı; yani kibirli akıl.
Çünkü kendini özel görmesi için gerçekten de özel olması gerekmiyordu insanın, egoist olması yeterliydi...

Gurur konusunda, abartmadıkça, bir noktayı atlamamak gerekir. İnsanın kendisiyle gururlanması, varlık olmasındandır. Tanrısal bir kendini seviştir. Yaşıyor olmaktandır. Organlarımızla, zihnimizle gurur duyduğumuz, yaratılmış ve yaşıyor olmakla gurur duyduğumuz andır. Zaten içimizde her zaman var olan ama acı severliğimizle bastırdığımız bir akıllı varlık olma gururu.
Çok az insanda ortaya çıkartılan bu gurur benim en çok kıskanılan yönümdü. Oysa, dediğim gibi, başparmağımdı kıskandıkları…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder