2.5
GÜNAH ÇIKARMA SOFRASI
HAYAL ETTİĞİN CENNETE SENİ ALACAKLAR MI?
Tokadı attıktan sonra kalktı gitti. Bir erkek küfür
etti arkasından. Geri getirmemi ister misiniz dedi bana dönüp… Ben herkesin
baktığını fark edince özür diledim. İnsanlar etrafıma toplandı. Yan masalar
bana çevrildi. Sanki bir tiyatro oyunu oynanmıştı, biz de rol yapmışız; ama alkış
eksikti. İyi misiniz, dedi biri.
İyiyim dedim ama sanırım gururumu kurtarmak için
sandılar. Gerçekten de iyi hissediyordum, rahatlamıştım.
Herkes beni teselli etmeye çalışırken biri şöyle dedi:
Kim bilir beyefendiyi bu kadar kızdıracak ne söyledi
hanımefendi.
Beyefendi dayak yemedi, bu yiyecek.
Bakın siz de bir kadına el kaldırmaktan
bahsediyorsunuz, üstelik demin bir başkasınınkini eleştirdiğiniz halde. Hem de
sizden yaşça büyük bir kadına, bunu anlamanızı zaten beklemiyorum ama sizden
kültürlü bir kadına…
Sonra bana döndü, kusura bakmayın, ben fark ettim,
beyefendinin üzerine epey gittiniz, sizi sakinleştirmesine ya da kaçıp
gitmesine izin vermediniz.
Beyefendi demesenize şuna!
Kızım demişti, ben senin zamanındaki aşkları
bulmayacak mıyım anne… Kızım, dedim, sen ben misin…
Tokat yedi yahu… Hanımefendi.
Siz kadınlar hep böylesiniz. Adam tahrik edilmese
neden böyle bir şey yapsın, bunu düşünememenizi anlayamıyorum...
Siz de bir kadınsınız.
Siz kadınsanız ben değilim. Ya da siz değilsiniz...
Hanımefendi beyefendiye tokat atsa ne hissederdiniz.
Kesin bir şey söylemiştir adam derdim.
Gördünüz mü bak, neden tersi de olmasın.
Tersim pistir.
Sizin düzünüz de pistir.
Bu hanımefendi bir kurban, koskoca tokadı sen de
gördün, bunu anlamamanı da ben anlayamıyorum.
Tam tersi beyefendi kurban, daha fazla kurban olmamak
için öyle davrandı.
Sen o adamdan hep hoşlanıyordun zaten, bir tokat da
benden geliyor.
Bak gördün mü, bunu diyorum işte.
Ne alakası var, beyefendi için daha anlamlı bir neden
bulman lazım, demek istedim sadece.
Niye tartışıyorsunuz, hata yaptığımı kabul ediyorum
işte.
Hadi… Al başına belayı.
Bilerek yapmadı. Bir gerginliğin boşalması gibi
düşünün.
Bence bilerek yaptı. Sizi rahatlatmak için.
Ama o gergindir şimdi. Yaptığının utancı vardır.
Hanımefendi özür dilesin değil mi o zaman! Belki
ayaklarına da kapanır…
Bir de bunun için tokat yerim.
Siz aklınızı kaçırmışsınız, ben gidiyorum.
Neşelendiniz.
Evet geçiyor…
Tokadın şiddeti mi.
Hayır rahatlamanın şiddeti.
Kafeden çıktım. Bir kadın peşimden koşmuş.
Merhaba.
Buyrun.
Ben Murat’ın eski sevgilisiyim.
Tamam alındınız işe.
Efendim?
Tokadı siz yemiş gibisiniz…
Bir Murat Sohtorik uzmanı sayılabilirim
Böyle bir şey mi yaşadınız?
Bu ne ki.
Nasıl oldu?
Oturalım mı bir yere... Ya da bana gidelim. Evim
şurda.
Bana vuracak mısınız?
Belki de vururum, iki tokat arasındaki farkı anlayın
diye.
Zaten anlamıştım. Vurabilirsiniz, karşılık veririm.
Ona neden vermediniz.
Sanırım bunu bana siz söyleyeceksiniz.
Ondayız.
Daha bağırmamıştı, sesini yükseltme dedim, bağırdı.
Sen işte böyle bir adamsın demeye başladım... Onu suçlayacak güçlü bir şey
arıyordum, ve hata yaptırarak bunu bulmaya çalışıyordum… Yani tabii bunu
planlamıyorsun, bir saniyede oluyor, ama kafanda bir virüs olduğunu gösteriyor
işte. Uyardığı halde hem de, biliyor başına gelecekleri, bir kadın demiş ki
ona, patolojik durumlarımın sende ortaya çıkmasından ödüm kopuyor…
Ne yaptınız da daha bağırmamıştı?
Klozetin kapağını açık bırakma ben öyle sevmiyorum
diye azarlıyorsunuz adamı, düşünün, daha ilk kez evinizde kalacak. Zorla ağzına
tıkıştırıyorsunuz yemeği, hazırlamışsınız çünkü, ama yemek yiyeceğinizi
bilmediğinden gelirken yemiş, çok tokum ben diyor üzgün, yiyemem; zorla
tıkıştırıyorsunuz; şaşkın şaşkın bakıp sen ne yaptığının farkında mısın dediğinde
fark ediyorsunuz, tepesinde… Geliyor ve müziği kapatıyorsunuz. Kısar mısın
canım ya da başka bir şey koy demeden, sizin eviniz, sizin müziğiniz, ki kıs
deseniz, biliyorsunuzdur, bir ay müzik dinlemez.
Bunu anlatmıştı... Bir gün otururken müziği değiştirdim,
somurtarak suratıma baktı, sen bunu sevmezsin dedim, gülümsedi.
Telefon edip küfür ediyorsunuz, geri arayınca anneniz
açıyor, ne kadar sinirli bir adam bu görüyorsun değil mi diyorsunuz annenize,
annenizle yaşamıyorsunuz, o gün gelmiş, telefonu açmaya, ne tesadüf değil mi… 2
kere çocuk aldırdım lütfen dikkat et diyorsunuz, ben kaç kere hamile bıraktım,
bu da önemli diyor, soruyorsunuz, hiç. Ama sonra içime boşal içim boşal diye
zorluyorsunuz adamı, sizi iterek zor kurtuluyor elinizden…
Tane tane anlatabilirsiniz,
gerçekten merak ediyorum.
Birkaç ay hiç kavga etmiyorsunuz çünkü karar vermiş
alttan alacak. Bir gece devamlı konuşuyorsunuz, bir şeyler söylemeye
kalktığında didişiyorsunuz, susuyor, bilgisayarını açıyor, yazılarına gömüyor
kendini, arada başını sallıyor, evet, tabii ki falan diyor, hatta birileriyle
yazışıyor internetten, içiyorsunuz, farkında değilsiniz, oh diye düşünüyor,
böyle anlaşabiliriz demek. Gece yarısına doğru fark ediyorsunuz ancak, sen beni
dinlemiyor musun diyorsunuz, en az 2 saat geçmiş, yeni fark etmişsiniz… Stresli
bir kadın diye düşünüyor, başka türlü yürümeyecek ilişki, alttan alması lazım,
başarıyor da bunu, karakterine uygun olmasa da… Birkaç ay böyle geçiyor,
sonunda mutlu mutlu şöyle diyorsunuz; ne güzel bak, artık bana stres ve negatif
elektrik geçirmiyorsun…
Geçmişi değiştirmek şimdiyi değiştirmekten daha
kolay...
Konuşmanızdan korkuyorum bir yandan da, biraz daha
izin verin bana lütfen… Bir adamla tanışıyorsunuz barda, adam Murat’a dizüstü
bilgisayarını satacak, o zamanlar pahalı bunlar, ikinci el almak uygun, bir şey
olursa tamir de ederim diyor adam, güveniyorsunuz, arkadaş da oluyorsunuz...
Sonra size asılıyor adam başka bir gece, aynı barda, Murat giriyor, barmen
işaret ediyor, ellerinizden tutmuş, size ilanı aşk ediyor, herkesin sizi
bildiği barda, ellerinizi çekmiyorsunuz, adama bir şey demiyorsunuz,
içkilisiniz, gülüyorsunuz... Murat’ı görüyorsunuz, çıkıp gidiyor, peşinden
gidiyorsunuz. Adam size demiş ki, bunların köyde bir laf varmış, bir kadını bin
kişi ister bir kişi alırmış… Ne harbi di mi! Biri kızı aldıktan sonra, diyor
Murat, onu hâlâ isteyene ne derlermiş onların köyde, soramadın mı, bir şey
demeden doğrudan marizliyorlardır her halde… İtiraz ediyorsunuz bir de, ben
orospu muyum diyorsunuz… Ben orospu çocuğu muyum diyor, pezevenk miyim...
Tamirci adam sonra bir de mesaj atıyor size: Sana hissettiklerimin yarısını
bana hissetseydin… Geri mesaj yazıyor Murat sizin telefonunuzdan: Bunları
okumadığımı mı sanıyorsun, nasıl köpekleştiğini görmediğimi… Sonra düşünüyorsunuz,
Murat’ı etkilemek için size asıldı… Güzel dost olacak gibiydiler, Murat adamı
sevmişti, adam Murat’ı etkilemişti… Ama işte alt edemedi… Sevgilisini
tavlayarak alt edecek...
Bana da bir kadını anlatmıştı… Bu adam bana asılıyor
mu Murat diyen… Herkesin konuşup sohbet ettiği bir masanın etrafında adamla
konuşurken gülerek herkesin duyacağı şekilde bunu söyleyip arkanızı
dönüyorsunuz adama, bu adam bana asılıyor mu Murat? Herkes susuyor, Murat ne
diyecek, ne yapacak; hah hah deyip o da yanındakiyle konuşmaya devam ediyor,
hiçbir şey olmamış gibi; adam felaket esprili biri, bir daha tek esprisi
duyulmuyor, ortalıktan kayboluyor; intihar etmemiş olabilir diye konuşuyorsunuz
sonra arkasından… Pardon siz anlatıyordunuz.
Kolum acıyor diyorsunuz, çünkü barın merdivenlerinden
itti sizi, aşağı yuvarlandınız; o ise bilgisayarı götürüp Akıntıburnu’ndan
denize attığını anlatıyor… Arkadan bir darbe yediğinde hiddetle dönecek, ama
hemen sakinleşip ben kendim çarptım diyecek, suçumuzu üzerine alacak; hangi
taraf yapacak peki bunu; Anna Karenina’dan bu sahne… Adam komşusunu ziyarete
gitmiş, buyur edilmiş, çay sunulmuş, hiç konuşmadan sakin sakin çaylarını
içmişler, bir yerde ziyaretinizin nedenini öğrenebilir miyim demiş ev sahibi,
şöyle demiş misafir: Evim yanıyor… Böyle doğulu bilgeler gibi on arşınlık sabır
istiyoruz karşımızdakinden, biz burnundan soluyan batılı öküzlerken. Salak
erkeklerden çektiklerimizi bize çektirmeyecek bir akıllı erkeğe salak kadınları
gibi davranıyoruz. Sizi tenzih ediyorum… Eyüp hikayesinde gibiyiz ya da; hiç hatam yoktu, Tanrım bana bu
cezayı neden verdin diyen ukala Eyüp gibi. Eyüb’ün karşısındaki Tanrıyız ya da,
ne kötülük yaparsak yapalım haklı olduğunu düşünen ukala Tanrı, yani Tanrıça...
Onun ağzıyla
konuşuyorsunuz.
Kendi ağzımla mı konuşayım…
Bir yandan ben hatalarımı, saçmalamalarımı, senin üzerine gelmelerimi fark
ediyordum ama bunları kendime söylüyordum diyorsunuz; bir yandan da ne güzel
artık bana stres ve negatif elektrik geçirmiyorsun diyorsunuz; hangi ağzımla
konuşayım… İnsanların kendilerini özgürce ifade etmesi bir antitez imiş,
köleliğe karşı bir antitez; sentez ise kölelik ile özgürlük arası bir yerde
olmalıymış; doğru otorite olmalıymış, çünkü doğal kölelik varmış, yararlı
kölelik. Bunu birine söylemişti de aklı almamıştı kadının. Fikirlerimin
değişmesi önemli değil duygularım değişmeyecek demişti kadın… Karanlık diye bir şey yokmuş, karanlık ışığın yokluğuymuş
ve her şey ışıkmış ya; kölelik diye bir şey de yokmuş, kölelik efendinin
yokluğuymuş, aslında her şey efendiymiş, efendi olmayınca köleler oluşurmuş
köşelerde.
Burada biraz dalga geçmiş tabii.
İyi düşünürsen görürüsün ki bazen başkalarının senin
yerine düşünmesi iyidir. Sonra artık birisinin aklı
almayınca demek ki doğru diyorum, doğru olmalı, aklının almaması doğru olduğunun
kanıtı... Bilmem anlatabiliyor muyum... Tane
tane anlatacaktım di mi.
Evet, lütfen.
Bin tane bin tane mi anlatayım… Onu nasıl köşeye
sıkıştırdığımızı mı anlatayım?..
Ölmüş gibi konuşuyoruz bu arada...
Bunu düşünmek iyi gelebilir. Şu anda yaşadığına emin
miyiz hem.
Çok acil bir şey olmadıkça insanlar yaşarlar.
Ani bir tokat gibi ölebilirler de. Sezar kendinden O
diye bahsedermiş… Yazarlar da kendilerini O diye yazarlar ya. İki kadını da
şimdi O’nu konuşuyoruz…
Köşeye sıkıştırmıştınız O’nu.
Peşinden gideyim diyen adam var ya, benim çocukluk
arkadaşım… Onun orda olmasından da sinirlidir sanırım. Özer. Aynı mahalledeniz,
karşılaştık bir gün, gel seni Murat ile tanıştırayım dedim, aradım Leş dediği
bir yer vardı, böyle pavyondan bozma, ama manzarası güzel, sahibi Murat’ı
seviyor, bira ucuz, oradaydı gittik. Birasını bitirinceye kadar biraz kaldık,
kalktık sonra. Özer sonra seni niye böyle bir yere getiriyor demişti…
Tanıştırırken tuhaf bakmışlardı birbirlerine ama anlamamıştım. Özer askerlik
anılarını anlattı Murat birasını içerken, komandoluk yapmış falan. Murat da bir
fıkra anlattı, zaten birası da bitmişti kalktık. Fıkra şuydu: Melek adama
öleceğini haber veriyor, servetinin birazını götürmek istiyor adam öbür tarafa.
İyi kulumdu bu diyor Tanrı, hadi bir bavulluk götürsün, ama bavuluna bakmam
lazım diyor öbür tarafta melek. Bavuldan altın külçeleri çıkıyor. Tamam da
diyor melek şaşkın, neden kaldırım taşı getirdin ki… Murat evde fıkrayı neden
anlattığını anlamam için bir askerlik anısını anlattı, daha doğrusu okuttu… O
metni bulamadım şimdi. Özer eğitim çavuşuymuş bunların. Yıllar önce tabii.
Oradan tanıyorlarmış birbirlerini. Ben onu hatırlamadım dedi Murat, askerlik
anılarını anlatınca yavaş yavaş çıktı. Oradan fıkraya bağladım. Özer Murat’ı
hiç unutmamıştı; askerlik anılarını anlatarak hatırlatmaya çalışıyordu;
imparatora güneşimden çekil diyen diyojen gibi: Kendi özgürlüğünü korurken
imparatoru iplememiş olmuyor sadece, kendini yeryüzünün güneşi olarak
konumlayan imparatora hakaret etmiş de oluyor; imparator çavuş.
Baştan başlayabilir misiniz? Şimdi. Berabersiniz.
Birbirimizi bulduğumuzu düşünüyorum… Marketten
alışveriş yapıyoruz, torba taşıtmıyorum, versene yahu deyince en hafifini,
tuvalet kağıtlarını veriyorum, zorla alıyor en ağırını. Sonra sonra bu alışverişleri
neden ben kendi başıma yaptım diyeceğim, adamın işi çıkmış da yalnız gitmişim,
yemek kartını vermiş, ay sonu bunlar geçmiyor diyor marketçi, Murat’ı
suçluyorum bundan, böyle şeyler, demin de anlattım ya... 2 yıldır boşanmaya
çalışıyorum. Sonunda boşanıyorum. Ve Murat’la ayrılıyoruz, çünkü kimlik
bunalımına giriyorum… Boşandığım hafta çok gergindim. Normaldir. Ama
gerginliğim sürüyor. 12 yıldır evliydim ve şimdi artık evli değildim. Murat’ın
kiradan kendi evine geçmesi söz konusu ama kiracı çıkacağım deyip çıkmıyor,
Murat da neredeyse ortada kalıyor, gel bende kal diyorum, mutluyum. Bana
taşınıyor, eşyalarını kiraladığımız bir depoya kaldırıyoruz, sadece giysileri
ve kitaplarıyla bana yerleşiyor. Tartışacaksak ne olacak ki, üst katta bir oda
daha var diyorum… Sonra boşanıyorum, kocam aslından iyi bir insandı demeye
başlıyorum… 3-4 aydır ne sinsi biri olduğunu anlattığım, kötülediğim adam,
boşandıktan sonra iyi biriydi… İşte sonra Murat’ta kusur bulmalar falan.
Komşularım kızımıza iyi bak diyorlar Murat’a; sanki erkek bitki diye yazmış…
Gidecek bir evi de yok. Yazıyor bunları, nasıl gergin hissettiğini, kapana
kısılmış hissettiğini, anlatamıyor yazıyor ve mail atıyor bana.
Bunları mı yazıyor, böyle karışık mı yazıyor?
Anlatmak ve size anlatmak birbirine karışıyor.
Ağzındaki alkol kokusundan tahrik olurdum, sonra ya içki ya ben… Rahmetli babam
derdi: Bir erkek bir kadını asla içki almaya göndermemeli… Bir sabah sana bir
şey diyeceğim diyerek gergin, bunu diyorum, dün akşam beni göndermiş. Boşanacağımın
eşimin yakınları da binada yaşadığından, ortalıkta görünmesin diye… Bakkal da
şuracıkta. Bir erkek bir kadını asla bira almaya göndermemeli… Hayır diyorum,
içki, düzeltiyorum, babamın söylediği gibi olacak; rakı içerdi babam… Bir
şaşkınlıktan sonra soruyor, aspirin almaya gönderebilir miymiş peki, kafasının
nasıl çalıştığını bilirsiniz… Rahmetli olmuş alkolik bir babanın kızına tavrı…
Ben de vicdan azabı kibarı… Baban şu an yukarıdan bakıyor dedi bana, kızım ben
sana bunu mu söyledim, böyle mi söyledim, bunun için mi söyledim…
Kızlarında erkek düşmanlığı yaratmaya çalışırlar,
kendi erkeklikleri hariç… Babamla tersleştik bir gün, vuracak mısın bana dedi…
Birkaç erkek arkadaşıma vurduğumu biliyordu... Nasıl da istiyordu vurmamı ki
mağduru oynayabilsin. Senin babana vurduğun gibi mi dedim. Aile, akrabalar
dondu. Pardon dedim, annene vurmuştun değil mi, babaanneme…
Sonra da Ahmet bu evden gitsin diyor.
Babamın adı Ahmet değil mi dediniz…
Nerden bildiniz!
Bana da demişti.
Ahmetler bu evden gitsin… Sonra, Özer bu evden
gitsin... Bir gün geliyor Özer, hatta sanırım ben çağırmıştım, gerginleşmeye
başladığımız günlerde, geldi ve gitmek bilmedi. Burada yatarım falan diyor.
Şaka yapıyordum yahu neden gerildi bu diyor giderken… Şaka yapıyormuş… Tüm
bunlardan sonra o büyük kavga… Kaçmak istiyor birkaç kere tartışmalardan, izin
vermiyorum, konuşacağız çözeceğiz bunu diyorum… Sonra bir akşam kaçıyor üst
kattaki odaya, kapıyı da kapıyor. Giriyorum. Hatta üzerine yürüyorum. Tepesinde
durup sen görürüsün gibilerinden başımı sallıyorum sinirli sinirli. Tokadı
yedim. Yerde sürükleyip giysimi yırttı. Bir erkeğin üzerine böyle gelemezsin
diyor… Böyle anlatıyor. Yatakta ağlıyorum, gelip sarılıyor bana bir süre… Sabah
hiçbir şey olmamış gibi kahvaltımızı ediyoruz. Üç gün konuşmuyorum onunla.
Sakin. Sakinim. Öyle bir sessizlik oluyor aramızda. Plan yapıyorum. Biraz
uzaklaşmak, sakinleşmek için adaya arkadaşına gidiyor hafta sonu. Aradım ve
kapıya koyduğumu söyledim eşyalarını. Özer de arkamdan, gelmesin bir daha bu
eve diyor… Neden diyor, beni dövdüm diyorum, dövdüm mü diyor, hatırlamıyor…
Özer arkadan bağırıyor, bu evin bir erkeği var… Evin erkeği mi o bağıran diyor
Murat… Eşyalarını almaya gelecek hafta içi, evin erkeği de evde. Özer Murat’ı
içeri alıyor ve dövüyor… Evet yumruk atıyor, yerlerde sürüklüyor. Yapma falan
dedim mi hatırlamıyorum… Hak etti diye düşüneceksiniz ama.
Siz neden düşünmediniz.
Bu başka bir hikaye çünkü, kapıya koyduk eşyaları,
açmadık. Özer açalım demişti. Sana yaptığını ona ödeteyim. Çavuşken vuramamış
ya...
Devam edin…
Bunlara rağmen onu affettim mi diye soracaksınız.
Hayır, sormayacağım.
Diğerleri de affetmiş çünkü…
Diğerleri mi?
Sizi korkutmak istemiyorum.
Gerçeği öğrenmek istiyorum.
Onu bu noktaya getirmem diyorsunuz…
Bu adam bana asılıyor mu diyen kadın bendim…
Anlıyorum… Acaba hayat, Tanrının insanı
attığı bir tokat mı? Demin anlattığım dayak sahnesi Yasemin’inkiydi
zaten, ya da Sevin.
Sosyopatlıklarından bahseden Işıl’dı, içime boşal diyen, elinden zor kaçtığı
Ferah’dı, ya da Kirpiğim.
Klozeti kapat diyen Yeliz’di, gelip müziği kapatan Özlem ve Dilek ve bilmem
kimdi. Devamlı konuşup sonra sen beni dinlemiyor musun diyen Feyza idi.
Histerik kadın tipi… Dayaklık da diyebiliriz. Babasının içki almaya
göndermediği de Naz'dı. Başka Naz.
Anlıyorum anlıyorum derken anlamıştım gerçekten…
Demek: Hepsini yazdı.
Benimki hariç, hatırlamıyormuş, fırsat vermedim
hatırlamasına, kovdum evden. Eşyalarını kapıya koydum, söz verdiğim halde. Önce
ama bilgisayarını açtım. Okudum hepsini, tüm eski sevgililer, gergin
sevgililer, aptal sevgililer, şiddet terapisi görenler, eski kocasına
bağımlılar, paraya bağımlılar; çok etkilenip saçmalayanlar, âşık olup komplekse
girenler, mutluyken kaçacak delik arayanlar… Bunları kızgınlıkla okuyorum o
zaman, suçlayarak, şimdi size anlatır gibi değil… Hale ile başlamış. Cehale.
İlk aşkı. Ama çıkarcı bir kadın Hale. Yıllar sonra Murat’a yazıyor özür dilemek
için, sen özeldin diye; Murat özellikle ilgilenmeyince ama hep kendini
düşünürdün diye devam ediyor, bencil özür… Ailesinden kurtulmak için Murat’ın
birlikte yaşamalarını önermesini bekliyor… Yıllar sonra da aynı, yurt dışından
İstanbul’a dönecek, Murat uygun mu diye kontrol ediyor… Çık git hayatımdan diye
kurtulmuş ondan zamanında, belki ondan sonrakilere de bunu demeliydi… Hale’den
sonraki iki kadında şanslıydı, iki güzel kadın. Hande ve Ümit. İkisi de bir
erkeği o duruma getirmeyecek kadınlar. Özel bir tür mü bunlar diye yazıyor,
yoksa diğerleri olmamış ya da bozulmuş mu. Sonra âşık oluyor, Özlem’e. Özlem’de
ilk defa kadın gerçekliğini tadıyor, kadın gerginliğini. İlk tokat attığı kadın
Özlem, bilinçli bir tokat, tutturuyor gitmeyeceğim diye Murat’ın evinden… Tokat
atarsam aşağılandığını düşünüp gider diyor… Ancak iki bira içtikten sonra
düşmanı gibi değil sevgilisi gibi oluyor kadın. Sadist müdürünün yanında
mazohist bir iki yıl geçirmiş, niye ayrılmadın diyoruz bilmiyorum diyor...
Diyoruz dedim baksanıza… Terör patlamalarında kıyıya çağırıyor Murat, gel
sakinleşelim fazla gerginlik var havada diye, gelmiyor kadın, ben haberleri
izleyeceğim diyor; kahvaltıda şiddet haberleri, günün ilk öğününde yediklerini
kolay hazmedersin derler de ondan mı acaba... Sonra Sevin, erkekleri ikinci
sınıfı yaratık olarak gören. Ama ne hikmetse Murat’la beraber… İkisiyle de
tokattan sonra ilişki devam ediyor. Nasıl aşktan söz edilmese, bu duyguyu
bilmeyecek insanlar var, denir ya Anna Karenina’da, Sevin de böyle; dayaktan
yakınılmasa yakınmazdı yazmış… Dilek ilginçmiş. Dün akşam ne yaşadığımızı bana
anlatır mısın diyen bir sevgili. Murat anlatıyor, öyle olduysa haklısın diyor.
Kadının sorunları için psikoloğa gidiyorlar, psikologdan sonra takmıyorum bu
sorunları kafama diyor Dilek. Üçüncü kişilerin önemini o zamanlardan düşünmeye
başlıyor, ve insanların kişisel tarihlerini çıkarları doğrultusunda nasıl
çarpıttıklarını öğreniyor, hem de psikoloji bilimi destekli...
Ve Edebiyat…
Bengü. Şiddet terapisi görmüş. 2 kere araba parçalamış
kadın. İlginç nokta, kendi de psikolog olduğundan terapi görmesi gerektiğini
fark etmiş… Işık Murat’tan önce hamile kalıp bir ay sonra boşanmış ve çocuğunu
aldırmış. Bunları özellikle yapmış olabileceğini konuşmuşlar Işık’ın yakın bir
arkadaşıyla, mazohizm üzerine geliştirilmiş bir karakter... Bir gün
saçmaladığında evden gidiyor Murat, neden gittin neden gittin diye suçluyor
Murat’ı; özgüvenimi yıkmaman için diyor Murat, eski sevgilisi özgüvenimi yıktın
demiş kadına... Mazeret hazır: Erkekler böyledir, özgüvensizdirler ve bize de
bu yüzden kötü davranırlar; Murat da özgüvensiz! Tijen elini bırakıp yeni DJ
sevgilisine gidiyor barda. Murat’a nasıl böyle bir şey yapılabilir diye
düşünmüştüm… Acaba tekrar olur mu diye mesaj atıyor sonra. Beni aldattıktan
sonra mı diyor Murat. Her şey bir görünüm yazıyor Tijen. Benim için bir görünüm
evet, sikişen ben değilim DJ ile. Hatalar hep unutulmak isteniyor, hayat böyle
devam ediyor, hayat böyle doğru devam ediyor mu… Ankara’ya geldim diye
çağırıyor hep gittikleri kafeye, gitmediği halde, bekletiyor onu. Kadın
kızmıyor buna… Banu. 2 yıldır tek bir kavga bile etmiyorlar, ses bile
yükselmiyor, ama sonra tokat… Kleopatra’yı tokatladım yazıyor. Banu Murat’ın
eski sevgilisinin gönderdiği mesajları buluyor. Sabah tokatlayarak uyandırıyor
Murat’ı, sen beni aldattın, bu mesajlar ne. Ben de arayıp sordum diyor Murat,
attıktan sonra anladım hata olduğunu, kusura bakma dedi diyor… Banu git bu
evden diyor… Taşınıyor Murat, sen gelme karşılaşmayalım demiş Banu’ya, Banu
geliyor ve kuruluyor Kleopatra koltuğuna… Murat ter içinde taşıyor giysilerini
kitaplarını aşağıda arabaya. Bu Kleopatra koltuğunda, bir şey çalmayayım diye
mi duruyor, gitme özür dile diye mi oturuyor, gitme pişmanın demek için mi
kurulmuş duruyor, ben eşyaları geri mi taşıyacağım kıçımdan ter akmış… Murat
üzerine gidiyor, köşeye kaçıyor Banu korkmuş…
Hepsinde haklı mı?
Karşı taraf mı haklı… Zuhal. Kal bende diyor kitabını
yazarsın senin ev yazın sıcak benimki boğaz manzaralı… Ama diyor Murat sevgili
olmak için evi kullanmıyorsun di mi… Hayır diyor Zuhal, ama sokuluyor geceleri…
Murat uzaklaşacakken tamam diyor, seni ne olursa olsun hayatımda istiyorum, sevgili
olmasak da, kızın hayatını değiştirmiş çünkü Murat, o evi bulmasında yardımcı
olmuş, işini değiştirmiş kız Murat’la konuşarak, yaşlılara bakıp sıkıldığı
hayatından bebek hemşireliği yaparak kurtulmuş… Ama diyor bir sevgilim de
olabilir benim. Tamam diyor kız. Sonra Murat’ı arıyor kuzenlerim geldi seni
tanımak istiyorlar diye… Murat o sırada bir kızla buluşmuş, kızla geliyor eve…
Kadın parlıyor, nasıl gelirsin bir kızla, benim akrabalarımın önünde… Murat
anlatıyor akrabalarına, sevgililik diye bir durum yok… Akrabaları şaşırıyorlar,
kalakalıyorlar, Murat’ı suçlamaya gelmişler, Zuhal’in yalanları ortaya çıkıyor…
Onu kullanıyordun diyorlar, bu ev için; hayır diyor Murat, sevgili olmak için
bu evi o kullanıyordu… Kuzenler kuzu kuzu gidiyorlar, kız nasıl oyuncu, kal
diyor Murat’a yine, özürler diliyor… Sakinleştiriyor ortalığı ama bir gece eski
sevgilisini çağırmış, güzel sohbet tamam, adam gitmeyeceğim diye tutturuyor bir
saatten sonra… Döven o, adam asker, Özer gibi, o da karate falan biliyormuş,
kaldığı evde dövmüş Murat’ı, benim gibi… Murat niye yiyor dayağı, ben niye
yiyorum.
Filmlerde haksızlar yer hep dayağı.
En son dayağı… Terbiyesizliği yüzünden ev sahibini
kendi evinden kovduğu birkaç durumu yazmıştı, yine bulamadım buralarda, ev
sahibi gözleri yuvalarından fırlamış bakıyor: Burası benim evim… Bu hayat benim
hayatım diyor Murat, defol git evinden… İroni tabii, gülerek, dalgasını geçerek
gitmiş evden…
Sanki birlikte yaşamışsınız.
Günlüğünü okumak gibi. İnsan kendini doğru
anlatamazmış… Günlükler bile tam olarak samimi olmazmış... Al işte diyor,
hataysa hatalar, tokatsa tokat, yo hayır, bu günlüğün kendisi bir tokat; o
attığı tokadı yazıyor, biz en küçük hatamıza değinmiyoruz bile; daha anlatmadım
esas anlatacaklarımı, esas onlar tokat… Bastırır da bunları… Hadi siz de yazın
der… Değiştirmeden yazın ama. Kurgulamadan… Edebiyat yapmadan… Ben çevirmenim
bu arada… Karşı olduğunuz bir metni nasıl çevireceğinizi düşünün...
Yaptıklarınızın pişmanlığı var sizde.
Murat’a söylemişti bunu bir kadın.
Ben de bazı metinlerini okudum... Ne güzel addır Ece
mesela. Seçimle
ilgilenmiyorum meçimle ilgileniyorum, meçimle çıldırıyorum… Efsane metinler…
Sizdeki bir çeşit Stockholm sendromu mu.
Belki de bunları size anlatarak işkencecim olarak sizi
seçmiş oluyorum.
Bence burada işkenceci yok, iki vicdan oturuyor. Tuhaf
bir şey yaşadım. Şu an nasıl davranacağıma dikkat etmem lazım.
Ben kendi hatalarımı kendime bile söylemiyordum. Kimse
kimseye işkence etmiyor bence ya da Özstockholm sendromu diye bir şey var!
Saçmalıklarımın, patolojik durumlarımın sende ortaya çıkmasından ödüm
kopuyor... Kadının kadın tanımaması cimrilik. Dilek’i örnek alsak hepimiz;
anlattırsak, yaşadıklarımızı.
Ben sende tüm günahlarımı temize çektim… Ben seni tüm
günahlarımla temize çıkardım…
Ne demek bu?
Sesli düşünüyorum.
Ve esas bundan sonrakiler önemli. Çünkü her şeyi
değiştiren bir olay oldu: Avukatım aradı. Murat karşı tarafın avukatını aramış
ve yalancı tanıklık yaptığını söyleyecekmiş Deniz’in, öğrencim Deniz, kısa bir
mektup yazmış, özet, imzasız, evine yerleşince tanıklık yapacakmış. Ahmetler’i
anlatacakmış. Eski eşimi aldatmıştım bu öğrencimle, iki adamla da yatmıştım,
seks olsun diye, bir de Murat var. İspiyonlayacakmış yani beni.
İşte böyle bir adam diye mi düşündünüz?
İşte böyle bir kadın diye düşünmediniz mi? Yoksa işte
özgürüz, kim karışır...
Özgürüz sonuçta.
Ama mahkeme karışır… Konuş onunla dedi avukatım.
Yazdım, intikam mı almak istiyorsun diye… Cevap yok. Tüm gece düşündüm, çünkü
artık ondan bir çıkarım vardı, çıkarcı eski sevgili listesine eklenebilirim...
Bir mahkeme olacaktı. En sevdiği şey, gerçeğin açığa çıkması, itiraf edilmesi,
gerekirse zorla... Nasıl zorla özür diletmeye çalışır insana. Suratındaki o
nefret ifadesi… Yazışmak değil buluşmak isteyecekti, Özer de gelsin diyecekti,
bir gün Zuhal’in eski sevgilisini dövdüreceğim yazmıştı... Adadaki arkadaşı
buldurmamı ister misin onu demiş, o zaman... Her halde Özer’i de… Beni
dövdürmesine gerek yok, peşin peşin atmıştı tokadı; Nasrettin Hoca’nınki gibi…
Ailesinde istihbaratçılar bulunan kadını anlattı mı? İnternette tartıştığı bir
kadın diyor, sinirden, öç alacak, ailemizde iki istihbaratçı var, seni
buldurmamı ister misin… Bakın şöyle yazıyor kadına cebimde kayıtlı: Doğrusu da
bu olur; bizim ailedekiler de senin o istihbaratçıların amiri patronu falandır,
sen beni buldurunca hem benim seni buldurmam için neden vermiş olursun elime,
hem de bunu çok kolaylaştırırsın, sonra da çocuğuna şöyle dersin, birine kıl
oldum, üzerine gittim, o benden daha dişli çıktı, özür dilerim çocuğum… Ona
böyle mi annelik yapacaksın kadın görünümlü et yığını…
Kadın görünümlü et yığını… Bunu hatırlıyorum.
Özer’le görüşmüyorum…
Deniz kim?
Öğrencim. Kocamı aldattığım çocuk. Kocam önce bir şey
demedi, devam ettik evliliğe, sonra ayrılık olayları çıkınca aldatmamı bana
karşı kullanmaya karar verdi, sevgilisi de vardı, o da arkadan diyordur Özer
gibi, aldattı orospu diye, senle ne işi var, boşa gitsin, parasını da al… Deniz
evi aradı, sana gelicem diyor. Askere gidecek. Eve gelmek istiyor. Murat evde
arkada dinliyor, bir şey diyemiyorum, gelme diyemiyorum, benim sevgilim var
diyemiyorum, biz ayrıldık diyorum sadece… Çünkü mahkemede biz sadece arkadaşız
demişti, ifadesini geri almasın… Sana gelicem diyor, eve gelecek, sevişecek
benle. Düşünün. Murat telefonu alıyor elimden, bir anda bir erkek sesi, gel
canım gel, ama beni uğraştırma polisi de al gel diyor. Hatta ben çocuğu eve
alıyorum, öpüşe öpüşe yatak odasına götürüyorum, Murat dolaptan çıkıp temiz bir
temiz sopa çekiyor buna, sonra polise veriyoruz haneye tecavüzden, askere
gitmeden biraz ön sevişsinler bunla… Telefonu alıp bunu çocuğa söylemek istedim
demişti Murat. Oysa şimdi kös kös oturuyor, dişlerini sıkıyor, çocuk ifadesini
değiştirmesin, aldattığım ortaya çıkmasın… Deniz’le birlikteyken kötü değildik
uzaktayken kötüyüz. Bunu diyorum Murat’a… Eski sevgilimi yeni sevgilime
övüyorum... Dolaptan çıkmasaymışım o zaman diyor.
İkiniz de sekse açmışsınız.
Hangi ikimiz?
Öğrenciniz ve siz. O askerlikten, siz evlilikten.
Daha gitmemişti askere.
Belki asker gibi yaşıyordur sivilde de.
Deniz’i aradım, tanıklığını geri alır mısın diye.
Almamı mı istiyorsun dedi, birlikte olduğumuzu herkes bilsin… Orda başladım
şüphelenmeye… Şaka yapıyorum, almam tabii ki dedi, o başka, bu başa… O dediğin
ne dedim… Sana gelirsem almam dedi… Askerlikten dolayı kafanı mı yedin sen
dedim, hem benim sevgilim var… Bir anda çıktı, kızgınlıktan. Beni değil
vücudumu istiyordu, işte dediğiniz gibi askerlikten… Murat’ın dediği gibi,
yatak odama gelmesini söyleyecektim az kaldı. Vardı dedim ayrıldık şimdi… O
zaman sana gelicem dedi yine… Murat demişti zaten, eğer sözünü geri alacağını
düşünüyorsan zaten almış gibidir. Deniz’i eve alıp sevişsem, artık Murat yok,
bunu yine düşündüm, hem harika sevişirdik, hem de ifadesini garantilemiş
olurdum böylece. Murat’ı da kötülerim ona! Ne sinirli adamdı. Sizin gibi bir
amaç peşinde hareket etmiyordu, tek amacı ahlakı ve özgürlüğüydü… Hale’nin
kızdığı özgürlüğü… Ama nedense Deniz’in tavırları, hatta söylemedim di mi,
telefonu kapatınca, cinsel organının fotoğrafını göndermişti bana; alırsan al
dedim birden… Yatak odasına alıyorum ama sevişmek istemediğime artık eminim,
Murat dolaptan çıkıp dövüyor, bunu çok net gördüm… Sildim. Ne olur ya dedim
veririz para. Geç tabii, Murat evde arkamda değil… Sonra o sinirle Özer’i de
aradım. Evin erkeği ya.
Neden evin erkeği?
Murat’la birlikteyken Deniz geleceğim diye evi
aradığından Özer’e söylemiştim bunu, haddini bilsin, o evin bir erkeği var
demişti Özer. Murat da teşekkür et benim için, ama bu evin bir erkeği zaten var
demişti, Özer’e yazdırmıştı bunu… Askerliği anlatacağım, unutturmayın… Özer’le
telefonda felaket konuştuk. İyi ki de öyle oldu, üzerine gidince çünkü
döküldü... Seni leş gibi yerlere götürüyor dedi, o kendi gidiyor, biz senle
uğramıştık dedim. İnternetten kadınlarla yazışıyor dedi. Sen de yazışıyorsun
dedim. Biz de Murat’la internette tanıştık ne var dedim, ama o zamanlar
söylememiştim… Murat’ın da internetten tanıştığı bir kadınla olmuştu Özer, ama
bizden gizliyor. Karşılaştık görmezden geldi… Murat dedi ki, klasik. Murat bir
kez görüşmüş kadınla, benden önce, ve beğenememiş, görüşmek istememiş sonra.
Kız Murat’la ilgili yalanlar falan söylüyor. Doğal karşılıyor Murat, onu
aramadığım içindir diyor. Kız ve Özer’le karşılaşıyoruz, Özer görmezden geliyor
bizi, birlikte değiller ya. Murat sevişiyorlardır sadece diyor. Ve o gün kafede
yanındaki kız oydu muhtemelen birlikte yaşıyorlar. Kız hep bir düşmanlık
besliyor, Özer de bu yüzden ayrılmıyor ondan kendi düşmanlığını onda
gördüğünden. Murat’ın beğenmediğini beğenemiyor, ama birlikte. Kız Bebek
Taps’de taksiyi çevirip Murat’ın yanına geliyor, Murat hatırlamıyor onu başta,
kız buna inanmıyor, kendine bira söyleyip içiyor falan, Murat’ın cidden hatırlamadığını
anlıyor sonra, buna sinirlenip birasını bitirmeden kalkıyor, tabii öncesinde
evine çağırıyor Murat’ı. Özer’le birlikteler, biz de Murat’la birlikteyiz
düşün. Ve Özer şimdi bu kızla.
Sonra da açıkça söyledim Özer’e, senin benden
hoşlandığını düşünüyordu Murat.
Hep hoşlandım dedi. Senin başkalarıyla olmana hep
katlandım.
Ahmetler’i Özer de biliyor. Seviştiğim adamlar,
boşanmaya çalışırken, Murat’tan önce. İnternetten tanışıyorum yine. Murat’ı da
öyle sanıyor Özer, sanmak istiyor. Sonunda ona kalacağım. İlk adamın sadece
sevişmek istemesinden şikayet etmiştim Murat’a, sonra ikincisine sabahın körü
gitmiştim, sabahın köründe birinin evine neden gidersin... Bir kadın arkadaşım
ya iki kişi olsalardı demişti. Bunları Murat’a anlatıyorum, daha yeni sevgiliyiz…
Murat dedi, ya sana kötü davransaydı demiyor, ya iki kişi olsalardı diyor, her
halde iki kişiyle aynı anda sevişmek gibi bir fantezisi vardı kız arkadaşının.
Benim yok muydu… Böyle bakıyor suratıma… Çok iyi sevişmelerdi falan diyorum.
Teki için viagra kullanıyordu her halde diyorum; Deniz’le de çok iyi
sevişiyorduk demiştim, adam akşam sevişmese yeri, sevişemese… Özer’le askerlik
hikayelerini buldum bakın, okuyorum:
“Tüfek as, tüfek çat, tüfek dik (miydi) 3 komut vardı,
100 kişiyiz, 3 çavuşun çevresini çevirmişiz, seri bir şekilde onlar komutları
veriyor, biz yapıyoruz. Bir yerden sonra şaşırıyor ve hata yapıyorsun, hata
yapan silah sırtında (bunun da bir adı vardı) bir tur koşuyor ve gölgeye geçip
artık seyrediyor. 3 ya da 4 kişi kaldık. Çavuşumuz, ki bizden önce orda
askerlik yapmış, ve eğitmen olarak kalmış, aynı kafadayız ama rütbe ve otorite
onda, diğerlerini boş verip gözlerimin içine baka baka bana yaptırtmaya
başladı, hata yaptırtmaya. Yapmadım. Hata. Vazgeçmedi. Vazgeçmedim. Tüfek as,
tüfek asıyorum, tüfek çat tüfek çatıyorum, tüfek neyse onu yapıyorum, çavuş
neyse onu da yapıyorum, belki ağustos sıcağında yarım saattir. Artık asker
rahat eğitim bitti falan demesi gerekirken devam ediyor. Buyrun biz Karate Kid
2 filmine geçelim o yandım Allah komut vermeye devam ederken, öğrenci der ki,
bak ne güzel kadın kobraya uyarak başını sağa sola eğiyor. Ustası der ki,
dikkat etmemişsin, kobra kadına uyarak başını sağa sola eğiyor. Kid, çok
konuşan annesine bunu uygulamaya çalışır, anne ağız ishali şeklinde konuşurken
gözlerine odaklanır ve başını sağa sola oynatmaya başlar, anne devem eder devam
eder yeter şöyle başını sağa sola oynatma der… Tüfek as dedi tüfek çattım, çok
mutlu olamadı, güldüğümü görmüştü, ama erkeksi hava atılmıştı, diğerlerine, ben
sırrını saklayacaktım, cezamı buyurdu, diğerleri toplanıp gitmeye hazırlanırken
alanın çevresini silah omuzda turlamaya gittim mutlu.”
Çavuş, Özer… Askerlikte bile benim evdeki kadar
sıkıştırılmamış…
Haftalar geçiyor, Murat adadan dönmüyor. İfade
vermedi… Baştan mı planlamıştı, vaz mı geçti. Yapabileceğini bilmek sinirini
geçirdi mi. Öyle kapanıyor konu. Deniz askerden aradı, yasakladım… Döndü, başka
telefondan aradı, istemiyorum dedim sildim. Özer’le soğuk soğuk konuştuk, bir
süre beni yalnız bırak dedim… Arada karşılaşıp hal hatır sorduk, ayıp olmasın
diye. Hayatıma birisi girdi o sırada. Onu da Murat sayesinde tanıdım. Bizi
görmüştü iki kere. Şeytan dürttü, Facebook’ta profiline bakmak o zamanlar
aklıma geldi. Ne düşündüğünü doğrudan anlayabildim böylece. Bazı özel hayat
bilgilerini orada özlü söz formatına çevirerek paylaşıyor. Kızgın, komik. Çok
tatlı, fazla sert. Bir çeşit mektup. Bana, hayatına giren giremeyen kadınlara.
O yazdığı metne devam ediyor böylece aslında. Eski sevgilisini görmüş çarşıda, acınacak
bir adam ile birlikte… Öyle hayalet görmüş gibi okuyorum, kim acaba deyip
geçeceğim, ben değilim. Sonra sevgilime bakıyorum. Genç, ama yaşlı gözüküyor,
tıknaz, devamlı şikayet eden bir adam, orası ağrır burası ağrır. Bu o. O da
benim, acınacak sevgililer, biziz. Bizi görmüş, bizi tarif ediyor, hastasına
tutulmuş hastabakıcı kadın, omzumun tutulması gibi. Fall in love… Sonrasında da
şöyle yazmış; onu, asla acınacak duruma düşmeyecek adamı, düşürdüğüm acınacak
durumu hafifletmeye çalışıyormuşum, şimdi bu adama acıyarak… Gördüğünüz gibi
konuyu karıştırmam çok normal, açıkça erkekleri karıştırıyorum… Sizi henüz
yazmıyor sanırım…
Kahve götürüyorum her sabah. Getirmene gerek yok
diyor, ama ben seviyorum sana getirmeyi diyorum, peki diyor. Her kahve getirişimde
kalkıyor ve soğuk suyunu alıyor dolaptan. Bir gün bile fark etmedim, ne ilginç
değil mi… Bunu yazıyor sonra: Bir tartışmamız sırasında bana bunu diyor, bir
gün bile dikkat etmedin... Şöyle diyormuşum, öyle yazmış: Sana kahve getirmeyi
seviyordum, sen de kalkıp kendin almayı, böyle orta yolu bulmuş olduk işte…
Böyle bir laf etmemiştim ben tabii, o bunu sadece yazmıştı, olması gerekeni.
Marquez’in lafını buna bağlıyorum sonra, neymiş, birinin seni istediğin gibi
sevmemesi seni tüm varlığıyla sevmediği anlamına gelmezmiş. Başta sevmiştim bu
lafı ama tüm varlığımla kavramamışım demek, ya da tüm varlığım bu kadarmış…
Sevmek yeterli olmuyor demek kolay, belki de ben sevmekte yeterli değilim.
Değiliz. Melek metnini tekrar okuyorum. İlk
okuduğumdaki kızgınlıkla kendini övüyor dediğim yerleri, çocukluk ve gençlik
anılarını, çok tatlılar aslında ama benimle ilgisi olmadığını düşünüyorum, eski
kadınlarını, kirli çıkılarını, kırık çıkıklarını, düşüp kalktıklarını okumak
daha cadıca geliyor, ama bu kez ilgiyle, inanarak okuyorum... Kötü bir editör
gibi okumuşum, yetersiz bir çevirmen gibi... Bir editör kötü olduğu baştan
anlaşılan kitaplara devam etmemesiyle ilgili demişti ki, bir meyveyi ısırdınız
ve acı çıktı, yemeye devam eder misiniz. En sıra dışı eseri de böylece ayırt
edebilecek mi acaba...
Portakalı ısırdınız ve acı çıktı. Greyfurtmuş işte…
Kafeye oturduğumuzda da bunu çözmeye çalışıyordu: “Dünya acı gelir, mavi bir
portakal gibi.”
Şiirden pek anlamıyorum.
Şairler de anlamıyor zaten... Aslı şu: “Dünya
yuvarlaktır, mavi bir portakal gibi...” Portakal hamken mavi olurmuş, şair mavi
portakal derken bunu kastediyormuş, dünya hamdır, dünya olmamıştır henüz
diyormuş. Murat’sa portakal olgunlaşsa bile ısırıp acı bulduğunda olmamış bu
portakal diyen insanı eleştiriyordu, o greyfurttu çünkü, anlamayana acı
gelirdi, aynı dünya gibi. Kendine toz kondurmayıp dünyaya bok atan, kötülüğün
dedikodusunu yapan insanları, yazarları, ne derler, kalemine doluyor; papağan
edebiyatı diyordu buna. Allah aşkına yazmayın, diyor, yazılmışı var: kitap
gönderildi size, Peygambersiniz oğlum, onu bulun, iyi bir okur olun… Bir de
yazmak hiçbir işe yaramıyor, yazmayı bıraktım diyen yazarlara sesleniyor,
hoooop, nerde bıraktın, nerden almıştın ki... Bana bak bana, diyor, suyun
üzerinde yürümeyi bıraktım… Neden mesela melek metni dediniz?
Metnin başındaki alıntı öyle diyor: “Melek dünyaya
indiğinde şeytan silahları kuşanır…”
İşte böyle lafları sevmiyor artık, herkes atlıyor
çünkü bunlara: Buldum neden kötülük yaptığımı, işte, melek olduğumdan! Biber bitkisi
de insanlar tarafından koparılmamak için zaman içinde acı bir sıvı salgılamaya
başlamış. İnsanlar acı bibere alışmışlar…
İnsanı hatalarıyla kabul etmek lazım felsefesini
sevmediğini biliyoruz… Halbuki gerçekten melekse bu dünyada hatalarıyla kabul edilebilir…
Herkesi hatalarıyla kabul edip bakmalı bakalım melek
miymişler... İki yazara takmıştı geçen gün, takılmıştı diyeyim kızar. Bizim
büyük yazarlarımızdan, meleği tanıyamayan kadın yazar şöyle diyor: “Büyük bir
iyiliğin altında kalınıyor. Ödeyemiyoruz büyük iyiliği. O yüzden kötülük bile
daha iyi, ona karşılık verebiliyoruz çünkü…” Bu kadını cennete gönder fark
etmeyecek, burasının altında kalırım falan diyecek… Kötülük yapanı seviyoruz
aslında, yaşam alanımızı genişletiyor çünkü: Yaptıklarımızın üzerini örtüyor ve
yapabileceklerimizin önünü açıyor… Esas şeytan tetikçisi dediği diğer yazarın
büyük lafı da şu: “İnceltilmiş kötülüklere beni hedef almaması koşuluyla saygı
duyarım.” Bunlar insansa ben neyim demişti. Ben neyim...
Sertsiniz.
Otoriter olmadığım için sertim. O’nun sayesinde
anladım bunu da, sert olduğu halde otoriter olmamasından. Ve iki sert insan
anlaşabilir, otoriter değillerse. Şunu uygulamaya başlamıştık biz ilişkimizde,
ona devletmiş gibi yaklaşacaktım, önce cezayı ödeyip sonra itiraz edecektim...
Melekmiş gibi deseydim keşke, zaten kabul etmiştim ama, şimdi siz melek
deyince… Şöyle bir şey anlatmıştı: Karamazov Kardeşler'de şu soru varmış:
"İnsanların mutluluğu için masum bir çocuğu öldürmek gerekseydi bunu
onaylar mıydın?" Romanda bunun cevabı yokmuş, yıllar sonra bir Sovyet
romancısı Aleksey Tolstoy'dan gelmiş cevap: "Evet, onaylardım, yeter ki o
masum çocuk ben olayım." Murat, şöyle devam ettiriyor lafı: “Ve eğer illa
bir şeyle gurur duyacaksam, öldürülmeyi kabul ettiğim için değil masum kalmayı
başarabildiğim için gurur duyayım…”
Ya da mesela şu: “Temel ihtiyaçlarıma ihtiyacım yok,
bana lükslerimi verin diye beni gösterdi kadın; buna ihtiyacım vardı…” Bu siz
misiniz?
Yüzde ya da binde birlik bir genetik farkla maymunun
teki insan oluyormuş; neden, diyor, evrim teorisine tek başına inanalım ki,
bazılarımız maymundan gelmiş olabilir, bazılarımızı da Tanrı yaratmıştır.
Sotori derdim ona, esas kelime Satori, aydınlanma
demek… Tünelin ucundaki ışık gibi,
ya da tren tabii… Metni
size de verebilirim.
Gerek yok, sizin aktarmanız yeterli.
Metni okursanız benim ne anlamım kalır değil mi? O
zaman böyle günah çıkartamam... Bakın şöyle yapalım: Metnin o gençlik notları
bölümü şu. Birkaç sayfa. Bunları hızla not almış, parça parça; daha fazla
eklemeye de utanmış, sonra bir mantığa göre sıralamak istemiş, hepsi bir
yerinden bir diğerine bağlanabiliyormuş, düşündüğünün tam tersini yapıp kes
yapıştır tarzıyla rastgele dağıtmış. Bu karışık hali onu çok rahatlatmış.
Gururla anlatılacak şeyler ama anlatıyor olmak biraz gurur kırıcı. Konuşmayı
giderek yararsız bulan bir insan; iyi yazınca mı haklı olacak. İçeriği anlatıma
feda etmek istememiş... Okuyan anlamazsa ne anlamı var ki zaten bunları
düzenlemenin. Ukalalığa, alaya da bu yüzden başvuruyor zaten. Ben çok büyük
adamım diye gülerek anlatırsan herkes dalga geçtiğini sanır; zamanla anlarlar
belki… Adı da Elaltından Notlar zaten, Sohtoyevski yazmış… İsterseniz sizle de
öyle okuyalım, karıştırarak. Birkaç sayfa sizde, birkaç sayfa bende, istediğiniz
nottan başlayabilirsiniz. Zaten ne anlamak istiyorsak o.
Bence anlam belli, ikimiz de onu seviyoruz.
Sevmek yeterli değil demiştik... Artık meleğin
avukatlığını yapmak lazım ne yazık ki... Ayrıntıda gizli olan artık şeytan
değil melek, zaten belki hep öyleydi. Artık başlıyorum:
ELALTINDAN NOTLAR
SOHTOYEVSKİ
“Lisede arkadaşlarla yüzme yarışı yapıyoruz. En solda
yarışıyordum ve yüzüş tarzımdan dolayı nefes almak için sola çıktığımdan bitiş
noktasına varıp bakınca görüyorum ancak, yeni geliyorlar… Onlardan hızlı
yüzüyordum, tamam; en çelimsizleriydim, basketçisi, kürekçisi, vücut
geliştirmişi var aralarında; tamam ama daha bebekken denize yürüyen bir
çocuktum, tutuyorlar gitmeyeyim diye, evet, yılın üç dört ayı yazlıkta
yüzüyorum, demek gelişmiş işte yeteneğim, e peki sonra… Niye yarışıyorduk.
Birimizin diğerinden hızlı olduğunu anlamaya neden ihtiyacımız vardı… Kazanan
niye kutlanıyor hem, kazanarak zaten kutlanmadı mı. Hem hadi diyelim
çocukluğundan beri yüzüyorum, ya diğer aktiviteler: Gençken ilk bilardo ve
bowling oynayışım, herkes ilk defa oynuyor olamazsın diyor. Voleybolda sadece
servis atabildiğimi fark ediyorum, bu kadar güzel servis atma da biz oynayalım
diyor gülerek arkadaşlarım. Futbolu beceremiyorum, kaleye geç diyorlar, top
geçirmiyorum… Satrançta oyuna zorluyor biri, eskiden bilirdim ama unuttum,
pratiğimi kaybettim diyorum; çoban matını kestim çocuğun. Nerden bileyim
diyorum nasıl yaptığım sorulunca.”
“Oxford takım kaptanı kürekçilerine şöyle diyor:
Cambridge’lilerin yarış sonunda üçüncü gelmiş gibi hissetmesini istiyorum… Ona
karşılık Roger Federer için spikerin ettiği şu lafı düşündüm: “İyi ki hata
yapıyor da insan olduğuna emin oluyoruz…” Çok da ezici bir üstünlükle
kazanmamak için hata yapıyor olsa keşke, insan olduğuna böylece emin olsak…
Maradona eliyle gol atıyor, sonra da Tanrının eli diyor buna… Bir de haksız
penaltı olduğunu düşündüğü için atışta topu havaya diken futbolcu var. Tanrının
ayağı…” Geçen futbol maçı seyrediyoruz erkek arkadaşlarıyla. Milli maç. Bir
futbolcumuz çok kötü faul yaptı rakibine; inşallah yeniliriz dedi. Ortalık
soğudu, erkekler pis pis baktılar…
“20-25 yaşlarına kadar kendimden çok da emin olmayan
bir çocuktum. Kolayca sosyalleşemiyorum. Belki de bu utangaçlığım korudu beni…
Bir film vardı, uzaylının burnuna saldığı zehirli gazdan astımlı olması
sayesinde kurtuluyordu çocuk. Hastalık olmamalı tabii kurtarıcı… Hadi herkes
kendine bir futbolcu adı bulsun diyor, Cengiz, mahallede. Rummenige, dedim,
utanarak güldüm… Neden dedi Cengiz, herkesin idolü bir futbolcu vardır… İdolüm
bir futbolcu! İdolüm bir yazar! İdolüm Tanrı… Sapan mermisi toplayıcısı oldum
bir çocuğun. Sapanım yok, atmıyorum, kendi yaşımdaki bir çocuğun toplayıcısı.
Neden ki? Sapan olduğundan belki, sapan ne ya, niye? Sonra sonra demir bir
sapan hediye etti bana komşu kadın, nasıl dikkatini çektiysem, çağırdı beni
tuhaf tuhaf bakarak verdi, bir erkek çocuğun sapanı olmalı! Hem de demirden...
Kullanmadım ama, yaşım geçmişti zaten, iyi ki, sakladım, müzelik; su tabancamı
severdim en çok. Onu da duvara sıkıp oluşan şekilleri izlerdim, bulutlar gibi.
İnsan bedeninin, ve beyninin, yetenekleri olduğu gibi insan ruhunun da
yetenekleri yok mu; ruhun refleksleri…”
“Yazlıkta çok samimi olmadığımız bir çocuğun
yüreklendirmesiyle bakıştığımız iki kızın masasına oturduk. Çocuğun sohbeti
iyi, güldürüyor kızları falan. Hiç şansım olmayacağını düşündüm kızlarla,
ilerde. Bardan çıkarken kızlar hoşça kal deyip çocuğa, kollarıma girdiler, ters
tarafa yürüdük, neden olduğunu hiç anlamamıştım.”
“Ortaokul sosyal bilgiler hocamız mezuniyete bir hafta
kala sınıfın en çalışkan 3 öğrencisine isterlerse artık sosyal bilgiler
kitabını getirmeyebileceklerini söylüyor. Normal zamanda kitabı getirmemiş
olmak ceza ya da düşük not demek. Getirmiştim kitabı, çünkü bu ayrıcalığı tuhaf
buldum, ya da kimse getirmesin, bir işe yarasın.”
“Otoriter babası varken baş köşeye oturtulan bir
çocuk. Dadıyla büyüyor, mantı, salata ona özel yapılıyor, dolmanın sadece içini
yiyebilir isterse, kardeşleri yiyemez… E tamam, erkek çocuk, doğal; ama ya
büyüyünce… Ben hep buraya oturmak istemiyorum yahu biriniz oturun dedim, iki
kadının bana göz bebekleri gibi baktığı bir hafta sonu tatilinde, adadaki
manzaralı evde, baş köşeden kalktım; gel Gökhan sen otur, ki büyük hata; genç
ve yakışıklı pop star Gökhan, kadınlara bu adamı ne çok seviyorsunuz diye
soruyordu, artık bu son hareketimi kaldıramıyor; sessiz sinema oynuyoruz, adam
çocuk gibi mızıkçılık yapıyor; sessiz sinema, düşün, sesli mızıkçılık...” Kahve
getirmek zorunda değilsin demesini hatırladım.
“Bir evin balkonu konusunda iddiaya giriyorum 18
yaşımda falan, inatlaşıyorum hatta. Bence en üst kat, arkadaşıma göreyse bir
altı. Kibarca uyarıyor: Freebag’ine iddiaya girelim. Tamam diyorum, ev onun
evi. Bir gece geçirmiştik balkonda ve üst kat görülmüyordu… Mükafatım o
kategoride gelecekte yapacağım tüm hatalarımın engellenmiş olması. Cezam ise
ona Freebag’i almamak.” Bunları nasıl yaptığına hâlâ şaşırmasından çok az
olduğunu tahmin ediyorum zaten… İnsanlar çok yaptıklarından artık şaşırmıyorlar.
“Ferrari’siyle hava atmaya çalışan adam, Bebek’te. Hep
karşılaşıyoruz, zengin belli, beni satın alır belki… Araba gelecek senenin
modeli, ilk bunda, bunun için onu kutlayanlarla fotoğraf çektiriyor sokakta;
ilgili bakışlarımı görünce heyecanlanıyor, hep bakmıştı, ben ilgilenmemiştim,
gay’dir belki; bu adam bununla neden övünüyor diye düşünüyorum halbuki, ne tür
bir başarı olabilir ki burada, cidden aklım almıyor… Benden bin kişi olsa
kapitalizm çöker diyorum, ukalaca geliyor değil mi… Halbuki belki faşizm bile
çöker.” Geçen yazdı; kütüphanesi önünde poz veren yazarı ormanı önünde poz
veren Tarzan’a benzetti, şöyle diyor Tarzan: “Bu orman benim!..” Koca
kütüphanesini 40 yaşında bağışlayan bir yazara, Ferrari’nle hava atmaya
kalkıyorsun.
“32 yaşındaki sevgilim ilk defa benle birlikte oldu.
Bir gün geldi, dedim ki kıza, benden önceki 2 sevgilinin sana seksi tattırmamış
olmalarını tuhaf buluyorum. Donmuş bakıyor. Yanlış anlama, ilk defa benle olman
duygusal açıdan harika, senin ilk erkeğin olmam, ama mantıken bu yaşa kadar
seksi tatmış olmalıydın. Daha fazla âşık olamam sana diyor kız.” Bu insanlık
dışı. Marquez demiştik ya demin.
O kız bendim. Ama geçelim. Kişiselleştirmeyelim. “İlk
yazarlık söyleşim, radyoda. Sonradan sevgilimle dinliyoruz; heyecanla nasıl
bulduğumu sordu, ne hissettiğimi; hatalarımı söyledim; güzel tabii ama dedim,
şu soruyu anlamamışım, şurada iyi ifade edememişim, şurada gereksiz uzatmış,
başka yerlere gitmişim; ne dese beğenirsiniz; ne kadar ukalasın dedi, yarı
esprili, daha dünkü boksun…” Bu benzeri sanırım devem ediyorum: “Kitapçıya
girmiştik, o dergilere bakarken arkasında yaklaşıp sarılmıştım, şu dergiyi
alsana, bakalım kimler varmış bu sayıda, oku bana. Okuyor teker teker, bir
yerde duruyor, geri dönüyor, yaa niye söylemedin diyor. İlk yayınlanan metnim…
Dergide yazısı çıkınca sanki tüm dergi sadece kendisi için çıkıyormuş gibi
davranan yazarlar vardı çevremde; kitapçıda kitabını diğer bir yazarın önüne
çıkaranlar. Benimkine de aynını yapmaya kalktığından alıp geri koymuştum kitabımı.
Biri demişti ki: İyisi kötüsü tartışılır, ama yakın zamanda popüler
edebiyatçılar gemisinde güvertede keyifle oturacaksın, bunu çok iyi
biliyorum...” Senin yerinde olsam şu şu ve şu hataları yapardım diyor gibiler…
“Demiştim ki: Gemiyi kaçırmak istemem, çünkü binip de gemiyi kaçırmak
istiyorum… Evden çıkarken telefon çalıyor, ayakkabılarımı giymişim, tereddüt
ediyorum, ayakkabılarımla girip açıyorum, gel diyor, başka bir sözüm var
diyorum, peki diyor, yazdıklarımla yazarlığımla ilgili anlattıklarını yarım
saat kadar ayaküstü dinliyor, çok önemli görüp not alıyorum… Sonra çıktıktan
sonra arkadaşım soruyor, kim?
Atilla İlhan…
Neden gitmedin?
Sana sözüm vardı…
Sen salak mısın diyor.”
“Çaldığımı bilene içtiğinden bir tane de bizden dedi
şarkıcı. Kimse bilmezken bildin mi dedi arkadaşım, evet; söylesene dedi, yok
canım, şimdi gidip söylemem. Arkadaşım söyleyip kazandı içkiyi… Bana sor bana
sor, her şeyi bana sor diye atlardı babam hep, hayırsız oğluyum… Aynısı Reklam
Ajansında da oldu, ödüllük iş ortada, kimin fikri? Sessizlik. Murat’ın fikri
dedi biri. Tebrikler, çok güzel fikir. İyi de niye söyleyemiyorsun oğlum? Onu
da ben mi söyleyeceğim… İş ödül kazandı, az kalsın başkasının adıyla…”
“Ne konuştular diye yanıma geliyor kadın patron, daha
ilk işim, 23 yaşındayım; müşteri kendi arasında gizli bir toplantı yapıyor,
ajans küçük olduğundan benim biraz ilerimde. Dinlemedim ki diyorum, ayıp...
Patron gizli bazı bilgileri alamamış olsa da hareketimi dürüstçe buluyor.
Kendisi da zaten dürüst biri, seviyor beni. Zaten bunlar için de seçmiş, ilk
işime almış; başka bir yerden tecrübeli gelseydin almazdım seni demiş. Bir yıl
sonra sadece bana zam yapıyor ama söyleme diyor diğer elemanlara; şimdiki aklım
olsa nasıl davranırdım diye düşündüm, zammı arkadaşlardan saklamıştım çünkü,
yalan söylemiştim, rol yapmıştım, para için…”
“Depremde
30 bin insan öldü, insanlık ölmedi, diye bir başlık buluyorum. Yabancı
ülkelere, depremden sonraki yardımlarından dolayı teşekkür ilanı. Yaratıcı
yönetmenimiz, bu kadar insanın öldüğünü söylüyorsunuz, olmaz diyor. Her
zamanki, üzerine düşünmeden hemen eleyen insanlara karşı ketum tavrımdan
savunmuyorum fikrimi… Depremde insanlar öldü, insanlık ölmedi diye bir başlıkla
katılan başka bir ajans ödülü alıyor… Genç yazar arkadaşım hışımla yaratıcı
yönetmenimizin odasına giriyor; bizim hep böyle önümüzü tıkıyorsunuz işte
diyecek benim yerime, benim yine, olur böyle şeyler tavrımdan sonra, benden iş
çıkmayacağını görerek… Allahtan yerinde yok yaratıcı yönetmen… Sonra
düşünüyorum, o kadar insan ölmüş ve biz bir ilan yapıp reklamımızı yapmaya,
ödül almaya çalışmıyor muyuz ve bir de ben yıllar sonra şimdi, burada, statü
kaygım olmadığının kanıtını vermeye çalışmıyor muyum bu örnekle?
“Reklam sunumu sırasında, bu beğendiğiniz işin şöyle
handikapları var dedim müşteriye, aşağıdan tekme yedim, çıkışta azarlandım: işi
nasılsa beğenmişler, belki handikapları hayatları boyunca göremeyecekler, neden
söylüyormuşum.”
“Hıdır, üniversitede. Devamlı bana bir şey söylerken,
gruptaki diğer kişilere bakıyor, onlardan bir onay, bir destek… Bana laf
anlatamıyor, benim anlattıklarımı da anlamıyor; zeka farklılığını da kabul
edemiyor… Böylece o komik durum ortaya çıkıyor: Bana bir şeyler söylüyor, ama
hep diğerlerine bakarak; bana laf dokunduruyor arkası dönük; yanındayken
arkamdan konuşuyor... Şunu yazdım geçenlerde, Hıdır’ın ağzından: “Sorularımı
hep çalışmadığım yerden cevaplıyordu.” Hayatı boyunca yakın erkek arkadaşlarım
zaten sidik yarıştırmayan, rekabetçi olmayan kişiler…
“Tavla oynuyoruz. 3-0 galip. Nasıl oynarsam oynayayım
günümdeysem kazanırım, çünkü zarım iyi gelir, yanlış oynasam bile. Hayır bu
değil, günümdeysem zaten kazanmışımdır. Ama o gün sıkılmışım. Oyun, keyfimden
daha heyecanlı değil. Yanlış, dikkatsiz oynamaya başladım, zarım da gelmedi,
keyifsiz birine neden gelsin… Sevgilisi de oturmuş yanımıza izliyor, biz
laflıyoruz arada kızla, çocuk oynuyor… Sevgilisi ona laf sokuyor, bu farkında
değil, çünkü oyuna odaklanmış. 6-6 geliyor bana, gele diyor çocuk gülerek. Rast
gele diyorum, kızla gülüyoruz… A-ha bilir misin diyorum çocuğa. İyi bilirim
diyor çocuk, doğru yerden gelmiş soru. Sen bilir misin esas diyor… To let you
win şarkısının sözlerini bilir misin; bir duruyor çocuk: ‘Kaybeden bir adamı
sevebileceğini düşünmedim O yüzden kazanmana izin vermedim. O kadar güçlü
değildim…’ 5-3 kazanıyor çocuk…
Piyonların satrancı hep diğer oyunlar, oyunların
şahıysa tavla. Çünkü tavlada Tanrı var: Zar. Bir çeşit Uğurlu 13… Hatta Tanrı
ötesi; çünkü yenmek yenilmek yok, zar karar veriyor büyük ölçüde, evet, ama
doğru zar diye bir şey de yok, o duruma en uygun zarın gelmesi gerek, böylece
bazen öyle art arda uygun zar geliyor ki bence Tanrı bile vay canına diyordur…
İşte böyle, rakibine kazandırdığında kazanacağın oyunlar düşünüyorum. Kumarda
kaybeden aşkta kazanır diye değil, sen de kaybetmiş olmayacaksın çünkü;
gurur-onur gibi şeyler için de değil, kazanmak-kaybetmek diye şeyler olmasın,
rakip diye bir şey olmasın diye; gurur-onur bile bunun yanında küçük hesap
değil mi bir yerde…
Bir reklam işinde iki grup haline çalışıyoruz ve çıkan
iki işten diğerine oy veriyorum, müşteriye o sunulsun, çünkü o daha yaratıcı.
Müşteri yine de benim yaptığım işi seçiyor, o yayınlanıyor; ama kabız
müşterinin çıtası yükselirdi diğer türlü, daha yaratıcı işler yapma olanağı
artardı, iki taraf da kazanırdı… Uğurlu 13’de adamın rakibine oy veriyor;
böylece yönetim kurulu başkanlığını rakibi kazanıyor ve kendisi de hep yapmak
istediği ressamlığa dönebiliyor… Kazanma fobisi var bende, çok kazanma fobisi;
sıkıcı bir şey çünkü hep kazanmak, tutsaklık… Bir silahta, oysa, onu kullanmana
gerek olmayacak şekilde ustalaşmak...”
Resmen’de ressam
Tanrıya tokat atıyor demiştiniz ya, Tanrı yaptığı resimleri kıskanıyor ve kendi
yarattığı doğal modelleri, doğayı, resmini yaptığı bir kızı bu arada, yok
ediyor, ressam da tanrının resmini yaparak tokat atmış oluyor ona, yolumdan
çekil diye; yoksa kendini yok etmek zorunda kalacak Tanrı. Ama iki tarafın da kazanacağı oyun olabilmesi için
bunun, Tanrının ressamı kıskanmaması lazım, hem Tanrı kıskanır mı; şöyle
düşünebiliriz, ressamın kendi resmini de yapması için onu oyuna getirmiş
olabilir, böyle bir ressam karşısında herkes model olmak ister, Tanrı bile.
Bu çok güzel…
Bu bakışı öyküye katabilir… Ama daha da ilerisi aslında: Uğurlu 13’de
şöyle bir cümle var, karşılıklı okumuştuk öyküyü, bir paragraf o, bir paragraf
ben: “O zaman duygularımı ve mantığı kullanarak şu sonuca vardım: Duygularıma
ve mantığıma boş vermeliydim! Oyunun içinde, oyunun varlığı bir hamle olarak
karşıma çıkmışsa, oyunun varlığını yadsımalıydım.”
Şu yazdığıyla bağlantılı: “Olacağı bilirsen peygamber
olursun, olacağı olursan adam...” Zaten olacak olansan, bunu biliyorsan…
Hayatını bir şeye adamak da ne yahu demişti, saçmalık. Hayatın değerini düşüren
bir şeymiş bu. Ruhunu satmak gibi, hatta ruhunu bağışlamak, bedavaya vermek…
Bende son bir tane kaldı.
Benden son bir tane kaldı dediniz sandım bir an,
pardon, Murat’ın ağzına güzel gidermiş…
Bunu özellikle sona sakladım, biraz kurgu olacak ama
olsun, insan yine de bir mantığa bağlamak istiyor: Zaten kendi yazdığı bir
metin değil, blogunun başında alıntıladığı bir metin Cem Akaş’tan: "Zor
bir insandı…
Onu biliyorum, hem de çok iyi, ilk okuttuğu metindi
bana, bunu oku sonra buluşalım demişti. Kalkarken o metni okumamışsın, bir daha
buluşmam senle demişti… Her gerginleştiğinde, gerginleştiğimi fark etmediğimde,
“Zor bir insandı” diye başlar devam etmezdi; ezberden söyleyebilirim
isterseniz…
Keşke bunu ben yazsaydım demişti, ama yazsa yine
rahatsızlık duyacaktı, birinin yazması gerekiyordu bunu onun için… Zaten bu
ancak ona yazılabilir... Bu tabii Susan Sontag’a yazılmış. Benim yazdıklarımdan
bir şey çıkmayacak, biriler çıkıp, belki tek bir yazar, beni sahiplenecek ve
geleceğe taşıyacak diyor. Bir de bu var. Socrates’i sahiplenen Platon gibi. Ama
zor, Platon’la ilgili negatif bir kitap okumuştu, her şeyi çarpıtmış, kendine
mal etmiş, özünden saptırmış Platon… Hangi kitap diye sorduğumda, önemi yok
dedi, bunun olabileceğini zaten biliyorduk… Biri sizi anlatıyorsa kendince
anlatacaktır…
Hayatımı yazsam ütopya olur diyor. Nütopya yazacakmış.
Bütün ütopyaları diskalifiye edip distopya bırakacak saf ve çıplak ütopya.
Nihilizmin tersi bir Nütopya…
Artık oraya gelelim mi; şunu da diğerlerinden ayırdım,
şimdi sırası:
“Akrabalarımın da bulunduğu ortamda akrabaların yakını
iki adam yazarlığımı ti’ye aldılar bir gün… Sevgilimin kulağına eğilip şöyle
diyorum. Bundan sonraki ben değilim… Adamların tüccarlığıyla dalga geçmeye
başlıyorum, ya da ne iş yapıyorlarsa artık… Yazarlığın yanında başka işle neden
uğraşır insan, ama işte kabiliyetiniz de bu kadar, paradan para yapmak, diye
aşağılıyorum adamları… Akrabalar olmasa dövecekler, öyle sinirleniyorlar
yüzleri kızarıyor, teki sehpaya çıkıyor üzerime atlayacak… Ben koltuğuma
kaykılmış götürün şunları önümde diye gülerek dalga geçiyorum, daha genç
sayılırım, henüz bunlardan yorulmamış usanmamışım… Ben Murat’a bir laf ettim
hemen sinirlendi, diye açıklayacak sonradan diğeri… Bir hafta sonra üzerime
atlayacak tip beni yemeğe çağırıyor. Özür dilerim diyor, sonra düşündüm de,
biri benim de işime öyle laflar etse ben de senin gibi tepki gösterirdim…
Özrünü hayretle kabul ediyorum…” Buna ne diyorsunuz; Tanrının elinin Allahın
tokadına dönüşmesi…
Dediğiniz gibi işte… Size amca diyebilir miyim baba!
Babayla konuşuyorlar. Kameraya çekilmiş olduğunu hayal et dedi, seyrediyoruz.
İlk seyredişte ses kapalı, daha ilk saniyeden sinirlenip ayağa fırlıyor Murat,
babanın karşısında… Sesi açıp izliyoruz, babanın daha ilk cümlesi hakaret. “Sen
niye böyle oldun…” Sonradan da öyle aşağılayıcı konuşuyor, ne okuyacağım senin
kitabını falan diyor, eliyle çekil git türü tenezzül etmezmiş gibi bir hareket
yapıyor… Gidemiyorsun da demişti, girmiş bir yerlerine laflar, hareketler,
atman lazım… Ama benimki böyle olmayacak. Tam tersi… Yazdığı gibi olmalı: “İlk
günahı biliyoruz da, peki son günah ne? Yapıp da kurtulalım…” Yapıp kurtuldu
aslında, son günah onun tokadıydı…
Günah “işlemek” diyoruz ya. Ne ilginç yapıştırma değil
mi, bir işlem gerekiyor günah olması için, yoksa özür dilersin, telafi etmeye
çalışırsın geçer biter; ama bir daha bir daha yaparak artık işlemiş oluyorsun
ilk günahı; ikinci günah araf, üçüncü günah cehennem ve böylece dünya cehennemi
işte… İlk günah benim yaptığımdı, Sevin’in açığına vurması gibi. Diğer yanağını
uzattı Murat, defalarca. Ben devam ettim. Yapma da oynayalım dedi dinlemedim…
Günahlarıma son veremedim; günah döngüsüne girdim ve çıkamadım, çıkamayacaktım
da, günahı “işledim” artık, o tokada ihtiyacım vardı: Tersime vurdu… Böylece
onu da döngüye soktum, ona da günah işlettim, esas günah da buydu belki de, tek
ölümcül günah. Ama ben onu “işlemezsem” yararı yok, onu doğru “işlemek” artık
benim işim, ilk günahın tersine, devam ettirmeyerek “işlenecek” son günah,
böylece son günah olacak…
Böylece sevap işlemiş oluyorsunuz. İlk sevap.
Kafamı kendim çarptım diyorum ve tokat için özür
diliyorum. Tokadın üzerindeki parmak izlerimi silmiyorum, tokadı üstleniyorum…
Böylece o günahı son günah yapıyorum. Onda bütün günahlarımı temize çekiyorum.
Ya da felsefesi her neyse…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder