1 Temmuz 2019 Pazartesi

2(5) Günah Çıkarma Sofrası (M.S. 2015)



2.5
GÜNAH ÇIKARMA SOFRASI

HAYAL ETTİĞİN CENNETE SENİ ALACAKLAR MI?
Tokadı attıktan sonra kalktı gitti. Bir erkek küfür etti arkasından. Geri getirmemi ister misiniz dedi bana dönüp… Ben herkesin baktığını fark edince özür diledim. İnsanlar etrafıma toplandı. Yan masalar bana çevrildi. Sanki bir tiyatro oyunu oynanmıştı, biz de rol yapmışız; ama alkış eksikti. İyi misiniz, dedi biri.
İyiyim dedim ama sanırım gururumu kurtarmak için sandılar. Gerçekten de iyi hissediyordum, rahatlamıştım.
Herkes beni teselli etmeye çalışırken biri şöyle dedi:
Kim bilir beyefendiyi bu kadar kızdıracak ne söyledi hanımefendi.
Beyefendi dayak yemedi, bu yiyecek.
Bakın siz de bir kadına el kaldırmaktan bahsediyorsunuz, üstelik demin bir başkasınınkini eleştirdiğiniz halde. Hem de sizden yaşça büyük bir kadına, bunu anlamanızı zaten beklemiyorum ama sizden kültürlü bir kadına…
Sonra bana döndü, kusura bakmayın, ben fark ettim, beyefendinin üzerine epey gittiniz, sizi sakinleştirmesine ya da kaçıp gitmesine izin vermediniz.
Beyefendi demesenize şuna!
Kızım demişti, ben senin zamanındaki aşkları bulmayacak mıyım anne… Kızım, dedim, sen ben misin…
Tokat yedi yahu… Hanımefendi.
Siz kadınlar hep böylesiniz. Adam tahrik edilmese neden böyle bir şey yapsın, bunu düşünememenizi anlayamıyorum...
Siz de bir kadınsınız.
Siz kadınsanız ben değilim. Ya da siz değilsiniz...
Hanımefendi beyefendiye tokat atsa ne hissederdiniz.
Kesin bir şey söylemiştir adam derdim.
Gördünüz mü bak, neden tersi de olmasın.
Tersim pistir.
Sizin düzünüz de pistir.
Bu hanımefendi bir kurban, koskoca tokadı sen de gördün, bunu anlamamanı da ben anlayamıyorum.
Tam tersi beyefendi kurban, daha fazla kurban olmamak için öyle davrandı.
Sen o adamdan hep hoşlanıyordun zaten, bir tokat da benden geliyor.
Bak gördün mü, bunu diyorum işte.
Ne alakası var, beyefendi için daha anlamlı bir neden bulman lazım, demek istedim sadece.
Niye tartışıyorsunuz, hata yaptığımı kabul ediyorum işte.
Hadi… Al başına belayı.
Bilerek yapmadı. Bir gerginliğin boşalması gibi düşünün.
Bence bilerek yaptı. Sizi rahatlatmak için.
Ama o gergindir şimdi. Yaptığının utancı vardır.
Hanımefendi özür dilesin değil mi o zaman! Belki ayaklarına da kapanır…
Bir de bunun için tokat yerim.
Siz aklınızı kaçırmışsınız, ben gidiyorum.
Neşelendiniz.
Evet geçiyor…
Tokadın şiddeti mi.
Hayır rahatlamanın şiddeti.

Kafeden çıktım. Bir kadın peşimden koşmuş.
Merhaba.
Buyrun.
Ben Murat’ın eski sevgilisiyim.
Tamam alındınız işe.
Efendim?
Tokadı siz yemiş gibisiniz…
Bir Murat Sohtorik uzmanı sayılabilirim
Böyle bir şey mi yaşadınız?
Bu ne ki.
Nasıl oldu?
Oturalım mı bir yere... Ya da bana gidelim. Evim şurda.
Bana vuracak mısınız?
Belki de vururum, iki tokat arasındaki farkı anlayın diye.
Zaten anlamıştım. Vurabilirsiniz, karşılık veririm.
Ona neden vermediniz.
Sanırım bunu bana siz söyleyeceksiniz.

Ondayız.
Daha bağırmamıştı, sesini yükseltme dedim, bağırdı. Sen işte böyle bir adamsın demeye başladım... Onu suçlayacak güçlü bir şey arıyordum, ve hata yaptırarak bunu bulmaya çalışıyordum… Yani tabii bunu planlamıyorsun, bir saniyede oluyor, ama kafanda bir virüs olduğunu gösteriyor işte. Uyardığı halde hem de, biliyor başına gelecekleri, bir kadın demiş ki ona, patolojik durumlarımın sende ortaya çıkmasından ödüm kopuyor…
Ne yaptınız da daha bağırmamıştı?
Klozetin kapağını açık bırakma ben öyle sevmiyorum diye azarlıyorsunuz adamı, düşünün, daha ilk kez evinizde kalacak. Zorla ağzına tıkıştırıyorsunuz yemeği, hazırlamışsınız çünkü, ama yemek yiyeceğinizi bilmediğinden gelirken yemiş, çok tokum ben diyor üzgün, yiyemem; zorla tıkıştırıyorsunuz; şaşkın şaşkın bakıp sen ne yaptığının farkında mısın dediğinde fark ediyorsunuz, tepesinde… Geliyor ve müziği kapatıyorsunuz. Kısar mısın canım ya da başka bir şey koy demeden, sizin eviniz, sizin müziğiniz, ki kıs deseniz, biliyorsunuzdur, bir ay müzik dinlemez.
Bunu anlatmıştı... Bir gün otururken müziği değiştirdim, somurtarak suratıma baktı, sen bunu sevmezsin dedim, gülümsedi.
Telefon edip küfür ediyorsunuz, geri arayınca anneniz açıyor, ne kadar sinirli bir adam bu görüyorsun değil mi diyorsunuz annenize, annenizle yaşamıyorsunuz, o gün gelmiş, telefonu açmaya, ne tesadüf değil mi… 2 kere çocuk aldırdım lütfen dikkat et diyorsunuz, ben kaç kere hamile bıraktım, bu da önemli diyor, soruyorsunuz, hiç. Ama sonra içime boşal içim boşal diye zorluyorsunuz adamı, sizi iterek zor kurtuluyor elinizden…
Tane tane anlatabilirsiniz, gerçekten merak ediyorum.
Birkaç ay hiç kavga etmiyorsunuz çünkü karar vermiş alttan alacak. Bir gece devamlı konuşuyorsunuz, bir şeyler söylemeye kalktığında didişiyorsunuz, susuyor, bilgisayarını açıyor, yazılarına gömüyor kendini, arada başını sallıyor, evet, tabii ki falan diyor, hatta birileriyle yazışıyor internetten, içiyorsunuz, farkında değilsiniz, oh diye düşünüyor, böyle anlaşabiliriz demek. Gece yarısına doğru fark ediyorsunuz ancak, sen beni dinlemiyor musun diyorsunuz, en az 2 saat geçmiş, yeni fark etmişsiniz… Stresli bir kadın diye düşünüyor, başka türlü yürümeyecek ilişki, alttan alması lazım, başarıyor da bunu, karakterine uygun olmasa da… Birkaç ay böyle geçiyor, sonunda mutlu mutlu şöyle diyorsunuz; ne güzel bak, artık bana stres ve negatif elektrik geçirmiyorsun…
Geçmişi değiştirmek şimdiyi değiştirmekten daha kolay...
Konuşmanızdan korkuyorum bir yandan da, biraz daha izin verin bana lütfen… Bir adamla tanışıyorsunuz barda, adam Murat’a dizüstü bilgisayarını satacak, o zamanlar pahalı bunlar, ikinci el almak uygun, bir şey olursa tamir de ederim diyor adam, güveniyorsunuz, arkadaş da oluyorsunuz... Sonra size asılıyor adam başka bir gece, aynı barda, Murat giriyor, barmen işaret ediyor, ellerinizden tutmuş, size ilanı aşk ediyor, herkesin sizi bildiği barda, ellerinizi çekmiyorsunuz, adama bir şey demiyorsunuz, içkilisiniz, gülüyorsunuz... Murat’ı görüyorsunuz, çıkıp gidiyor, peşinden gidiyorsunuz. Adam size demiş ki, bunların köyde bir laf varmış, bir kadını bin kişi ister bir kişi alırmış… Ne harbi di mi! Biri kızı aldıktan sonra, diyor Murat, onu hâlâ isteyene ne derlermiş onların köyde, soramadın mı, bir şey demeden doğrudan marizliyorlardır her halde… İtiraz ediyorsunuz bir de, ben orospu muyum diyorsunuz… Ben orospu çocuğu muyum diyor, pezevenk miyim... Tamirci adam sonra bir de mesaj atıyor size: Sana hissettiklerimin yarısını bana hissetseydin… Geri mesaj yazıyor Murat sizin telefonunuzdan: Bunları okumadığımı mı sanıyorsun, nasıl köpekleştiğini görmediğimi… Sonra düşünüyorsunuz, Murat’ı etkilemek için size asıldı… Güzel dost olacak gibiydiler, Murat adamı sevmişti, adam Murat’ı etkilemişti… Ama işte alt edemedi… Sevgilisini tavlayarak alt edecek...
Bana da bir kadını anlatmıştı… Bu adam bana asılıyor mu Murat diyen… Herkesin konuşup sohbet ettiği bir masanın etrafında adamla konuşurken gülerek herkesin duyacağı şekilde bunu söyleyip arkanızı dönüyorsunuz adama, bu adam bana asılıyor mu Murat? Herkes susuyor, Murat ne diyecek, ne yapacak; hah hah deyip o da yanındakiyle konuşmaya devam ediyor, hiçbir şey olmamış gibi; adam felaket esprili biri, bir daha tek esprisi duyulmuyor, ortalıktan kayboluyor; intihar etmemiş olabilir diye konuşuyorsunuz sonra arkasından… Pardon siz anlatıyordunuz.
Kolum acıyor diyorsunuz, çünkü barın merdivenlerinden itti sizi, aşağı yuvarlandınız; o ise bilgisayarı götürüp Akıntıburnu’ndan denize attığını anlatıyor… Arkadan bir darbe yediğinde hiddetle dönecek, ama hemen sakinleşip ben kendim çarptım diyecek, suçumuzu üzerine alacak; hangi taraf yapacak peki bunu; Anna Karenina’dan bu sahne… Adam komşusunu ziyarete gitmiş, buyur edilmiş, çay sunulmuş, hiç konuşmadan sakin sakin çaylarını içmişler, bir yerde ziyaretinizin nedenini öğrenebilir miyim demiş ev sahibi, şöyle demiş misafir: Evim yanıyor… Böyle doğulu bilgeler gibi on arşınlık sabır istiyoruz karşımızdakinden, biz burnundan soluyan batılı öküzlerken. Salak erkeklerden çektiklerimizi bize çektirmeyecek bir akıllı erkeğe salak kadınları gibi davranıyoruz. Sizi tenzih ediyorum… Eyüp hikayesinde gibiyiz ya da; hiç hatam yoktu, Tanrım bana bu cezayı neden verdin diyen ukala Eyüp gibi. Eyüb’ün karşısındaki Tanrıyız ya da, ne kötülük yaparsak yapalım haklı olduğunu düşünen ukala Tanrı, yani Tanrıça...
Onun ağzıyla konuşuyorsunuz.
Kendi ağzımla mı konuşayım… Bir yandan ben hatalarımı, saçmalamalarımı, senin üzerine gelmelerimi fark ediyordum ama bunları kendime söylüyordum diyorsunuz; bir yandan da ne güzel artık bana stres ve negatif elektrik geçirmiyorsun diyorsunuz; hangi ağzımla konuşayım… İnsanların kendilerini özgürce ifade etmesi bir antitez imiş, köleliğe karşı bir antitez; sentez ise kölelik ile özgürlük arası bir yerde olmalıymış; doğru otorite olmalıymış, çünkü doğal kölelik varmış, yararlı kölelik. Bunu birine söylemişti de aklı almamıştı kadının. Fikirlerimin değişmesi önemli değil duygularım değişmeyecek demişti kadın… Karanlık diye bir şey yokmuş, karanlık ışığın yokluğuymuş ve her şey ışıkmış ya; kölelik diye bir şey de yokmuş, kölelik efendinin yokluğuymuş, aslında her şey efendiymiş, efendi olmayınca köleler oluşurmuş köşelerde.
Burada biraz dalga geçmiş tabii.
İyi düşünürsen görürüsün ki bazen başkalarının senin yerine düşünmesi iyidir. Sonra artık birisinin aklı almayınca demek ki doğru diyorum, doğru olmalı, aklının almaması doğru olduğunun kanıtı... Bilmem anlatabiliyor muyum... Tane tane anlatacaktım di mi.
Evet, lütfen.
Bin tane bin tane mi anlatayım… Onu nasıl köşeye sıkıştırdığımızı mı anlatayım?..
Ölmüş gibi konuşuyoruz bu arada...
Bunu düşünmek iyi gelebilir. Şu anda yaşadığına emin miyiz hem.
Çok acil bir şey olmadıkça insanlar yaşarlar.
Ani bir tokat gibi ölebilirler de. Sezar kendinden O diye bahsedermiş… Yazarlar da kendilerini O diye yazarlar ya. İki kadını da şimdi O’nu konuşuyoruz…
Köşeye sıkıştırmıştınız O’nu.
Peşinden gideyim diyen adam var ya, benim çocukluk arkadaşım… Onun orda olmasından da sinirlidir sanırım. Özer. Aynı mahalledeniz, karşılaştık bir gün, gel seni Murat ile tanıştırayım dedim, aradım Leş dediği bir yer vardı, böyle pavyondan bozma, ama manzarası güzel, sahibi Murat’ı seviyor, bira ucuz, oradaydı gittik. Birasını bitirinceye kadar biraz kaldık, kalktık sonra. Özer sonra seni niye böyle bir yere getiriyor demişti… Tanıştırırken tuhaf bakmışlardı birbirlerine ama anlamamıştım. Özer askerlik anılarını anlattı Murat birasını içerken, komandoluk yapmış falan. Murat da bir fıkra anlattı, zaten birası da bitmişti kalktık. Fıkra şuydu: Melek adama öleceğini haber veriyor, servetinin birazını götürmek istiyor adam öbür tarafa. İyi kulumdu bu diyor Tanrı, hadi bir bavulluk götürsün, ama bavuluna bakmam lazım diyor öbür tarafta melek. Bavuldan altın külçeleri çıkıyor. Tamam da diyor melek şaşkın, neden kaldırım taşı getirdin ki… Murat evde fıkrayı neden anlattığını anlamam için bir askerlik anısını anlattı, daha doğrusu okuttu… O metni bulamadım şimdi. Özer eğitim çavuşuymuş bunların. Yıllar önce tabii. Oradan tanıyorlarmış birbirlerini. Ben onu hatırlamadım dedi Murat, askerlik anılarını anlatınca yavaş yavaş çıktı. Oradan fıkraya bağladım. Özer Murat’ı hiç unutmamıştı; askerlik anılarını anlatarak hatırlatmaya çalışıyordu; imparatora güneşimden çekil diyen diyojen gibi: Kendi özgürlüğünü korurken imparatoru iplememiş olmuyor sadece, kendini yeryüzünün güneşi olarak konumlayan imparatora hakaret etmiş de oluyor; imparator çavuş.
Baştan başlayabilir misiniz? Şimdi. Berabersiniz.
Birbirimizi bulduğumuzu düşünüyorum… Marketten alışveriş yapıyoruz, torba taşıtmıyorum, versene yahu deyince en hafifini, tuvalet kağıtlarını veriyorum, zorla alıyor en ağırını. Sonra sonra bu alışverişleri neden ben kendi başıma yaptım diyeceğim, adamın işi çıkmış da yalnız gitmişim, yemek kartını vermiş, ay sonu bunlar geçmiyor diyor marketçi, Murat’ı suçluyorum bundan, böyle şeyler, demin de anlattım ya... 2 yıldır boşanmaya çalışıyorum. Sonunda boşanıyorum. Ve Murat’la ayrılıyoruz, çünkü kimlik bunalımına giriyorum… Boşandığım hafta çok gergindim. Normaldir. Ama gerginliğim sürüyor. 12 yıldır evliydim ve şimdi artık evli değildim. Murat’ın kiradan kendi evine geçmesi söz konusu ama kiracı çıkacağım deyip çıkmıyor, Murat da neredeyse ortada kalıyor, gel bende kal diyorum, mutluyum. Bana taşınıyor, eşyalarını kiraladığımız bir depoya kaldırıyoruz, sadece giysileri ve kitaplarıyla bana yerleşiyor. Tartışacaksak ne olacak ki, üst katta bir oda daha var diyorum… Sonra boşanıyorum, kocam aslından iyi bir insandı demeye başlıyorum… 3-4 aydır ne sinsi biri olduğunu anlattığım, kötülediğim adam, boşandıktan sonra iyi biriydi… İşte sonra Murat’ta kusur bulmalar falan. Komşularım kızımıza iyi bak diyorlar Murat’a; sanki erkek bitki diye yazmış… Gidecek bir evi de yok. Yazıyor bunları, nasıl gergin hissettiğini, kapana kısılmış hissettiğini, anlatamıyor yazıyor ve mail atıyor bana.
Bunları mı yazıyor, böyle karışık mı yazıyor?
Anlatmak ve size anlatmak birbirine karışıyor. Ağzındaki alkol kokusundan tahrik olurdum, sonra ya içki ya ben… Rahmetli babam derdi: Bir erkek bir kadını asla içki almaya göndermemeli… Bir sabah sana bir şey diyeceğim diyerek gergin, bunu diyorum, dün akşam beni göndermiş. Boşanacağımın eşimin yakınları da binada yaşadığından, ortalıkta görünmesin diye… Bakkal da şuracıkta. Bir erkek bir kadını asla bira almaya göndermemeli… Hayır diyorum, içki, düzeltiyorum, babamın söylediği gibi olacak; rakı içerdi babam… Bir şaşkınlıktan sonra soruyor, aspirin almaya gönderebilir miymiş peki, kafasının nasıl çalıştığını bilirsiniz… Rahmetli olmuş alkolik bir babanın kızına tavrı… Ben de vicdan azabı kibarı… Baban şu an yukarıdan bakıyor dedi bana, kızım ben sana bunu mu söyledim, böyle mi söyledim, bunun için mi söyledim…
Kızlarında erkek düşmanlığı yaratmaya çalışırlar, kendi erkeklikleri hariç… Babamla tersleştik bir gün, vuracak mısın bana dedi… Birkaç erkek arkadaşıma vurduğumu biliyordu... Nasıl da istiyordu vurmamı ki mağduru oynayabilsin. Senin babana vurduğun gibi mi dedim. Aile, akrabalar dondu. Pardon dedim, annene vurmuştun değil mi, babaanneme…
Sonra da Ahmet bu evden gitsin diyor.
Babamın adı Ahmet değil mi dediniz…
Nerden bildiniz!
Bana da demişti.
Ahmetler bu evden gitsin… Sonra, Özer bu evden gitsin... Bir gün geliyor Özer, hatta sanırım ben çağırmıştım, gerginleşmeye başladığımız günlerde, geldi ve gitmek bilmedi. Burada yatarım falan diyor. Şaka yapıyordum yahu neden gerildi bu diyor giderken… Şaka yapıyormuş… Tüm bunlardan sonra o büyük kavga… Kaçmak istiyor birkaç kere tartışmalardan, izin vermiyorum, konuşacağız çözeceğiz bunu diyorum… Sonra bir akşam kaçıyor üst kattaki odaya, kapıyı da kapıyor. Giriyorum. Hatta üzerine yürüyorum. Tepesinde durup sen görürüsün gibilerinden başımı sallıyorum sinirli sinirli. Tokadı yedim. Yerde sürükleyip giysimi yırttı. Bir erkeğin üzerine böyle gelemezsin diyor… Böyle anlatıyor. Yatakta ağlıyorum, gelip sarılıyor bana bir süre… Sabah hiçbir şey olmamış gibi kahvaltımızı ediyoruz. Üç gün konuşmuyorum onunla. Sakin. Sakinim. Öyle bir sessizlik oluyor aramızda. Plan yapıyorum. Biraz uzaklaşmak, sakinleşmek için adaya arkadaşına gidiyor hafta sonu. Aradım ve kapıya koyduğumu söyledim eşyalarını. Özer de arkamdan, gelmesin bir daha bu eve diyor… Neden diyor, beni dövdüm diyorum, dövdüm mü diyor, hatırlamıyor… Özer arkadan bağırıyor, bu evin bir erkeği var… Evin erkeği mi o bağıran diyor Murat… Eşyalarını almaya gelecek hafta içi, evin erkeği de evde. Özer Murat’ı içeri alıyor ve dövüyor… Evet yumruk atıyor, yerlerde sürüklüyor. Yapma falan dedim mi hatırlamıyorum… Hak etti diye düşüneceksiniz ama.
Siz neden düşünmediniz.
Bu başka bir hikaye çünkü, kapıya koyduk eşyaları, açmadık. Özer açalım demişti. Sana yaptığını ona ödeteyim. Çavuşken vuramamış ya...
Devam edin…
Bunlara rağmen onu affettim mi diye soracaksınız.
Hayır, sormayacağım.
Diğerleri de affetmiş çünkü…
Diğerleri mi?
Sizi korkutmak istemiyorum.
Gerçeği öğrenmek istiyorum.
Onu bu noktaya getirmem diyorsunuz…
Bu adam bana asılıyor mu diyen kadın bendim…
Anlıyorum… Acaba hayat, Tanrının insanı attığı bir tokat mı? Demin anlattığım dayak sahnesi Yasemin’inkiydi zaten, ya da Sevin. Sosyopatlıklarından bahseden Işıl’dı, içime boşal diyen, elinden zor kaçtığı Ferah’dı, ya da Kirpiğim. Klozeti kapat diyen Yeliz’di, gelip müziği kapatan Özlem ve Dilek ve bilmem kimdi. Devamlı konuşup sonra sen beni dinlemiyor musun diyen Feyza idi. Histerik kadın tipi… Dayaklık da diyebiliriz. Babasının içki almaya göndermediği de Naz'dı. Başka Naz.
Anlıyorum anlıyorum derken anlamıştım gerçekten… Demek: Hepsini yazdı.
Benimki hariç, hatırlamıyormuş, fırsat vermedim hatırlamasına, kovdum evden. Eşyalarını kapıya koydum, söz verdiğim halde. Önce ama bilgisayarını açtım. Okudum hepsini, tüm eski sevgililer, gergin sevgililer, aptal sevgililer, şiddet terapisi görenler, eski kocasına bağımlılar, paraya bağımlılar; çok etkilenip saçmalayanlar, âşık olup komplekse girenler, mutluyken kaçacak delik arayanlar… Bunları kızgınlıkla okuyorum o zaman, suçlayarak, şimdi size anlatır gibi değil… Hale ile başlamış. Cehale. İlk aşkı. Ama çıkarcı bir kadın Hale. Yıllar sonra Murat’a yazıyor özür dilemek için, sen özeldin diye; Murat özellikle ilgilenmeyince ama hep kendini düşünürdün diye devam ediyor, bencil özür… Ailesinden kurtulmak için Murat’ın birlikte yaşamalarını önermesini bekliyor… Yıllar sonra da aynı, yurt dışından İstanbul’a dönecek, Murat uygun mu diye kontrol ediyor… Çık git hayatımdan diye kurtulmuş ondan zamanında, belki ondan sonrakilere de bunu demeliydi… Hale’den sonraki iki kadında şanslıydı, iki güzel kadın. Hande ve Ümit. İkisi de bir erkeği o duruma getirmeyecek kadınlar. Özel bir tür mü bunlar diye yazıyor, yoksa diğerleri olmamış ya da bozulmuş mu. Sonra âşık oluyor, Özlem’e. Özlem’de ilk defa kadın gerçekliğini tadıyor, kadın gerginliğini. İlk tokat attığı kadın Özlem, bilinçli bir tokat, tutturuyor gitmeyeceğim diye Murat’ın evinden… Tokat atarsam aşağılandığını düşünüp gider diyor… Ancak iki bira içtikten sonra düşmanı gibi değil sevgilisi gibi oluyor kadın. Sadist müdürünün yanında mazohist bir iki yıl geçirmiş, niye ayrılmadın diyoruz bilmiyorum diyor... Diyoruz dedim baksanıza… Terör patlamalarında kıyıya çağırıyor Murat, gel sakinleşelim fazla gerginlik var havada diye, gelmiyor kadın, ben haberleri izleyeceğim diyor; kahvaltıda şiddet haberleri, günün ilk öğününde yediklerini kolay hazmedersin derler de ondan mı acaba... Sonra Sevin, erkekleri ikinci sınıfı yaratık olarak gören. Ama ne hikmetse Murat’la beraber… İkisiyle de tokattan sonra ilişki devam ediyor. Nasıl aşktan söz edilmese, bu duyguyu bilmeyecek insanlar var, denir ya Anna Karenina’da, Sevin de böyle; dayaktan yakınılmasa yakınmazdı yazmış… Dilek ilginçmiş. Dün akşam ne yaşadığımızı bana anlatır mısın diyen bir sevgili. Murat anlatıyor, öyle olduysa haklısın diyor. Kadının sorunları için psikoloğa gidiyorlar, psikologdan sonra takmıyorum bu sorunları kafama diyor Dilek. Üçüncü kişilerin önemini o zamanlardan düşünmeye başlıyor, ve insanların kişisel tarihlerini çıkarları doğrultusunda nasıl çarpıttıklarını öğreniyor, hem de psikoloji bilimi destekli...
Ve Edebiyat…
Bengü. Şiddet terapisi görmüş. 2 kere araba parçalamış kadın. İlginç nokta, kendi de psikolog olduğundan terapi görmesi gerektiğini fark etmiş… Işık Murat’tan önce hamile kalıp bir ay sonra boşanmış ve çocuğunu aldırmış. Bunları özellikle yapmış olabileceğini konuşmuşlar Işık’ın yakın bir arkadaşıyla, mazohizm üzerine geliştirilmiş bir karakter... Bir gün saçmaladığında evden gidiyor Murat, neden gittin neden gittin diye suçluyor Murat’ı; özgüvenimi yıkmaman için diyor Murat, eski sevgilisi özgüvenimi yıktın demiş kadına... Mazeret hazır: Erkekler böyledir, özgüvensizdirler ve bize de bu yüzden kötü davranırlar; Murat da özgüvensiz! Tijen elini bırakıp yeni DJ sevgilisine gidiyor barda. Murat’a nasıl böyle bir şey yapılabilir diye düşünmüştüm… Acaba tekrar olur mu diye mesaj atıyor sonra. Beni aldattıktan sonra mı diyor Murat. Her şey bir görünüm yazıyor Tijen. Benim için bir görünüm evet, sikişen ben değilim DJ ile. Hatalar hep unutulmak isteniyor, hayat böyle devam ediyor, hayat böyle doğru devam ediyor mu… Ankara’ya geldim diye çağırıyor hep gittikleri kafeye, gitmediği halde, bekletiyor onu. Kadın kızmıyor buna… Banu. 2 yıldır tek bir kavga bile etmiyorlar, ses bile yükselmiyor, ama sonra tokat… Kleopatra’yı tokatladım yazıyor. Banu Murat’ın eski sevgilisinin gönderdiği mesajları buluyor. Sabah tokatlayarak uyandırıyor Murat’ı, sen beni aldattın, bu mesajlar ne. Ben de arayıp sordum diyor Murat, attıktan sonra anladım hata olduğunu, kusura bakma dedi diyor… Banu git bu evden diyor… Taşınıyor Murat, sen gelme karşılaşmayalım demiş Banu’ya, Banu geliyor ve kuruluyor Kleopatra koltuğuna… Murat ter içinde taşıyor giysilerini kitaplarını aşağıda arabaya. Bu Kleopatra koltuğunda, bir şey çalmayayım diye mi duruyor, gitme özür dile diye mi oturuyor, gitme pişmanın demek için mi kurulmuş duruyor, ben eşyaları geri mi taşıyacağım kıçımdan ter akmış… Murat üzerine gidiyor, köşeye kaçıyor Banu korkmuş…
Hepsinde haklı mı?
Karşı taraf mı haklı… Zuhal. Kal bende diyor kitabını yazarsın senin ev yazın sıcak benimki boğaz manzaralı… Ama diyor Murat sevgili olmak için evi kullanmıyorsun di mi… Hayır diyor Zuhal, ama sokuluyor geceleri… Murat uzaklaşacakken tamam diyor, seni ne olursa olsun hayatımda istiyorum, sevgili olmasak da, kızın hayatını değiştirmiş çünkü Murat, o evi bulmasında yardımcı olmuş, işini değiştirmiş kız Murat’la konuşarak, yaşlılara bakıp sıkıldığı hayatından bebek hemşireliği yaparak kurtulmuş… Ama diyor bir sevgilim de olabilir benim. Tamam diyor kız. Sonra Murat’ı arıyor kuzenlerim geldi seni tanımak istiyorlar diye… Murat o sırada bir kızla buluşmuş, kızla geliyor eve… Kadın parlıyor, nasıl gelirsin bir kızla, benim akrabalarımın önünde… Murat anlatıyor akrabalarına, sevgililik diye bir durum yok… Akrabaları şaşırıyorlar, kalakalıyorlar, Murat’ı suçlamaya gelmişler, Zuhal’in yalanları ortaya çıkıyor… Onu kullanıyordun diyorlar, bu ev için; hayır diyor Murat, sevgili olmak için bu evi o kullanıyordu… Kuzenler kuzu kuzu gidiyorlar, kız nasıl oyuncu, kal diyor Murat’a yine, özürler diliyor… Sakinleştiriyor ortalığı ama bir gece eski sevgilisini çağırmış, güzel sohbet tamam, adam gitmeyeceğim diye tutturuyor bir saatten sonra… Döven o, adam asker, Özer gibi, o da karate falan biliyormuş, kaldığı evde dövmüş Murat’ı, benim gibi… Murat niye yiyor dayağı, ben niye yiyorum.
Filmlerde haksızlar yer hep dayağı.
En son dayağı… Terbiyesizliği yüzünden ev sahibini kendi evinden kovduğu birkaç durumu yazmıştı, yine bulamadım buralarda, ev sahibi gözleri yuvalarından fırlamış bakıyor: Burası benim evim… Bu hayat benim hayatım diyor Murat, defol git evinden… İroni tabii, gülerek, dalgasını geçerek gitmiş evden…
Sanki birlikte yaşamışsınız.
Günlüğünü okumak gibi. İnsan kendini doğru anlatamazmış… Günlükler bile tam olarak samimi olmazmış... Al işte diyor, hataysa hatalar, tokatsa tokat, yo hayır, bu günlüğün kendisi bir tokat; o attığı tokadı yazıyor, biz en küçük hatamıza değinmiyoruz bile; daha anlatmadım esas anlatacaklarımı, esas onlar tokat… Bastırır da bunları… Hadi siz de yazın der… Değiştirmeden yazın ama. Kurgulamadan… Edebiyat yapmadan… Ben çevirmenim bu arada… Karşı olduğunuz bir metni nasıl çevireceğinizi düşünün...
Yaptıklarınızın pişmanlığı var sizde.
Murat’a söylemişti bunu bir kadın.
Ben de bazı metinlerini okudum... Ne güzel addır Ece mesela. Seçimle ilgilenmiyorum meçimle ilgileniyorum, meçimle çıldırıyorum… Efsane metinler… Sizdeki bir çeşit Stockholm sendromu mu.
Belki de bunları size anlatarak işkencecim olarak sizi seçmiş oluyorum.
Bence burada işkenceci yok, iki vicdan oturuyor. Tuhaf bir şey yaşadım. Şu an nasıl davranacağıma dikkat etmem lazım.
Ben kendi hatalarımı kendime bile söylemiyordum. Kimse kimseye işkence etmiyor bence ya da Özstockholm sendromu diye bir şey var! Saçmalıklarımın, patolojik durumlarımın sende ortaya çıkmasından ödüm kopuyor... Kadının kadın tanımaması cimrilik. Dilek’i örnek alsak hepimiz; anlattırsak, yaşadıklarımızı.
Ben sende tüm günahlarımı temize çektim… Ben seni tüm günahlarımla temize çıkardım…
Ne demek bu?
Sesli düşünüyorum.
Ve esas bundan sonrakiler önemli. Çünkü her şeyi değiştiren bir olay oldu: Avukatım aradı. Murat karşı tarafın avukatını aramış ve yalancı tanıklık yaptığını söyleyecekmiş Deniz’in, öğrencim Deniz, kısa bir mektup yazmış, özet, imzasız, evine yerleşince tanıklık yapacakmış. Ahmetler’i anlatacakmış. Eski eşimi aldatmıştım bu öğrencimle, iki adamla da yatmıştım, seks olsun diye, bir de Murat var. İspiyonlayacakmış yani beni.
İşte böyle bir adam diye mi düşündünüz?
İşte böyle bir kadın diye düşünmediniz mi? Yoksa işte özgürüz, kim karışır...
Özgürüz sonuçta.
Ama mahkeme karışır… Konuş onunla dedi avukatım. Yazdım, intikam mı almak istiyorsun diye… Cevap yok. Tüm gece düşündüm, çünkü artık ondan bir çıkarım vardı, çıkarcı eski sevgili listesine eklenebilirim... Bir mahkeme olacaktı. En sevdiği şey, gerçeğin açığa çıkması, itiraf edilmesi, gerekirse zorla... Nasıl zorla özür diletmeye çalışır insana. Suratındaki o nefret ifadesi… Yazışmak değil buluşmak isteyecekti, Özer de gelsin diyecekti, bir gün Zuhal’in eski sevgilisini dövdüreceğim yazmıştı... Adadaki arkadaşı buldurmamı ister misin onu demiş, o zaman... Her halde Özer’i de… Beni dövdürmesine gerek yok, peşin peşin atmıştı tokadı; Nasrettin Hoca’nınki gibi… Ailesinde istihbaratçılar bulunan kadını anlattı mı? İnternette tartıştığı bir kadın diyor, sinirden, öç alacak, ailemizde iki istihbaratçı var, seni buldurmamı ister misin… Bakın şöyle yazıyor kadına cebimde kayıtlı: Doğrusu da bu olur; bizim ailedekiler de senin o istihbaratçıların amiri patronu falandır, sen beni buldurunca hem benim seni buldurmam için neden vermiş olursun elime, hem de bunu çok kolaylaştırırsın, sonra da çocuğuna şöyle dersin, birine kıl oldum, üzerine gittim, o benden daha dişli çıktı, özür dilerim çocuğum… Ona böyle mi annelik yapacaksın kadın görünümlü et yığını…
Kadın görünümlü et yığını… Bunu hatırlıyorum.
Özer’le görüşmüyorum…
Deniz kim?
Öğrencim. Kocamı aldattığım çocuk. Kocam önce bir şey demedi, devam ettik evliliğe, sonra ayrılık olayları çıkınca aldatmamı bana karşı kullanmaya karar verdi, sevgilisi de vardı, o da arkadan diyordur Özer gibi, aldattı orospu diye, senle ne işi var, boşa gitsin, parasını da al… Deniz evi aradı, sana gelicem diyor. Askere gidecek. Eve gelmek istiyor. Murat evde arkada dinliyor, bir şey diyemiyorum, gelme diyemiyorum, benim sevgilim var diyemiyorum, biz ayrıldık diyorum sadece… Çünkü mahkemede biz sadece arkadaşız demişti, ifadesini geri almasın… Sana gelicem diyor, eve gelecek, sevişecek benle. Düşünün. Murat telefonu alıyor elimden, bir anda bir erkek sesi, gel canım gel, ama beni uğraştırma polisi de al gel diyor. Hatta ben çocuğu eve alıyorum, öpüşe öpüşe yatak odasına götürüyorum, Murat dolaptan çıkıp temiz bir temiz sopa çekiyor buna, sonra polise veriyoruz haneye tecavüzden, askere gitmeden biraz ön sevişsinler bunla… Telefonu alıp bunu çocuğa söylemek istedim demişti Murat. Oysa şimdi kös kös oturuyor, dişlerini sıkıyor, çocuk ifadesini değiştirmesin, aldattığım ortaya çıkmasın… Deniz’le birlikteyken kötü değildik uzaktayken kötüyüz. Bunu diyorum Murat’a… Eski sevgilimi yeni sevgilime övüyorum... Dolaptan çıkmasaymışım o zaman diyor.
İkiniz de sekse açmışsınız.
Hangi ikimiz?
Öğrenciniz ve siz. O askerlikten, siz evlilikten.
Daha gitmemişti askere.
Belki asker gibi yaşıyordur sivilde de.
Deniz’i aradım, tanıklığını geri alır mısın diye. Almamı mı istiyorsun dedi, birlikte olduğumuzu herkes bilsin… Orda başladım şüphelenmeye… Şaka yapıyorum, almam tabii ki dedi, o başka, bu başa… O dediğin ne dedim… Sana gelirsem almam dedi… Askerlikten dolayı kafanı mı yedin sen dedim, hem benim sevgilim var… Bir anda çıktı, kızgınlıktan. Beni değil vücudumu istiyordu, işte dediğiniz gibi askerlikten… Murat’ın dediği gibi, yatak odama gelmesini söyleyecektim az kaldı. Vardı dedim ayrıldık şimdi… O zaman sana gelicem dedi yine… Murat demişti zaten, eğer sözünü geri alacağını düşünüyorsan zaten almış gibidir. Deniz’i eve alıp sevişsem, artık Murat yok, bunu yine düşündüm, hem harika sevişirdik, hem de ifadesini garantilemiş olurdum böylece. Murat’ı da kötülerim ona! Ne sinirli adamdı. Sizin gibi bir amaç peşinde hareket etmiyordu, tek amacı ahlakı ve özgürlüğüydü… Hale’nin kızdığı özgürlüğü… Ama nedense Deniz’in tavırları, hatta söylemedim di mi, telefonu kapatınca, cinsel organının fotoğrafını göndermişti bana; alırsan al dedim birden… Yatak odasına alıyorum ama sevişmek istemediğime artık eminim, Murat dolaptan çıkıp dövüyor, bunu çok net gördüm… Sildim. Ne olur ya dedim veririz para. Geç tabii, Murat evde arkamda değil… Sonra o sinirle Özer’i de aradım. Evin erkeği ya.
Neden evin erkeği?
Murat’la birlikteyken Deniz geleceğim diye evi aradığından Özer’e söylemiştim bunu, haddini bilsin, o evin bir erkeği var demişti Özer. Murat da teşekkür et benim için, ama bu evin bir erkeği zaten var demişti, Özer’e yazdırmıştı bunu… Askerliği anlatacağım, unutturmayın… Özer’le telefonda felaket konuştuk. İyi ki de öyle oldu, üzerine gidince çünkü döküldü... Seni leş gibi yerlere götürüyor dedi, o kendi gidiyor, biz senle uğramıştık dedim. İnternetten kadınlarla yazışıyor dedi. Sen de yazışıyorsun dedim. Biz de Murat’la internette tanıştık ne var dedim, ama o zamanlar söylememiştim… Murat’ın da internetten tanıştığı bir kadınla olmuştu Özer, ama bizden gizliyor. Karşılaştık görmezden geldi… Murat dedi ki, klasik. Murat bir kez görüşmüş kadınla, benden önce, ve beğenememiş, görüşmek istememiş sonra. Kız Murat’la ilgili yalanlar falan söylüyor. Doğal karşılıyor Murat, onu aramadığım içindir diyor. Kız ve Özer’le karşılaşıyoruz, Özer görmezden geliyor bizi, birlikte değiller ya. Murat sevişiyorlardır sadece diyor. Ve o gün kafede yanındaki kız oydu muhtemelen birlikte yaşıyorlar. Kız hep bir düşmanlık besliyor, Özer de bu yüzden ayrılmıyor ondan kendi düşmanlığını onda gördüğünden. Murat’ın beğenmediğini beğenemiyor, ama birlikte. Kız Bebek Taps’de taksiyi çevirip Murat’ın yanına geliyor, Murat hatırlamıyor onu başta, kız buna inanmıyor, kendine bira söyleyip içiyor falan, Murat’ın cidden hatırlamadığını anlıyor sonra, buna sinirlenip birasını bitirmeden kalkıyor, tabii öncesinde evine çağırıyor Murat’ı. Özer’le birlikteler, biz de Murat’la birlikteyiz düşün. Ve Özer şimdi bu kızla.
Sonra da açıkça söyledim Özer’e, senin benden hoşlandığını düşünüyordu Murat.
Hep hoşlandım dedi. Senin başkalarıyla olmana hep katlandım.
Ahmetler’i Özer de biliyor. Seviştiğim adamlar, boşanmaya çalışırken, Murat’tan önce. İnternetten tanışıyorum yine. Murat’ı da öyle sanıyor Özer, sanmak istiyor. Sonunda ona kalacağım. İlk adamın sadece sevişmek istemesinden şikayet etmiştim Murat’a, sonra ikincisine sabahın körü gitmiştim, sabahın köründe birinin evine neden gidersin... Bir kadın arkadaşım ya iki kişi olsalardı demişti. Bunları Murat’a anlatıyorum, daha yeni sevgiliyiz… Murat dedi, ya sana kötü davransaydı demiyor, ya iki kişi olsalardı diyor, her halde iki kişiyle aynı anda sevişmek gibi bir fantezisi vardı kız arkadaşının. Benim yok muydu… Böyle bakıyor suratıma… Çok iyi sevişmelerdi falan diyorum. Teki için viagra kullanıyordu her halde diyorum; Deniz’le de çok iyi sevişiyorduk demiştim, adam akşam sevişmese yeri, sevişemese… Özer’le askerlik hikayelerini buldum bakın, okuyorum:
“Tüfek as, tüfek çat, tüfek dik (miydi) 3 komut vardı, 100 kişiyiz, 3 çavuşun çevresini çevirmişiz, seri bir şekilde onlar komutları veriyor, biz yapıyoruz. Bir yerden sonra şaşırıyor ve hata yapıyorsun, hata yapan silah sırtında (bunun da bir adı vardı) bir tur koşuyor ve gölgeye geçip artık seyrediyor. 3 ya da 4 kişi kaldık. Çavuşumuz, ki bizden önce orda askerlik yapmış, ve eğitmen olarak kalmış, aynı kafadayız ama rütbe ve otorite onda, diğerlerini boş verip gözlerimin içine baka baka bana yaptırtmaya başladı, hata yaptırtmaya. Yapmadım. Hata. Vazgeçmedi. Vazgeçmedim. Tüfek as, tüfek asıyorum, tüfek çat tüfek çatıyorum, tüfek neyse onu yapıyorum, çavuş neyse onu da yapıyorum, belki ağustos sıcağında yarım saattir. Artık asker rahat eğitim bitti falan demesi gerekirken devam ediyor. Buyrun biz Karate Kid 2 filmine geçelim o yandım Allah komut vermeye devam ederken, öğrenci der ki, bak ne güzel kadın kobraya uyarak başını sağa sola eğiyor. Ustası der ki, dikkat etmemişsin, kobra kadına uyarak başını sağa sola eğiyor. Kid, çok konuşan annesine bunu uygulamaya çalışır, anne ağız ishali şeklinde konuşurken gözlerine odaklanır ve başını sağa sola oynatmaya başlar, anne devem eder devam eder yeter şöyle başını sağa sola oynatma der… Tüfek as dedi tüfek çattım, çok mutlu olamadı, güldüğümü görmüştü, ama erkeksi hava atılmıştı, diğerlerine, ben sırrını saklayacaktım, cezamı buyurdu, diğerleri toplanıp gitmeye hazırlanırken alanın çevresini silah omuzda turlamaya gittim mutlu.”
Çavuş, Özer… Askerlikte bile benim evdeki kadar sıkıştırılmamış…
Haftalar geçiyor, Murat adadan dönmüyor. İfade vermedi… Baştan mı planlamıştı, vaz mı geçti. Yapabileceğini bilmek sinirini geçirdi mi. Öyle kapanıyor konu. Deniz askerden aradı, yasakladım… Döndü, başka telefondan aradı, istemiyorum dedim sildim. Özer’le soğuk soğuk konuştuk, bir süre beni yalnız bırak dedim… Arada karşılaşıp hal hatır sorduk, ayıp olmasın diye. Hayatıma birisi girdi o sırada. Onu da Murat sayesinde tanıdım. Bizi görmüştü iki kere. Şeytan dürttü, Facebook’ta profiline bakmak o zamanlar aklıma geldi. Ne düşündüğünü doğrudan anlayabildim böylece. Bazı özel hayat bilgilerini orada özlü söz formatına çevirerek paylaşıyor. Kızgın, komik. Çok tatlı, fazla sert. Bir çeşit mektup. Bana, hayatına giren giremeyen kadınlara. O yazdığı metne devam ediyor böylece aslında. Eski sevgilisini görmüş çarşıda, acınacak bir adam ile birlikte… Öyle hayalet görmüş gibi okuyorum, kim acaba deyip geçeceğim, ben değilim. Sonra sevgilime bakıyorum. Genç, ama yaşlı gözüküyor, tıknaz, devamlı şikayet eden bir adam, orası ağrır burası ağrır. Bu o. O da benim, acınacak sevgililer, biziz. Bizi görmüş, bizi tarif ediyor, hastasına tutulmuş hastabakıcı kadın, omzumun tutulması gibi. Fall in love… Sonrasında da şöyle yazmış; onu, asla acınacak duruma düşmeyecek adamı, düşürdüğüm acınacak durumu hafifletmeye çalışıyormuşum, şimdi bu adama acıyarak… Gördüğünüz gibi konuyu karıştırmam çok normal, açıkça erkekleri karıştırıyorum… Sizi henüz yazmıyor sanırım…
Kahve götürüyorum her sabah. Getirmene gerek yok diyor, ama ben seviyorum sana getirmeyi diyorum, peki diyor. Her kahve getirişimde kalkıyor ve soğuk suyunu alıyor dolaptan. Bir gün bile fark etmedim, ne ilginç değil mi… Bunu yazıyor sonra: Bir tartışmamız sırasında bana bunu diyor, bir gün bile dikkat etmedin... Şöyle diyormuşum, öyle yazmış: Sana kahve getirmeyi seviyordum, sen de kalkıp kendin almayı, böyle orta yolu bulmuş olduk işte… Böyle bir laf etmemiştim ben tabii, o bunu sadece yazmıştı, olması gerekeni. Marquez’in lafını buna bağlıyorum sonra, neymiş, birinin seni istediğin gibi sevmemesi seni tüm varlığıyla sevmediği anlamına gelmezmiş. Başta sevmiştim bu lafı ama tüm varlığımla kavramamışım demek, ya da tüm varlığım bu kadarmış… Sevmek yeterli olmuyor demek kolay, belki de ben sevmekte yeterli değilim.
Değiliz. Melek metnini tekrar okuyorum. İlk okuduğumdaki kızgınlıkla kendini övüyor dediğim yerleri, çocukluk ve gençlik anılarını, çok tatlılar aslında ama benimle ilgisi olmadığını düşünüyorum, eski kadınlarını, kirli çıkılarını, kırık çıkıklarını, düşüp kalktıklarını okumak daha cadıca geliyor, ama bu kez ilgiyle, inanarak okuyorum... Kötü bir editör gibi okumuşum, yetersiz bir çevirmen gibi... Bir editör kötü olduğu baştan anlaşılan kitaplara devam etmemesiyle ilgili demişti ki, bir meyveyi ısırdınız ve acı çıktı, yemeye devam eder misiniz. En sıra dışı eseri de böylece ayırt edebilecek mi acaba...
Portakalı ısırdınız ve acı çıktı. Greyfurtmuş işte… Kafeye oturduğumuzda da bunu çözmeye çalışıyordu: “Dünya acı gelir, mavi bir portakal gibi.”
Şiirden pek anlamıyorum.
Şairler de anlamıyor zaten... Aslı şu: “Dünya yuvarlaktır, mavi bir portakal gibi...” Portakal hamken mavi olurmuş, şair mavi portakal derken bunu kastediyormuş, dünya hamdır, dünya olmamıştır henüz diyormuş. Murat’sa portakal olgunlaşsa bile ısırıp acı bulduğunda olmamış bu portakal diyen insanı eleştiriyordu, o greyfurttu çünkü, anlamayana acı gelirdi, aynı dünya gibi. Kendine toz kondurmayıp dünyaya bok atan, kötülüğün dedikodusunu yapan insanları, yazarları, ne derler, kalemine doluyor; papağan edebiyatı diyordu buna. Allah aşkına yazmayın, diyor, yazılmışı var: kitap gönderildi size, Peygambersiniz oğlum, onu bulun, iyi bir okur olun… Bir de yazmak hiçbir işe yaramıyor, yazmayı bıraktım diyen yazarlara sesleniyor, hoooop, nerde bıraktın, nerden almıştın ki... Bana bak bana, diyor, suyun üzerinde yürümeyi bıraktım… Neden mesela melek metni dediniz?
Metnin başındaki alıntı öyle diyor: “Melek dünyaya indiğinde şeytan silahları kuşanır…”
İşte böyle lafları sevmiyor artık, herkes atlıyor çünkü bunlara: Buldum neden kötülük yaptığımı, işte, melek olduğumdan! Biber bitkisi de insanlar tarafından koparılmamak için zaman içinde acı bir sıvı salgılamaya başlamış. İnsanlar acı bibere alışmışlar…
İnsanı hatalarıyla kabul etmek lazım felsefesini sevmediğini biliyoruz… Halbuki gerçekten melekse bu dünyada hatalarıyla kabul edilebilir…
Herkesi hatalarıyla kabul edip bakmalı bakalım melek miymişler... İki yazara takmıştı geçen gün, takılmıştı diyeyim kızar. Bizim büyük yazarlarımızdan, meleği tanıyamayan kadın yazar şöyle diyor: “Büyük bir iyiliğin altında kalınıyor. Ödeyemiyoruz büyük iyiliği. O yüzden kötülük bile daha iyi, ona karşılık verebiliyoruz çünkü…” Bu kadını cennete gönder fark etmeyecek, burasının altında kalırım falan diyecek… Kötülük yapanı seviyoruz aslında, yaşam alanımızı genişletiyor çünkü: Yaptıklarımızın üzerini örtüyor ve yapabileceklerimizin önünü açıyor… Esas şeytan tetikçisi dediği diğer yazarın büyük lafı da şu: “İnceltilmiş kötülüklere beni hedef almaması koşuluyla saygı duyarım.” Bunlar insansa ben neyim demişti. Ben neyim...
Sertsiniz.
Otoriter olmadığım için sertim. O’nun sayesinde anladım bunu da, sert olduğu halde otoriter olmamasından. Ve iki sert insan anlaşabilir, otoriter değillerse. Şunu uygulamaya başlamıştık biz ilişkimizde, ona devletmiş gibi yaklaşacaktım, önce cezayı ödeyip sonra itiraz edecektim... Melekmiş gibi deseydim keşke, zaten kabul etmiştim ama, şimdi siz melek deyince… Şöyle bir şey anlatmıştı: Karamazov Kardeşler'de şu soru varmış: "İnsanların mutluluğu için masum bir çocuğu öldürmek gerekseydi bunu onaylar mıydın?" Romanda bunun cevabı yokmuş, yıllar sonra bir Sovyet romancısı Aleksey Tolstoy'dan gelmiş cevap: "Evet, onaylardım, yeter ki o masum çocuk ben olayım." Murat, şöyle devam ettiriyor lafı: “Ve eğer illa bir şeyle gurur duyacaksam, öldürülmeyi kabul ettiğim için değil masum kalmayı başarabildiğim için gurur duyayım…”
Ya da mesela şu: “Temel ihtiyaçlarıma ihtiyacım yok, bana lükslerimi verin diye beni gösterdi kadın; buna ihtiyacım vardı…” Bu siz misiniz?
Yüzde ya da binde birlik bir genetik farkla maymunun teki insan oluyormuş; neden, diyor, evrim teorisine tek başına inanalım ki, bazılarımız maymundan gelmiş olabilir, bazılarımızı da Tanrı yaratmıştır.
Sotori derdim ona, esas kelime Satori, aydınlanma demek… Tünelin ucundaki ışık gibi, ya da tren tabii Metni size de verebilirim.
Gerek yok, sizin aktarmanız yeterli.
Metni okursanız benim ne anlamım kalır değil mi? O zaman böyle günah çıkartamam... Bakın şöyle yapalım: Metnin o gençlik notları bölümü şu. Birkaç sayfa. Bunları hızla not almış, parça parça; daha fazla eklemeye de utanmış, sonra bir mantığa göre sıralamak istemiş, hepsi bir yerinden bir diğerine bağlanabiliyormuş, düşündüğünün tam tersini yapıp kes yapıştır tarzıyla rastgele dağıtmış. Bu karışık hali onu çok rahatlatmış. Gururla anlatılacak şeyler ama anlatıyor olmak biraz gurur kırıcı. Konuşmayı giderek yararsız bulan bir insan; iyi yazınca mı haklı olacak. İçeriği anlatıma feda etmek istememiş... Okuyan anlamazsa ne anlamı var ki zaten bunları düzenlemenin. Ukalalığa, alaya da bu yüzden başvuruyor zaten. Ben çok büyük adamım diye gülerek anlatırsan herkes dalga geçtiğini sanır; zamanla anlarlar belki… Adı da Elaltından Notlar zaten, Sohtoyevski yazmış… İsterseniz sizle de öyle okuyalım, karıştırarak. Birkaç sayfa sizde, birkaç sayfa bende, istediğiniz nottan başlayabilirsiniz. Zaten ne anlamak istiyorsak o.
Bence anlam belli, ikimiz de onu seviyoruz.
Sevmek yeterli değil demiştik... Artık meleğin avukatlığını yapmak lazım ne yazık ki... Ayrıntıda gizli olan artık şeytan değil melek, zaten belki hep öyleydi. Artık başlıyorum:

ELALTINDAN NOTLAR
SOHTOYEVSKİ
“Lisede arkadaşlarla yüzme yarışı yapıyoruz. En solda yarışıyordum ve yüzüş tarzımdan dolayı nefes almak için sola çıktığımdan bitiş noktasına varıp bakınca görüyorum ancak, yeni geliyorlar… Onlardan hızlı yüzüyordum, tamam; en çelimsizleriydim, basketçisi, kürekçisi, vücut geliştirmişi var aralarında; tamam ama daha bebekken denize yürüyen bir çocuktum, tutuyorlar gitmeyeyim diye, evet, yılın üç dört ayı yazlıkta yüzüyorum, demek gelişmiş işte yeteneğim, e peki sonra… Niye yarışıyorduk. Birimizin diğerinden hızlı olduğunu anlamaya neden ihtiyacımız vardı… Kazanan niye kutlanıyor hem, kazanarak zaten kutlanmadı mı. Hem hadi diyelim çocukluğundan beri yüzüyorum, ya diğer aktiviteler: Gençken ilk bilardo ve bowling oynayışım, herkes ilk defa oynuyor olamazsın diyor. Voleybolda sadece servis atabildiğimi fark ediyorum, bu kadar güzel servis atma da biz oynayalım diyor gülerek arkadaşlarım. Futbolu beceremiyorum, kaleye geç diyorlar, top geçirmiyorum… Satrançta oyuna zorluyor biri, eskiden bilirdim ama unuttum, pratiğimi kaybettim diyorum; çoban matını kestim çocuğun. Nerden bileyim diyorum nasıl yaptığım sorulunca.”
“Oxford takım kaptanı kürekçilerine şöyle diyor: Cambridge’lilerin yarış sonunda üçüncü gelmiş gibi hissetmesini istiyorum… Ona karşılık Roger Federer için spikerin ettiği şu lafı düşündüm: “İyi ki hata yapıyor da insan olduğuna emin oluyoruz…” Çok da ezici bir üstünlükle kazanmamak için hata yapıyor olsa keşke, insan olduğuna böylece emin olsak… Maradona eliyle gol atıyor, sonra da Tanrının eli diyor buna… Bir de haksız penaltı olduğunu düşündüğü için atışta topu havaya diken futbolcu var. Tanrının ayağı…” Geçen futbol maçı seyrediyoruz erkek arkadaşlarıyla. Milli maç. Bir futbolcumuz çok kötü faul yaptı rakibine; inşallah yeniliriz dedi. Ortalık soğudu, erkekler pis pis baktılar…
“20-25 yaşlarına kadar kendimden çok da emin olmayan bir çocuktum. Kolayca sosyalleşemiyorum. Belki de bu utangaçlığım korudu beni… Bir film vardı, uzaylının burnuna saldığı zehirli gazdan astımlı olması sayesinde kurtuluyordu çocuk. Hastalık olmamalı tabii kurtarıcı… Hadi herkes kendine bir futbolcu adı bulsun diyor, Cengiz, mahallede. Rummenige, dedim, utanarak güldüm… Neden dedi Cengiz, herkesin idolü bir futbolcu vardır… İdolüm bir futbolcu! İdolüm bir yazar! İdolüm Tanrı… Sapan mermisi toplayıcısı oldum bir çocuğun. Sapanım yok, atmıyorum, kendi yaşımdaki bir çocuğun toplayıcısı. Neden ki? Sapan olduğundan belki, sapan ne ya, niye? Sonra sonra demir bir sapan hediye etti bana komşu kadın, nasıl dikkatini çektiysem, çağırdı beni tuhaf tuhaf bakarak verdi, bir erkek çocuğun sapanı olmalı! Hem de demirden... Kullanmadım ama, yaşım geçmişti zaten, iyi ki, sakladım, müzelik; su tabancamı severdim en çok. Onu da duvara sıkıp oluşan şekilleri izlerdim, bulutlar gibi. İnsan bedeninin, ve beyninin, yetenekleri olduğu gibi insan ruhunun da yetenekleri yok mu; ruhun refleksleri…”
“Yazlıkta çok samimi olmadığımız bir çocuğun yüreklendirmesiyle bakıştığımız iki kızın masasına oturduk. Çocuğun sohbeti iyi, güldürüyor kızları falan. Hiç şansım olmayacağını düşündüm kızlarla, ilerde. Bardan çıkarken kızlar hoşça kal deyip çocuğa, kollarıma girdiler, ters tarafa yürüdük, neden olduğunu hiç anlamamıştım.”
“Ortaokul sosyal bilgiler hocamız mezuniyete bir hafta kala sınıfın en çalışkan 3 öğrencisine isterlerse artık sosyal bilgiler kitabını getirmeyebileceklerini söylüyor. Normal zamanda kitabı getirmemiş olmak ceza ya da düşük not demek. Getirmiştim kitabı, çünkü bu ayrıcalığı tuhaf buldum, ya da kimse getirmesin, bir işe yarasın.”
“Otoriter babası varken baş köşeye oturtulan bir çocuk. Dadıyla büyüyor, mantı, salata ona özel yapılıyor, dolmanın sadece içini yiyebilir isterse, kardeşleri yiyemez… E tamam, erkek çocuk, doğal; ama ya büyüyünce… Ben hep buraya oturmak istemiyorum yahu biriniz oturun dedim, iki kadının bana göz bebekleri gibi baktığı bir hafta sonu tatilinde, adadaki manzaralı evde, baş köşeden kalktım; gel Gökhan sen otur, ki büyük hata; genç ve yakışıklı pop star Gökhan, kadınlara bu adamı ne çok seviyorsunuz diye soruyordu, artık bu son hareketimi kaldıramıyor; sessiz sinema oynuyoruz, adam çocuk gibi mızıkçılık yapıyor; sessiz sinema, düşün, sesli mızıkçılık...” Kahve getirmek zorunda değilsin demesini hatırladım.
“Bir evin balkonu konusunda iddiaya giriyorum 18 yaşımda falan, inatlaşıyorum hatta. Bence en üst kat, arkadaşıma göreyse bir altı. Kibarca uyarıyor: Freebag’ine iddiaya girelim. Tamam diyorum, ev onun evi. Bir gece geçirmiştik balkonda ve üst kat görülmüyordu… Mükafatım o kategoride gelecekte yapacağım tüm hatalarımın engellenmiş olması. Cezam ise ona Freebag’i almamak.” Bunları nasıl yaptığına hâlâ şaşırmasından çok az olduğunu tahmin ediyorum zaten… İnsanlar çok yaptıklarından artık şaşırmıyorlar.
“Ferrari’siyle hava atmaya çalışan adam, Bebek’te. Hep karşılaşıyoruz, zengin belli, beni satın alır belki… Araba gelecek senenin modeli, ilk bunda, bunun için onu kutlayanlarla fotoğraf çektiriyor sokakta; ilgili bakışlarımı görünce heyecanlanıyor, hep bakmıştı, ben ilgilenmemiştim, gay’dir belki; bu adam bununla neden övünüyor diye düşünüyorum halbuki, ne tür bir başarı olabilir ki burada, cidden aklım almıyor… Benden bin kişi olsa kapitalizm çöker diyorum, ukalaca geliyor değil mi… Halbuki belki faşizm bile çöker.” Geçen yazdı; kütüphanesi önünde poz veren yazarı ormanı önünde poz veren Tarzan’a benzetti, şöyle diyor Tarzan: “Bu orman benim!..” Koca kütüphanesini 40 yaşında bağışlayan bir yazara, Ferrari’nle hava atmaya kalkıyorsun.
“32 yaşındaki sevgilim ilk defa benle birlikte oldu. Bir gün geldi, dedim ki kıza, benden önceki 2 sevgilinin sana seksi tattırmamış olmalarını tuhaf buluyorum. Donmuş bakıyor. Yanlış anlama, ilk defa benle olman duygusal açıdan harika, senin ilk erkeğin olmam, ama mantıken bu yaşa kadar seksi tatmış olmalıydın. Daha fazla âşık olamam sana diyor kız.” Bu insanlık dışı. Marquez demiştik ya demin.
O kız bendim. Ama geçelim. Kişiselleştirmeyelim. “İlk yazarlık söyleşim, radyoda. Sonradan sevgilimle dinliyoruz; heyecanla nasıl bulduğumu sordu, ne hissettiğimi; hatalarımı söyledim; güzel tabii ama dedim, şu soruyu anlamamışım, şurada iyi ifade edememişim, şurada gereksiz uzatmış, başka yerlere gitmişim; ne dese beğenirsiniz; ne kadar ukalasın dedi, yarı esprili, daha dünkü boksun…” Bu benzeri sanırım devem ediyorum: “Kitapçıya girmiştik, o dergilere bakarken arkasında yaklaşıp sarılmıştım, şu dergiyi alsana, bakalım kimler varmış bu sayıda, oku bana. Okuyor teker teker, bir yerde duruyor, geri dönüyor, yaa niye söylemedin diyor. İlk yayınlanan metnim… Dergide yazısı çıkınca sanki tüm dergi sadece kendisi için çıkıyormuş gibi davranan yazarlar vardı çevremde; kitapçıda kitabını diğer bir yazarın önüne çıkaranlar. Benimkine de aynını yapmaya kalktığından alıp geri koymuştum kitabımı. Biri demişti ki: İyisi kötüsü tartışılır, ama yakın zamanda popüler edebiyatçılar gemisinde güvertede keyifle oturacaksın, bunu çok iyi biliyorum...” Senin yerinde olsam şu şu ve şu hataları yapardım diyor gibiler… “Demiştim ki: Gemiyi kaçırmak istemem, çünkü binip de gemiyi kaçırmak istiyorum… Evden çıkarken telefon çalıyor, ayakkabılarımı giymişim, tereddüt ediyorum, ayakkabılarımla girip açıyorum, gel diyor, başka bir sözüm var diyorum, peki diyor, yazdıklarımla yazarlığımla ilgili anlattıklarını yarım saat kadar ayaküstü dinliyor, çok önemli görüp not alıyorum… Sonra çıktıktan sonra arkadaşım soruyor, kim?
Atilla İlhan…
Neden gitmedin?
Sana sözüm vardı…
Sen salak mısın diyor.”
“Çaldığımı bilene içtiğinden bir tane de bizden dedi şarkıcı. Kimse bilmezken bildin mi dedi arkadaşım, evet; söylesene dedi, yok canım, şimdi gidip söylemem. Arkadaşım söyleyip kazandı içkiyi… Bana sor bana sor, her şeyi bana sor diye atlardı babam hep, hayırsız oğluyum… Aynısı Reklam Ajansında da oldu, ödüllük iş ortada, kimin fikri? Sessizlik. Murat’ın fikri dedi biri. Tebrikler, çok güzel fikir. İyi de niye söyleyemiyorsun oğlum? Onu da ben mi söyleyeceğim… İş ödül kazandı, az kalsın başkasının adıyla…”
“Ne konuştular diye yanıma geliyor kadın patron, daha ilk işim, 23 yaşındayım; müşteri kendi arasında gizli bir toplantı yapıyor, ajans küçük olduğundan benim biraz ilerimde. Dinlemedim ki diyorum, ayıp... Patron gizli bazı bilgileri alamamış olsa da hareketimi dürüstçe buluyor. Kendisi da zaten dürüst biri, seviyor beni. Zaten bunlar için de seçmiş, ilk işime almış; başka bir yerden tecrübeli gelseydin almazdım seni demiş. Bir yıl sonra sadece bana zam yapıyor ama söyleme diyor diğer elemanlara; şimdiki aklım olsa nasıl davranırdım diye düşündüm, zammı arkadaşlardan saklamıştım çünkü, yalan söylemiştim, rol yapmıştım, para için…”
Depremde 30 bin insan öldü, insanlık ölmedi, diye bir başlık buluyorum. Yabancı ülkelere, depremden sonraki yardımlarından dolayı teşekkür ilanı. Yaratıcı yönetmenimiz, bu kadar insanın öldüğünü söylüyorsunuz, olmaz diyor. Her zamanki, üzerine düşünmeden hemen eleyen insanlara karşı ketum tavrımdan savunmuyorum fikrimi… Depremde insanlar öldü, insanlık ölmedi diye bir başlıkla katılan başka bir ajans ödülü alıyor… Genç yazar arkadaşım hışımla yaratıcı yönetmenimizin odasına giriyor; bizim hep böyle önümüzü tıkıyorsunuz işte diyecek benim yerime, benim yine, olur böyle şeyler tavrımdan sonra, benden iş çıkmayacağını görerek… Allahtan yerinde yok yaratıcı yönetmen… Sonra düşünüyorum, o kadar insan ölmüş ve biz bir ilan yapıp reklamımızı yapmaya, ödül almaya çalışmıyor muyuz ve bir de ben yıllar sonra şimdi, burada, statü kaygım olmadığının kanıtını vermeye çalışmıyor muyum bu örnekle?
“Reklam sunumu sırasında, bu beğendiğiniz işin şöyle handikapları var dedim müşteriye, aşağıdan tekme yedim, çıkışta azarlandım: işi nasılsa beğenmişler, belki handikapları hayatları boyunca göremeyecekler, neden söylüyormuşum.”
“Hıdır, üniversitede. Devamlı bana bir şey söylerken, gruptaki diğer kişilere bakıyor, onlardan bir onay, bir destek… Bana laf anlatamıyor, benim anlattıklarımı da anlamıyor; zeka farklılığını da kabul edemiyor… Böylece o komik durum ortaya çıkıyor: Bana bir şeyler söylüyor, ama hep diğerlerine bakarak; bana laf dokunduruyor arkası dönük; yanındayken arkamdan konuşuyor... Şunu yazdım geçenlerde, Hıdır’ın ağzından: “Sorularımı hep çalışmadığım yerden cevaplıyordu.” Hayatı boyunca yakın erkek arkadaşlarım zaten sidik yarıştırmayan, rekabetçi olmayan kişiler…
“Tavla oynuyoruz. 3-0 galip. Nasıl oynarsam oynayayım günümdeysem kazanırım, çünkü zarım iyi gelir, yanlış oynasam bile. Hayır bu değil, günümdeysem zaten kazanmışımdır. Ama o gün sıkılmışım. Oyun, keyfimden daha heyecanlı değil. Yanlış, dikkatsiz oynamaya başladım, zarım da gelmedi, keyifsiz birine neden gelsin… Sevgilisi de oturmuş yanımıza izliyor, biz laflıyoruz arada kızla, çocuk oynuyor… Sevgilisi ona laf sokuyor, bu farkında değil, çünkü oyuna odaklanmış. 6-6 geliyor bana, gele diyor çocuk gülerek. Rast gele diyorum, kızla gülüyoruz… A-ha bilir misin diyorum çocuğa. İyi bilirim diyor çocuk, doğru yerden gelmiş soru. Sen bilir misin esas diyor… To let you win şarkısının sözlerini bilir misin; bir duruyor çocuk: ‘Kaybeden bir adamı sevebileceğini düşünmedim O yüzden kazanmana izin vermedim. O kadar güçlü değildim…’ 5-3 kazanıyor çocuk…
Piyonların satrancı hep diğer oyunlar, oyunların şahıysa tavla. Çünkü tavlada Tanrı var: Zar. Bir çeşit Uğurlu 13… Hatta Tanrı ötesi; çünkü yenmek yenilmek yok, zar karar veriyor büyük ölçüde, evet, ama doğru zar diye bir şey de yok, o duruma en uygun zarın gelmesi gerek, böylece bazen öyle art arda uygun zar geliyor ki bence Tanrı bile vay canına diyordur… İşte böyle, rakibine kazandırdığında kazanacağın oyunlar düşünüyorum. Kumarda kaybeden aşkta kazanır diye değil, sen de kaybetmiş olmayacaksın çünkü; gurur-onur gibi şeyler için de değil, kazanmak-kaybetmek diye şeyler olmasın, rakip diye bir şey olmasın diye; gurur-onur bile bunun yanında küçük hesap değil mi bir yerde…
Bir reklam işinde iki grup haline çalışıyoruz ve çıkan iki işten diğerine oy veriyorum, müşteriye o sunulsun, çünkü o daha yaratıcı. Müşteri yine de benim yaptığım işi seçiyor, o yayınlanıyor; ama kabız müşterinin çıtası yükselirdi diğer türlü, daha yaratıcı işler yapma olanağı artardı, iki taraf da kazanırdı… Uğurlu 13’de adamın rakibine oy veriyor; böylece yönetim kurulu başkanlığını rakibi kazanıyor ve kendisi de hep yapmak istediği ressamlığa dönebiliyor… Kazanma fobisi var bende, çok kazanma fobisi; sıkıcı bir şey çünkü hep kazanmak, tutsaklık… Bir silahta, oysa, onu kullanmana gerek olmayacak şekilde ustalaşmak...”
Resmen’de ressam Tanrıya tokat atıyor demiştiniz ya, Tanrı yaptığı resimleri kıskanıyor ve kendi yarattığı doğal modelleri, doğayı, resmini yaptığı bir kızı bu arada, yok ediyor, ressam da tanrının resmini yaparak tokat atmış oluyor ona, yolumdan çekil diye; yoksa kendini yok etmek zorunda kalacak Tanrı. Ama iki tarafın da kazanacağı oyun olabilmesi için bunun, Tanrının ressamı kıskanmaması lazım, hem Tanrı kıskanır mı; şöyle düşünebiliriz, ressamın kendi resmini de yapması için onu oyuna getirmiş olabilir, böyle bir ressam karşısında herkes model olmak ister, Tanrı bile.
Bu çok güzel… Bu bakışı öyküye katabilir… Ama daha da ilerisi aslında: Uğurlu 13’de şöyle bir cümle var, karşılıklı okumuştuk öyküyü, bir paragraf o, bir paragraf ben: “O zaman duygularımı ve mantığı kullanarak şu sonuca vardım: Duygularıma ve mantığıma boş vermeliydim! Oyunun içinde, oyunun varlığı bir hamle olarak karşıma çıkmışsa, oyunun varlığını yadsımalıydım.”
Şu yazdığıyla bağlantılı: “Olacağı bilirsen peygamber olursun, olacağı olursan adam...” Zaten olacak olansan, bunu biliyorsan… Hayatını bir şeye adamak da ne yahu demişti, saçmalık. Hayatın değerini düşüren bir şeymiş bu. Ruhunu satmak gibi, hatta ruhunu bağışlamak, bedavaya vermek…
Bendekiler bitti.
Bende son bir tane kaldı.
Benden son bir tane kaldı dediniz sandım bir an, pardon, Murat’ın ağzına güzel gidermiş…
Bunu özellikle sona sakladım, biraz kurgu olacak ama olsun, insan yine de bir mantığa bağlamak istiyor: Zaten kendi yazdığı bir metin değil, blogunun başında alıntıladığı bir metin Cem Akaş’tan: "Zor bir insandı…
Onu biliyorum, hem de çok iyi, ilk okuttuğu metindi bana, bunu oku sonra buluşalım demişti. Kalkarken o metni okumamışsın, bir daha buluşmam senle demişti… Her gerginleştiğinde, gerginleştiğimi fark etmediğimde, “Zor bir insandı” diye başlar devam etmezdi; ezberden söyleyebilirim isterseniz…
Keşke bunu ben yazsaydım demişti, ama yazsa yine rahatsızlık duyacaktı, birinin yazması gerekiyordu bunu onun için… Zaten bu ancak ona yazılabilir... Bu tabii Susan Sontag’a yazılmış. Benim yazdıklarımdan bir şey çıkmayacak, biriler çıkıp, belki tek bir yazar, beni sahiplenecek ve geleceğe taşıyacak diyor. Bir de bu var. Socrates’i sahiplenen Platon gibi. Ama zor, Platon’la ilgili negatif bir kitap okumuştu, her şeyi çarpıtmış, kendine mal etmiş, özünden saptırmış Platon… Hangi kitap diye sorduğumda, önemi yok dedi, bunun olabileceğini zaten biliyorduk… Biri sizi anlatıyorsa kendince anlatacaktır…
Hayatımı yazsam ütopya olur diyor. Nütopya yazacakmış. Bütün ütopyaları diskalifiye edip distopya bırakacak saf ve çıplak ütopya. Nihilizmin tersi bir Nütopya…
Artık oraya gelelim mi; şunu da diğerlerinden ayırdım, şimdi sırası:
“Akrabalarımın da bulunduğu ortamda akrabaların yakını iki adam yazarlığımı ti’ye aldılar bir gün… Sevgilimin kulağına eğilip şöyle diyorum. Bundan sonraki ben değilim… Adamların tüccarlığıyla dalga geçmeye başlıyorum, ya da ne iş yapıyorlarsa artık… Yazarlığın yanında başka işle neden uğraşır insan, ama işte kabiliyetiniz de bu kadar, paradan para yapmak, diye aşağılıyorum adamları… Akrabalar olmasa dövecekler, öyle sinirleniyorlar yüzleri kızarıyor, teki sehpaya çıkıyor üzerime atlayacak… Ben koltuğuma kaykılmış götürün şunları önümde diye gülerek dalga geçiyorum, daha genç sayılırım, henüz bunlardan yorulmamış usanmamışım… Ben Murat’a bir laf ettim hemen sinirlendi, diye açıklayacak sonradan diğeri… Bir hafta sonra üzerime atlayacak tip beni yemeğe çağırıyor. Özür dilerim diyor, sonra düşündüm de, biri benim de işime öyle laflar etse ben de senin gibi tepki gösterirdim… Özrünü hayretle kabul ediyorum…” Buna ne diyorsunuz; Tanrının elinin Allahın tokadına dönüşmesi…
Dediğiniz gibi işte… Size amca diyebilir miyim baba! Babayla konuşuyorlar. Kameraya çekilmiş olduğunu hayal et dedi, seyrediyoruz. İlk seyredişte ses kapalı, daha ilk saniyeden sinirlenip ayağa fırlıyor Murat, babanın karşısında… Sesi açıp izliyoruz, babanın daha ilk cümlesi hakaret. “Sen niye böyle oldun…” Sonradan da öyle aşağılayıcı konuşuyor, ne okuyacağım senin kitabını falan diyor, eliyle çekil git türü tenezzül etmezmiş gibi bir hareket yapıyor… Gidemiyorsun da demişti, girmiş bir yerlerine laflar, hareketler, atman lazım… Ama benimki böyle olmayacak. Tam tersi… Yazdığı gibi olmalı: “İlk günahı biliyoruz da, peki son günah ne? Yapıp da kurtulalım…” Yapıp kurtuldu aslında, son günah onun tokadıydı…
Günah “işlemek” diyoruz ya. Ne ilginç yapıştırma değil mi, bir işlem gerekiyor günah olması için, yoksa özür dilersin, telafi etmeye çalışırsın geçer biter; ama bir daha bir daha yaparak artık işlemiş oluyorsun ilk günahı; ikinci günah araf, üçüncü günah cehennem ve böylece dünya cehennemi işte… İlk günah benim yaptığımdı, Sevin’in açığına vurması gibi. Diğer yanağını uzattı Murat, defalarca. Ben devam ettim. Yapma da oynayalım dedi dinlemedim… Günahlarıma son veremedim; günah döngüsüne girdim ve çıkamadım, çıkamayacaktım da, günahı “işledim” artık, o tokada ihtiyacım vardı: Tersime vurdu… Böylece onu da döngüye soktum, ona da günah işlettim, esas günah da buydu belki de, tek ölümcül günah. Ama ben onu “işlemezsem” yararı yok, onu doğru “işlemek” artık benim işim, ilk günahın tersine, devam ettirmeyerek “işlenecek” son günah, böylece son günah olacak…
Böylece sevap işlemiş oluyorsunuz. İlk sevap.
Kafamı kendim çarptım diyorum ve tokat için özür diliyorum. Tokadın üzerindeki parmak izlerimi silmiyorum, tokadı üstleniyorum… Böylece o günahı son günah yapıyorum. Onda bütün günahlarımı temize çekiyorum. Ya da felsefesi her neyse…
Başka sevap da yok zaten di mi. Sevap tek, aşk gibi, mutluluk gibi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder